Öyle bir Kâbil...
Üst-kurmaca “Kitâb-ı Kardaşkanı Akıncı Biraderlerin Macerası” adlı bir elyazmasına dayanan Emre Taş'ın romanı 'Eğer Ben Kâbil İsem', İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
Emre Taş’ın 'Eğer Ben Kâbil İsem' adlı romanı İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Geri dönüşlerle birlikte Orhan Gazi döneminden Sultan Süleyman dönemine kadar geniş bir zaman dilimine atıfta bulunan bu tarihi/post-modern anlatı, akıncı biraderlerin kavgası ekseninde Osmanlı döneminin siyasi tablosunu gözler önüne sererken Hâbil ile Kâbil mitosunu da yeniden türetmekte.
'Eğer Ben Kâbil İsem' post-modern bir metin. Üst-kurmaca “Kitâb-ı Kardaşkanı Akıncı Biraderlerin Macerası” adlı bir elyazmasına dayanıyor. Bu elyazmasının yazarı da Bidinçe kadısı Barak Ahmed. Orta nesir üslubuna denk bir biçemde yazılmış kitap kadının ağzından dört bölümü ihtiva etmekte: Zülfü, Dragan, Memi, Barak Ahmed El-Fakir. Anlatı, kadının kapısına bırakılan, kimin gönderdiğini sonradan öğreneceğimiz meçhul bir sual ile başlamakta. Söz konusu sual, kardeş kanı dökmeye cevaz istiyor. Bilindiği üzere Fatih döneminden itibaren devlet bekası için kundaktaki kardeşi boğdurmak dahi caiz. Sonradan ekber ve erşed, kafes sistemlerinin denendiğini de bilmekteyiz. Bu minvalde Sevindik oğlu Ali Bey’in büyük oğlu Zülfikâr -Zülfü, diye anılmakta- kardeşi Memi Can’a kıymak için kadının cevabına muhtaç. Oysa burada bir incelik gizli. Sual müftüye değil kadıya gidiyor. Oysa müftü cevap verirse fetva, kadı cevap verirse hüküm olur… Bu nefretin sebebi ise karmaşık bir kurgu dizgesine dayanmakta: Kadı ile Ali Bey eski dost. Ancak Ali Bey, Kadı’nın kızı Aynişah’ın izdivacına talip. Akıncı beyi olduğundan uzun müddet Ali Bey’den haber alamayınca öldüğüne kanaat getirip bir paşa ile evleniyor Aynişah. Ali Bey geri döndüğünde ise orta yolu bulmak isteyen kadı, bir zamanlar dostluklarının nişanesi olarak beyin kendisine hediye ettiği cariye Miru Hatun’u beye teslim ederek kızından ayrı tutmadığı bu cariye ile evlenmesini diliyor. Aynişah’ı aklından çıkaramasa da Miru Hatun ile evleniyor bey. Oysa Miru Hatun bir İslav soylusu, memleketinde onu başa geçirecek bir mühür taşımakta. Üstelik, esir düşmeden evvel bir sevdiği var, Dragan. İşte bir gece annesini takip eden Zülfü, adını sanını sonradan öğreneceği Dragan ile annesini gece yarısı karşılıklı otururlarken buluyor. Bu esnada, kadını kâğıda nakşediyor adam. Annesinin gizli bir âşığı olan Zülfü de kardeşi Memi’nin başkasının çocuğu olduğunu sanarak ona zulmediyor. Öte yandan kardeşiyle tek çatışması bu değil. Zülfü, tabiat itibariyle sakin mizaçlı, çekingen, annesine gönülden bağlı, silah kuşanmada pek mahir olmayan bir delikanlı. Gözlerinde remed hastalığı olduğu için sürme çekiyor. Bu yüzden amca oğulları başta olmak üzere herkes onunla “ana kuzusu, sürmeli” diye dalga geçerken Memi Can ise fiziksel gücü ve yeteneğiyle ön plana çıkarak senede birkaç defa gördükleri babalarının takdirini kazanıp kısa zamanda akıncı namzedi oluyor. Zamanla Miru Hatun git gide hasta düşüyor, konuşmaz oluyor. Bunu başka çiçeklerin kökleriyle beslenip onları solduran karındaş otuna benzetmiş yazar. Bu habis ot da tek gözlü nakkaş Dragan. Miru Hatun’un hasta yatağında “Hüsrev ü Şirin” mesnevisini sayıklaması üzerine kitabı eline alan Ali Bey içinde bir nakış görüyor ki bunun üstüne Aynişah’ın kocasını, yani Barak Ahmed’in damadını okla vurarak, kâfir kapısına atını tek başına sürüp intihar ediyor. İşte bu noktada, hikâyenin aslını astarını öğrenmek ve Dragan’ı öldürmek için yollara düşüyor Zülfü. Üstelik sonradan öğrendiğimiz üzere Memi de onu takip etmekte. Böylece iki kardeş sonunda Hâbil ile Kâbil misali kavgaya tutuşacak, yazar ise menâkıbname üslubuyla akıbetlerine dair rivayetleri anlatarak okura alternatif sonlar sunacaktır.
“Âdemoğlu, sevdiği kardaşını kırk yıl görmese olur. Amma kin dolduysa bir kula, onu nerede olsa bulur, tekinsiz yaban elde, dökük bir kayser meydanının ortasında olsa bile. Birer ağızdan haykırışla kılıçlar tokuştu. Birbirlerini birer köşeye savurduklarında Memi istese de susamadı: ‘Bu yerdekinin piçiyim diye mi yıllardır bana etmediğini komadın? Şu yerde yatan itin belinden gelen sen imişsin işte! Atam merhum seni merhamet edip ocağına kabul eylemiş. Ali Bey kanı taşıyan benim. Sen piçsin işte. Piç!” (s.166)
Dragan’ın hikâyesine gelirsek, çocukluğundan itibaren resim sanatına yani nakkaşlığa kabiliyeti olan bu delikanlı da kardeşleri tarafından ötelenecek, Osmanlı’ya esir düşecek, sonunda bahtına da düzene de kılıcını çekip isyan ederek yanındakilerle dağları mesken tutacaktır. Barak Ahmed’e gelirsek, onun da geçmişinde öz kardeşinin katline hüküm verdiğini öğrenecektir okur. Kısaca insanlık tarihi kadar eski, kökeni Âdem ile Havva’nın çocuklarına dayanan bir mitos kişiler üzerinden mikro ölçekte işlenirken makro ölçekte Sünni Osmanlı, Bektaşi akıncı beyleri ve Hıristiyan banlar arasındaki “kardeşlik” siyaseten irdelenecektir. Görüldüğü üzere Osmanlı, siyaset itibariyle kendi kanını dökmeden kardeşlerini öldüren, savaşlarda yanında olan beyleri ve İsevi banları kendi çıkarı için kurban etmekten çekinmeyen bir strateji gütmekte. Altını çizmek gerekir ki bu strateji sadece Osmanlı’ya özgü değil, beyler, banlar da aynı şekilde kardeş kanı dökmekten çekinmez. Sözün özü, Âdem evladı, yani insandır mesele:
“Ben Âdem evladı olmak istemem. Derdi çok. Belim ağrır yedi yıldır. Ağzımda diş yok, karı çiğner verir ağzıma ekmeği. Âdem değil Cibril oğlu olaydım, göklerde dolanaydım. Âdem oğlu hak ister, akrabalık diler, gelinsin gidilsin ister, elin erdiği yer var ise oradan gedik diler. Aziz Tanrı güçsüz beden ilen bizden kulluk diler, kral ile sultan Tanrı’nın gölgesiyim der, yazıcısı gelir kızıl ilen beyaz sikke diler. Ana baba ebeveyn hakkını diler, kardaş mirasın yarısına konmak diler, oğlan atası tezelden gebermekle evinin taşını söküp kendine gayrı konak etmek, terekeyi savurup saçmak, ata ocağını hela edip ortasına delik açıp içine bir güzel sıçmak diler.” (s.89)
Yaşlı pekmezcinin ağzından dökülen bu sözler sonsuz bir hiyerarşi içerisinde özgürlüğünü yitiren, özgür olmadığı ölçüde gözünü kan bürüyen insanın hırsını açıklar nitelikte.
Emre Taş, Osmanlı dönemi edebî türlerine hâkim bir yazar. Kitabın başındaki ve sonundaki elyazmaları sayfalar Latin harfleriyle aktarılmış. Öyle ki benim gibi Osmanlı Türkçesi bilen ve metinleri kıyaslayan okurlar dahi romanın kurgu mu gerçek mi olduğu konusunda ister istemez şüpheye düşmekte. Yazar eski bir kıssayı romanlaştırmış yahut romanını gerçekçi kılacak görsel malzemeyi bizatihi hazırlamış olabilir. Her iki ihtimalde de bu üst-kurmaca ile okurun gerçek-kurgu arasında bocalaması edebiyatın asli işlevlerinden şüphe ve haz duygularına tekabül etmekte. Gerek destanlardan gerek menâkıbnamelerden gerek nesir türlerinden gerekse şiir türünden, hatta halk edebiyatından çokça faydalanmış yazar. Üstelik paşalar, sultanlar dışında da divan şairi Deli Birader Gazali gibi gerçek şahsiyetlere, Şehzâde Korkut’un yazdığı “Davetü’n-Nefs” kitabı gibi gerçek eserlere yer vermiş. Nitekim bu kitap da isimsiz sualden sonra kadının kapısına bırakılmış. Ancak bu kitabın bırakılış amacını romanın sonlarında öğrenmekteyiz. Girift öykülerin eş zamanlı akışıyla budaklanan kurgunun düğüm noktasının ise elyazmasının müellifi Kadı Ahmed olduğunu eklemeli. Netice itibariyle kimin suçlu kimin suçsuz kimin haklı kimin haksız olduğu belirsiz. Kadim anlatıya dönersek Hâbil ile Kâbil öyküsüne de farklı bir bakış açısı kazandırarak yeni bir mitos türetmiş Emre Taş. Bu noktada kadının sözlerine kulak vererek yazıyı bitirmeli:
“…Kendimi Kâbil misali feda eyledim. O Kâbil ki, kıskançlığından kardaşına kıydı derler. Belki doğrusu odur. Amma o bir Tanrı adamıydı dahi derler ki kurak giden toprağa öz kardaşının kanını kurban kılıp Rabb’den bereket ummuştur, adını halk için feda etmiştir. Eğer ben Kâbil isem öyle bir Kâbil idim…” (s.194)