Biz sadece birer sayıyız. Sayımlarda ‘artı1’iz. İstatistiklerde virgülden sonraki sıfırların sonundayız.
Bir oy’uz sadece.
Seçmen değiliz. Çünkü politikacılar elimizdeki oy pusulasına bakmaktan bizi göremiyorlar. İştahlarını kabartan şey o kâğıt parçası. O kâğıt parçasında kendi amblemlerini görmek giriyor rüyalarına şu sıralar. Seçilmek değil, kazanmak dertleri; sadece o kâğıt parçasını ele geçirmek. Yanında bizi istemiyorlar.
Seçmen değiliz çünkü küçücük tercih havuzunda seçenekler sınırlı. Beklentimizi karşılayacak, iç rahatlığıyla evet diyeceğimiz, tercih ettiğimizde kendimizle gurur duyacağımız, seçtiğimizde zafer coşkusuna kapılabileceğimiz bir seçenek yok o havuzda. O yüzden de seçmen olamıyoruz, oy verici oluyoruz.
Bir slogan arıyorlar, bir seçim şarkısı, afili bir afiş. El işaretlerine, mimiklere çalışıyorlar. Aileleriyle görüntü vermenin bize güven vereceğini sanıyorlar. Sürekli gülümsüyorlar ki samimiyetlerine inanalım. Ne kadar bağırırlarsa o kadar inandırıcı olduklarını da düşünüyorlar muhtemelen. Kelime oyunları ve laf çakmaların bizim mizah duygumuzu gıdıkladığı gibi bir kanıya kapılmışlar. Bir çocuğu kucaklarken görürsek şefkatlerine, bir yaşlı teyzenin elini öperlerken görürsek hürmetlerine, Pazar esnafıyla poz verirken sorunlarımızla gerçekten ilgilendiklerine inanmamızı bekliyorlar. Şu cemevinde, bu kilisede, öteki toplumsal kesimlerin yanında görülürlerse çoğulcu olduklarını düşüneceğimizi sanıyorlar.
Daha aday adaylığı afişlerinde sefaleti gördük oysaki biz. “Yeni bir başlangıç, birlikte yola çıkıyoruz, hizmete geliyoruz, hikâyemizi birlikte yazacağız, halk için halkla beraber, bizimle kazanacaksınız, aydınlık gelecek, özümüz sözümüz bir, pusulamız millet, ilinizin seçimi, sizin için varız…”
Oyumuzu alıp bizi kendi sorunlarımızla baş başa bırakacaklarını çok iyi biliyoruz. Söyledikleri şeyler yıllardır çiğnene çiğnene çürümüş sakız gibi çünkü. Herkes bir “yenilik” arayışında, çağı yakalama hevesinde. “Seçmenin nabzını tutalım” diyorlar kendi literatürlerinde.
Genel olarak tüm partilerin seçmeni de aynı durumda, kimse partisine sesini duyuramıyor, kimse partisinde kendisine yer bulamıyor, kimse sorunlarını partisine dinletemiyor, sorunların partisinde çözüleceğine inanamıyor.
Hayatla, sorunlarla siyaset arasına sıkışmış kalmış oy vericiler konumuna düşürdüler hepimizi.
Onları değiştiremiyoruz, gelenin gideni aratmadığı aslında gideni hiç aramadığımız ama gelenden de memnun olmadığımız bir sistemin içinde debelenip duruyoruz.
Süleyman Demirel bir konuşmasında “Kumaş aynı kumaş, bundan başka bir şey olmaz” demişti. Onlar takım elbise kumaşı, başka bir şey olamıyor onlardan. Takım elbiseyle gecekondu sofrasına çökülemiyor, takım elbise üzerine giyilen pazar önlüğü fena sırıtıyor, takım elbise ile uzun yürüyüşlere çıkılamıyor, sümüklü bir çocuk kucaklanamıyor, kumların arasında madenci aranamıyor, kömür kokulu cesetlere sarılınamıyor, evladının cenazesine sarılan babalar teselli edilemiyor, oğullarının kemiklerini arayan annelerin gözyaşları takım elbiselerin omuzlarını ıslatamıyor.
Doyuramıyoruz onları, güce, paraya, oya doymuyorlar. Çocuğunu doyuramayan insanların açlığını sömürmeye çalışıyorlar, genç insanların iş bulma umudunu, bütün hayatı çalışmakla geçmiş insanların son ömürlük huzurunu oya tahvil etmeye çalışıyorlar.
Sürekli kazanmak istiyorlar. Sürekli konuşuyor, sözler veriyorlar. O sözleri tutamadıklarında kendilerinden utanmıyorlar, söz vermek ve tutmamak onların hakkıymış gibi davranıyorlar. Hesap sorulursa suçu hep başkalarına atıyorlar.
Gitmiyorlar, arkadan gelene yer açmıyorlar. Gençlerin, kadınların, halkın, toprağına sahip çıkanların siyaset yapmasına da engel oluyorlar.
Sırça köşklerde oturuyorlar ama dünyaya bakmıyorlar, o camlarda kendi yansımalarını görüyorlar sadece. Her şeye rağmen sevilmek istiyorlar, güç istiyorlar, tarihe geçmek, unutulmaz olmak istiyorlar. Kendi kurguladıkları bu demokrasi oyununa dahil olmamızı, bizi dahil ettikleri için onlara minnettar olmamızı ve onların kurallarıyla oynamaya devam etmemizi bekliyorlar.
Oysa gösteri çağının bir de bu taraftan görünen yanı var. Eskiden miting alanının sonunda ya da arada bir televizyonda görünen siyasetçiler artık burnumuzun ucundalar. Herkes onları izliyor, her yaptıkları sosyal medyaya düşüyor. Uyukladıklarını, geğirdiklerini, sinirlendiklerini ya da saçmaladıklarını birkaç dakika içinde görüntülü olarak öğrenebiliyoruz. Cep telefonlarımızda muhteşem bir arşiv var, istediğimiz zaman bakabiliyoruz. Sadece bizim gibi düşünenlerin değil, onlar hakkında başkalarının yazdıkları da bir tıkımızla önümüze düşüveriyor. Ne kadar uğraşsalar da bir yerden dikişler atıyor.
Yani tarih onları yazacak ama onların umduğu gibi yazmayacak. Birileri boş sözlerle överken birileri belgelerle gerçek yüzlerini yazacak. Yargıdan kaçsalar da arama motorlarından kaçamayacaklar. Hiçbir zaman bir mit olamayacaklar. Duvarlara posterleri asılmayacak, ölüm yıldönümleri hatırlanmayacak, anılarına kitaplar yazılmayacak.
Tarih bize her gecenin bir sabahı olduğunu öğretti. Gece uzun da sürse sabahlar kaçınılmaz. Ve biz seçmenler sabahın peşindeyiz. Samimiyetle arayışımızı sürdürüyoruz. Yanılıyoruz, yeniliyoruz ama vazgeçmiyoruz. Çünkü derdi çeken biziz, dermanı bulmak için çaba göstermek zorunda olan biziz. Tarihe geçmeye çalışmıyoruz. Sevdiğimiz insanlar için, kendimiz, ülkemiz için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Bardağın taşmasını beklerken bardağı taşıracak damla olmaya uğraşıyoruz.
Önümüzdeki ayın sonunda sandık başına gideceğiz. Hangi sebeple olursa olsun oyumuzu vereceğiz. Oy vermenin huzurunu hissedemeyeceğiz, sonuçlara sevinemeyeceğiz. Bütün bu sürecin sonunda tek istediğimiz elimizdeki o kâğıt parçasını alıp gitmeleri olacak. Artık bizimle işlerinin bittiğini bilmenin rahatlığını yaşayacağız belki de. Sonra işimize bakacağız. Bardağı taşıran olmak için damlamaya devam edeceğiz.