Öyleymiş, Emin Hocam, siz adınız gibi emindiniz…

Öyleymiş, kimileri kendi küçük kara deliklerinde herkes ve her şey için en kötüsünü düşünür, anca “Cebeci çukuru”nda iş görür, oltayla balık avlarmış; kimileri de “göğüne sığmayan bulut”lar gibi yağarmış üstümüze… Öyleymiş, Emin Hocam, siz öğretmiştiniz. O mikrofonik sesiniz yankılanıyor şimdi kulağımda: “Adım gibi eminim ki…”

Abone ol

D. Beybin Kejanlıoğlu

Emin Özdemir… Nedense dersleri değil de, ders dışı birkaç anı düşüyor aklıma… Oysa izlemiştim derslerini, hem ‘Türk ve Dünya Edebiyatı’nı hem de ‘Yazınsal Türler’i.

Zehra (Çelenk) ve İsmail (Sancak) yazdı; notu kıttı Emin Hocanın. Okuduğum zamanki adıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda, birinci ve ikinci sınıf sınavlarının gözetmenliklerinde hep Emin Hoca ve Nevzat Dağlı Hocayı hatırlıyorum. Bunlardan birinde, sınav kâğıdımı teslim ederken, lisede Rüksan Günaysu’nun öğrencisi olmam üzerine konuşmuştuk kendisiyle. Lisede edebiyat ve tiyatrodaki başarıma karşı, üniversitede Emin Hocadan aldığım görece düşük sayılacak notlar yüzünden hayli alınganlık göstermiştim. Ben ki lisedeki edebiyat dersinde en iyi üç kompozisyondan birini yazmış, Fakir Baykurt’un Kara Ahmet Destanı kitabıyla ödüllendirilmişim (kompozisyon, Aziz Nesin üzerineydi), ben ki Tiyatro Kolu başkanlığı yaparak herkesi Devlet Tiyatrolarına taşımış, Ahmet Kutsi Tecer’in “Bir Pazar Günü” oyununda, hem de yazarın kızı Leyla Özüye’nin yönetmenliğinde rol almışım… Nasıl? Nasıl böyle düşük notlar alabilirdim? Emin Hoca sakince şöyle demişti: “Sen… Rüksan’ın öğrencisi misin? Hayret!” Kendimi çok aşağılanmış hissetmiştim. Rüksan Hocamın da yüzünü kara çıkarmış gibi…

Sonra üniversitede son yılımdan bir anı düşüyor: Radyo programı hazırlama telaşımız arasında bir arkadaşımızın Emin Hocayı programına davet ettiğini görmüş; kaydı dinlemiştim. Hocamız stüdyodan çıkarken de, dayanamayıp “Hocam, ses tonunuz çok güzel,” demiştim. O da, “öyledir, mikrofoniktir,” diye karşılamıştı lafımı. Gülümseyerek...

Aklıma gelen son anı ise, beni en çok etkileyeni… Adı artık İletişim Fakültesi’ne dönüşmüş olan aynı mekânda artık öğretim elemanı olmuşum, kıdemli bir araştırma görevlisiyim o sıralar. İlk makalelerimden biri, Raşit Kaya Hocamın deyişiyle, neredeyse bir yüksek lisans tezine benzeyen kamusal alan ve Siyaset Meydanı yazım yayınlanmış Birikim dergisinde. Editör Tanıl Bora, rahmetli Mehmet Küçük ve Raşit Hoca dışında kimseden ses yok. İngiltere’deki akademik maceramın bana kattığı açık tartışma beklentisini hâlâ taşıyacak kadar da safım. Arkadan vurmalara alışık olmadığım gibi (hâlâ alışamadım ya neyse), birbirimizin yazdıklarını kamusal platformlarda tartışacağız sanıyorum ve o yüzden çevremdeki herkesin yazdıklarını da okuyorum bu arada. Bir süre geçtikten sonra, Emin Hocayla dekanlık katında karşılaştık. Yazımı okuduğunu ve beğendiğini söyledi, sonra da “-erek, -arak”lı cümleleri azaltmamı önerdi. Çok şaşırmış, çok sevinmiştim. Akademik ortamda kimsenin okumadığını ya da üzerine konuşmadığını düşündüğüm yazımı Emin Hoca okumuş, eleştiri yöneltmişti.

Bir araştırma görevlisi başka ne beklerdi ki? Tek beklentim buydu belki de. Yazdıklarıma, emeğime değer verilmesi… Sonra kardeşim gibi sevdiğim araştırma görevlilerini işe almakta başrol oynayacak ve onların beklentilerinin bambaşka olduğunu görecektim. Bağırıp çağırmalarından, kıskançlık krizlerine, uyduruk lafları kimseye söylemeyin deyip “oyun”a gir/gelmelerine kadar beni dehşete düşürecek onca şey…

Emin Hocaya ilişkin notu kıtmış, şakalaşırken aşağılarmış gibi değerlendirmelerim bir gerçeği örtüyor aslında. Gerçek şu: Emin Hoca yaptığı işin de, karşısındaki kişinin de hakkını veren, o yüzden de hepimizin saygısını kazanmış, çok iyi bir öğretmendi. Bunca haksızlığın ortasında bu kadar basit bir denklem var. Günümüzde bozulan da bu oldu.

Elbette ve ne yazık ki, Emin Hoca, bu kötü günlerimizi de gördü. Ankara’da, İstanbul’da, Akçay’da, Tirebolu’da karşılaştığım muhtelif ilef’liler için devran dönmüş, ibibikler ötmüştü. O ilef’liler ki, arkadaşlarını, meslektaşlarını, öğrencilerini, hocalarını gözlerini kırpmadan kim bilir hangi iftiraya kurban ettiler ya da kim bilir kaç paraya ya da kim bilir hangi koltuk, hangi yandaşlık için sattılar. Postalarım Kazakistan’a, Türkiye’ye, Finlandiya’ya, yedi düvele ulaşıyorsa hâlâ, içim rahat. Oyunlar, karşı oyun doğurur ama sonunda ilkeleri feda etmiş olursunuz bir hiç uğruna…

Öyleymiş, kimileri kendi küçük kara deliklerinde herkes ve her şey için en kötüsünü düşünür, anca “Cebeci çukuru”nda iş görür, oltayla balık avlarmış; kimileri de “göğüne sığmayan bulut”lar gibi yağarmış üstümüze… Öyleymiş, Emin Hocam, siz öğretmiştiniz. O mikrofonik sesiniz yankılanıyor şimdi kulağımda: “Adım gibi eminim ki…”