“Türkiye’de bir kutuplaşma yaşandığı” söylemi artık bir klişe haline geldi. Üstelik kutuplaşma kavramının dahi yetersiz kaldığı, daha çok yarılma ile tarif edilebileceğimiz bir süreçten geçiyoruz. Bu yarılma, çok sayıda soruya vereceğiniz yanıtlarda daha da kendini gösteriyor. 500 küsur gündür içeride olan, iddianamesi yeni hazırlanmış Osman Kavala’nın "amasız mamasız” adil yargılanmasını mı istiyorsunuz, yoksa CHP liderine attığı yumruktan sonra serbest bırakılan adaşı Osman Sarıgün'ü milli kahraman olarak mı görüyorsunuz? En önemlisi de “Her iki Osman’ın da adil yargılanmasını istiyor musunuz?” sorusuna vereceğiniz yanıt toplumsal hayatımızın ve vicdanımızın yönünü de belirleyecek. Aynı zamanda gelecekte, örneğin o sık kullanılan tarih olan 2023’de nasıl bir Türkiye tahayyül ettiğimizle de doğru orantılı olacak elbette…
Yarılma, sekterlik katsayımızı da “amalar”la zirveye çıkardı bu dönemde. “Yatmasalardı keşke ama Cumhuriyet çalışanları da Atatürkçü çizgiden uzaklaşmıştı, “ama Osman Kavala da Sorosçu”, “HDP belediyeleri kayyuma devredildi ama onlar da yanlış yaptılar ", “Suriye politikası yanlış ama sınır ötesi harekat devlet meselesi", “eğitim yapboz tahtasına döndü ama Ziya Selçuk farklı, o çok iyi bir insan…” "Ama"larımızla ayakta tutuyoruz aslında iktidarı. Her “ama” ile yepyeni meşruiyet alanları yaratıyoruz. Sözcü, Cumhuriyet okuyoruz ve ülkemizin hatta laikliğin elden gittiğini düşünüyoruz, sonra bir anda damardan “ama”larımızla ulusalcı kimliğimiz debreşiyor ve AKP ile aynı potaya geliyoruz. Nasıl ki liberal aydınlar, “Ama Avrupa Birliği çok önemli”, “Ama ileri demokrasi geliyor” gibi verilen havuçlarla yıllarca AKP'ye kol kanat gerdilerse, bu harekete büyük bir meşruiyet alanı yarattılarsa, şimdi de “amacılar” AKP'ye bilerek ya da bilmeyerek kalkan oluyorlar. Hatta Altan, Ilıcak gibi isimlerin içerde olmasına rövanşist duygularla “Ama onlar da yetmez ama evetçiydi” diyerek “oh olsun” denebiliyor, hukukun ayaklar altına alınmasına da zımmen destek olduklarının farkına varmadan…
Her partiden insanın “ama”lardan azade olarak bazı soruları kendimize sormamız gerekiyor. AKP’nin 17 yıllık başarı öyküsünün de kodlarını içinde barındırıyor bu sorular aslında. Zaman zaman taktik gereği diğer tarafa da meyil edermiş gibi gözüken ancak temelde insanı odağına almak yerine, devleti kutsayan, sürekli “dahili ve harici düşmanlar” yaratan güvenlik doktrinlerine dayanan, mega inşaat odaklı bir kalkınmayı benimseyen AKP politikalarının bizi getirdiği sorular bunlar:
Eğitime, bilime, teknolojiye, insana yatırım mı, yoksa S400 füzeleri, F4 uçaklarının alınması mı? Barış için akademisyenler mi, Sedat Peker mi? Restorasyonu bir türlü başlamak bilmeyen AKM mi, tüketim fetişizmini simgeleri olan dünyanın önde gelen AVM’lerine sahip olmak mı? “Az oy aldığın yerde işin ne, sandıkta bir şeyler olmuştur” mu? “Ama” falan demeden kayıtsız şartsız özgür, demokratik bir hukuk ülkesi mi? “Benim bedenim benim kararım mı, Reisimiz bio iktidar düzeninde 3 dedi ben 5 yaptım” mı? Gezi mi, kentsel dönüşümden 2 kat daha fazla nemalanmak mı ya da betondan koca bir ülke mi?
En nihayetinde bunlara vereceğimiz cevaplar, toplumsal olarak nereye evrileceğimizi de belirleyecek. Yapay zekadan, 5G internete kadar bambaşka kavramlarla yoğrulan çocuklarımızın suratına bakacağımız zaman dik mi duracağız, yoksa onlardan gelecek “bu yaşananlara nasıl zamanında sesini çıkartmadın” sorusuna mı muhattap olacağız? Yine çok klişe ve hamasi gelmiş olabilir. Lütfen gelmesin, sadece 24 saat içinde, üstelik 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda neler yaşandığını kısaca hatırlarsak, çocuklarımıza aslında çok da bırakmak istemeyeceğimiz bir ülkeyle karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz:
Küçükçekmece'de çocuk cinsel istismarı, metrobüste yaşanan cinsel taciz, Ankara'da yaşanan vakada çevredekilerin tepkisi karşısında tacizcinin, "Benim AKP'li tanıdıklarım var" dediği iddiası, sokak hayvanlarını kesip yiyen bir kadın, CHP liderine yumruk atan Osman Sarıgün’ün serbest bırakılması, Cumhurbaşkanı’nın HDP'li Pervin Buldan'ı dinlemeden Meclis'ten çıkması, Kars Garnizon Komutanı’nın seçilmiş belediye başkanının elini sıkmaması… Bir çocuk bütün bunların yaşandığı bir ülkede değil de, Almanya'da okumak istediği için neredeyse linç edildi. Ve “üzülün çocuklar, övünün büyükler”, hepsi de bir çocuk bayramında, sadece 24 saat içinde yaşandı.
Bu yeni yarılma sürecinde, yukarıdaki sorulara “ama”sız vereceğimiz cevaplar çocuklarımıza nasıl bir ülke bırakacağımızın da işaretlerini verecek. Son derece haklı gerekçelerle Almanya’da yaşamak isteyen Daçkalı gencimizi bu topraklarda tutmayı başarabilecek miyiz, yoksa imkanı olan birçok beyaz yakalının yaptığı gibi Ankara Anlaşması’yla Londra’ya ya da başka bir ülkeye kapağı atmanın yollarını mı arayacağız?