“İttifaklarla seçime giriyoruz. Bizim de bir ittifakımız var. Emek ve Özgürlük İttifakı. Başımız, gözümüz üstünde yeri var. Ancak Yeşil ve Sol Parti dışında atacağınız her oy, AKP’nin işine yarar. Bu böyle bilinsin, bu böyle algılansın. İttifak içerisinde başka partilere verilen oylar, ittifaka yazılmaz. Her partinin kendi hanesine yazılır. O yüzden başka partiler(den) size ‘hiçbir farkımız yok, bize de oy verirseniz kazanırız’ diyenlere sakın aldanmayın, sakın güvenmeyin. Tek adresimiz var; o da Yeşil Sol’dur.”
Aylardır sürdürülen tartışmalar, yapılan eleştiriler, öneriler ve ricalardan sonra gelinen nokta bu oldu. HDP/Yeşil Sol Parti, seçimden sonra karşılaşılması kaçınılmaz olan noktaya seçime üç hafta kala vardı. HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, Türkiye İşçi Partisi ile kurdukları ve kendileri için bedeli ağır bir tür yüke dönüşmeye başlayan ittifakın oy pusulası üstünde kalan bir “birlikteliğe” evrildiğini yukarıdaki açıklamayla ilan etmiş oldu.
Esasen bu ilanı haftalar önce “Ortak seçim listesi de olmayacaksa, bu ittifak artık bir seçim ittifakı niteliğinde değildir” sözleriyle cezaevinden Gültan Kışanak yapmıştı. Bir başka siyasi rehine olan HDP’nin eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş da bu ilan ve çağrıyı “Tek bir milletvekilliğinin bile geleceğimizi belirleyeceği bu seçimde Türkiye’nin tüm sosyalistlerini, tüm demokratlarını Yeşil Sol Parti listelerine güç vermeye, güç almaya çağırıyoruz. Gültan başkanımızın çağrısını yerde bırakmayalım” ifadeleriyle desteklemişti. Ancak TİP, binlerce HDP seçmeninin tek ifade kanalı olan Twitter’dan yaptığı çağrılar gibi Demirtaş ve Kışanak’ın çağrılarını da “çoğunluğun gürültüsü” diye tarif ederek önemsemedi, Demirtaş’ın ifadesiyle tüm bu çağrılar yerde bırakıldı.
TİP’in, Sol Partili Alper Taş’ın ifadesiyle “kendimizi saydıracağız, bakalım kaç kişiyiz” niyetiyle seçimde kendi oy oranını görme ısrarı ve bu ısrarı nedense ittifak çatısı altında yürütme niyeti sonrası başlayan tartışmalar, devamında bu partiden peş peşe yapılan “Konya oylarını bize verin”, “Meclis’e giren ilk sosyalistleriz”, “Emanet oylarımızı geri alacağız” gibi açıklamalar çatlağı büyüttü ve gayrı resmi de olsa bir anlamda ittifakın sonunu getirdi. Ve ne yazık ki her açıdan belli olan bir sürecin sonunda hayıflanmalar, pişmanlıklar dile getirilmeye başlandı. Ahmet Türk’ün Murat Sabuncu’ya verdiği söyleşide ifade ettiği gibi; “korkarım ki farklı listeler birçok sandalye kaybetmemize neden olabilir.” Benzer bir hayıflanmayı Onur Hamzaoğlu “Henüz vakit var. Keşke demeyin, demeyelim” sözleriyle dile getirmişti.
2007 seçimlerinde Baskın Oran ve Doğan Erbaş’ın İstanbul’da aynı bölgeden aday olması sonrası yaşanan kayıp hafızalarda taze iken bugün bunun bir tür parti versiyonunun denenmesinin yol açabileceği tahribat ciddi endişe kaynağına dönüşmüş halde. Bu haliyle TİP’in Emek İttifakı’ndaki ayrıksı varlığı bir sinerji yaratmanın ötesinde iç tartışmalara ve bunun yarattığı enerji kaybına yol açmış durumda.
KÜRT SOLU – TÜRK SOLU
2023 seçimi bu yönleriyle Kürt ve Türk solu açısından ne yazık ki önemli oranda bu tartışmalarla geçeceğe ve sonucu itibariyle de bu ayrışmaların etkileri üzerinden hatırlanacağa benziyor. Sosyalist Güç Birliği’ni oluşturan Sol Parti, Türkiye Komünist Partisi gibi partilerin HDP’ye seçim öncesi ve sonrası hiç yanaşmaması, TİP’in ise bir tür “kazan-kaybet” stratejisiyle yanaşması bu iki sol geleneğin birbirlerine olan yaklaşımları açısından uzun süre daha tartışılacak verilerle dolu.
Kürt solu ile Türk solunun neredeyse yüzyıldır devam eden, Kemalizm, devletçilik, çoğu yerde Türk milliyetçiliğiyle kesişen anlaşmazlıkları bir sır değil. Hatice Yaşar, bu durumu 1988’de yayınlanan Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’ndeki yazısında gayet net anlatır: “Osmanlı’nın toprak kaybının paniği içinde yetişen Türk komünistlerinin, ezilen uluslarla ilk ilişkileri, bu ulusların elde kalan toprak parçasında kalıp-kalmayacakları ile ilgili olmuştur. Çokuluslu bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde bile olsa bir ulusal sorunun var olabileceği ve buna karşı kendilerinin enternasyonalist görevlerinin neleri dayatabileceğini araştırdıklarına dair elimizde herhangi bir araştırma veya yazılı belge yok. Elimizde var olan dökümanlara göre TC’nin kuruluşundan sonra Türk sosyalistleri Misak-ı Milli içinde kalan azınlık meselelerine, her ne pahasına olursa olsun korunması, yardım edilmesi gereken yeni devletin ve ilerici kabul edilen önderinin temsil ettiği çıkarlara uygun olup olmamaları itibariyle yaklaşmışlardır. (…) Kemalist programa karşı olan her girişim zararlı ve gerici olarak adlandırılmıştır.” (s.2115).
Kürt siyasi hareketinin Suriye’den Türkiye’ye, hatta Irak’a kadar son yüzyılda o ülkedeki ana akım sol veya ezen ulusun mensuplarının soluyla tam olarak o ülkelerdeki milliyetçi/devletçi damar nedeniyle ortaklık yapamadığı da biliniyor. Cegerxwin’in 1950’lerde Suriye’deki Arap soluyla Kürt solunun yaşadığı çatışmayı anlattığı anıları da bu açıdan hayli öğreticidir ve Türkiye’dekiyle benzerlikler taşır. Orada da Kürtlerin “Kürtçülükleri” solcu olmaları önünde engel gibi görülür, Kürt solcuları için “şovenist”, “Kürtçü”, “ağaların, emperyalizmin işbirlikçisi” gibi yakıştırmalar yapılır. Cegerxwin, bu yakıştırma ve tutumlardan o kadar bıkmıştır ki, “kendi ulusunu inkâr etmek Marksizm-Leninizm’in neresinde yazar?” diye sorma ihtiyacı duyar.
Bugün bile Türkiye’deki birçok sol partide görünür olan bu yaklaşım elbette bu ölçüde karikatür haliyle TİP’te görünür olmadı, ancak sıklıkla dile getirdikleri “sosyalistlerin ayrı temsil edilmesi”, “kendimizi saydıracağız, bakalım kaç kişiyiz” gibi vurguların altında Kürt hareketini sosyalist kabul etmeme veya mümkünse sosyalistliği tekellerinde görme alışkanlıkları yatıyordu. Böyle olmasaydı bu ülkenin görüp görebileceği en nazik siyasetçilerden biri olan Gültan Kışanak “bir sosyalist olarak” vurgusunu yapmaya ihtiyaç duymayacaktı.
AKP-MHP ittifakının esas olarak son birkaç yıldır Kürt hareketini zayıflatma, mümkünse yok etme üzerine kurduğu ortaklıktan beslendiği herkesin malumu. Öyle ki mevcut hallerini dahi yeterli görmeyip Hüda-Par’ı da koalisyonlarına katma ihtiyacı duydular. Siyasi, askeri veya hukuki her türlü baskı aracı kullanılarak Kürt hareketi belki de örneği az görülür bir kuşatmaya alınmış durumda. Sayısız mensubu ve lideri hapis veya sürgünde. Dışarıda olanlarının büyük çoğunluğu ise Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi bavulunu hazırlamış halde bekliyor. Dolayısıyla 14 Mayıs seçimi, daha önceki seçimler gibi Kürtler açısından bir kez daha bir inadın seçimi, Kürt meselesinin de bir tür referandumu olacak. Bu seçimden çıkacak sonuç Kürt meselesinin, dolayısıyla da Türkiye’nin yakın geleceğini belirleyecek önemde olacak.
Bu açık gerçeğe rağmen Türk solunun kendini saydırmaktan öte bir motivasyonunun olması, Kürt hareketi/solu ile daha yapıcı ve uzun vadeli ilişki kurması beklenirdi. 14 Mayıs seçimleri dolayısıyla ortaya çıkan bu tartışma ne yazık ki ülkedeki solun refleks ve niyetlerini birçok farklı yönden açık etmesiyle faydalı, oluşturduğu durum itibariyle de hasarlar yaratan bir sonuç doğurdu. Bütün bunlardan herhangi bir dersin çıkarılabileceğini gösteren bir verinin olmaması ise ayrıca karamsarlık sebebi.