Oyunun ciddiyeti, oyunbozanın gerekliliği üzerine

Kaderin cilvesine bakın ki, tarih, yalnızca oyunbozanları anımsar. Oyunbozan demek bir yerde feleğin çarkına çomağını sokan kişi demek. Buna cesaret edenleri yüceltip onlardan ilham almıyor muyuz?

Abone ol

Doç. Dr. Çiler Çilingiroğlu*

Bu yazıda, ilk olarak oyunun araçsal işlevine vurgu yapıp onun evrimsel ve toplumsal koşullarından bahsedeceğim. Daha sonrasında oyunu politik yaşamı saran metaforik bir imge olarak ele alacağım. Amacım, Huizinga’dan esinle, oyunun ciddiyetini göstermek ve hatta çocuk oyunlarıyla özdeşleştirdiğimiz masumane imajını tahrif etmek.

“Oyunsal rekabet, toplumsal hayat güdüsü olarak, bizzat kültürden de eskidir ve arkaik kültür biçimlerinin gelişmesinde bir maya gibi etki etmektedir. İbadet, kutsal oyun içinde serpilmektedir. Şiir oyundan doğmuştur ve oyunsal biçimler sayesinde yaşamaya devam etmektedir. Müzik ve dans ortaya saf oyun olarak çıkmışlardır. Bilgelik ve bilim ifadelerini kutsal yarışma oyunlarında bulmuşlardır. Hukuk, toplumsal oyundan sıyrılarak ortaya çıkmak zorunda kalmıştır. Silahlı çatışmaların kurala bağlanması, aristokratik hayatın kuralları oyunsal biçimler üzerinde temellenmiştir. Sonuç olarak, kültür ilkel aşamalarında oyun olarak oynanmıştır; ana bitkiden ayrılan canlı bir meyve gibi oyundan doğmamış, oyunun içinde ve oyun olarak serpilmiştir.” der, Johan Huizinga “Homo ludens” adlı denemesinde.  

Johan Huizinga

Kültürden bile eski olduğunu tahmin ettiğimiz oyun, insanın da bir üyesi olduğu hayvanlar âleminin neredeyse evrensel bir etkinliğidir. Biyolojik evrim açısından oyunun faydası üzerine söylenecek çok şey var. Oyun, gerçek hayatın bir taklididir denebilir. Kedi ve köpek yavrularının oyunlarını hatırlayın. Yetişkinlikte yapılacak avlara, girişilecek kavgalara ve kaçınılacak durumlara dair hazırlıktır bu oyunlar. Çocukluk oyunlarının kişiyi gelecekteki toplumsal rollerine hazırlayan bir niteliği var mesela. Kovalamaca, ebelemece, saklambaç, körebe, yerden yüksek gibi oyunlar hayatta kalmanın yol-yordamını tehlikesizce önden deneyimlemek için birebir. Rekabet edebilme, çevik kalma, hızlı düşünme, müzakere etme, kandırma ve kaçma gibi türlü türlü becerileri kazandırır. Diğer yandan, “evcilik” kız çocuklarına, araba yarışı veya güreş gibi oyunlar ise erkek çocuklarına toplumsal cinsiyet rollerini belletir.

Bunlar, oyunun herkes tarafından bilinen işlevleri. Huizinga’nın dediği gibi, oyunlar tasarlanmış dünyalardır ve bildik dünyayı geçici olarak iptal ederler. Oyunun ciddiyeti belirttiğimiz işlevleri üzerinden rahatlıkla savunulabilir. Oyun, yetişkinliğin bir provası ve taklididir.

Kavramın içeriğini esnettiğimizde görülüyor ki, bayramlar, ayinler ve kutsal eylemler de oyundan başka bir şey değildir. Ritüellerin kendisi bir oyundur. Ve bu tarihöncesi dönemden beri böyledir. Müzik, dans, içki ve uyuşturucu-uyarıcı maddeler ritüellerin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Şamanlar, çeşitli rollere bürünerek bir töreni tıpkı bir tiyatro oyunu misali “performe” ederler. Ayinlerin bozulmaz kuralları, belli bir akışı, kostümlü oyuncuları ve izleyicileri vardır. Bu kurallar az sayıda kişi tarafından bilinir, seçilmiş kişilere aktarılır ve bıkmaksızın tekrar edilir. Bu tekrarlanan töre ve değişmezlik ilkesi toplumsal düzenin ezeli ve edebi olma temennisinin bir yansımasıdır. Her şeyin böyle gelip böyle gideceğine dair bir istikrar imgesi psişemizi rahatlatmış, yaşamı örgütleyerek ve onu bir ritme sokarak yaşamdaki belirsizliği, bilinmezliği ve tekinsizliği kontrol altınday “-mış gibi” göstermiş olmalı.

DÜZENİN DEVAMLILIĞI İÇİN OYUN...

Oyun; zevkli, matrak ve heyecanlıdır; doğru! Aynı zamanda, güzel, estetik, ritmik ve armoniktir. O da doğru! Ama görülüyor ki, oyun, aynı zamanda toplum düzenini ve otoritenin kalıcılığını tesis eden bir mekanizmadır. Oyunun devletin bekası için önemini Platon’dan daha iyi vurgulayan olmamıştır herhalde. “Yasalar” eserinin VII. kitabında çocuk oyunlarına ilişkin şu muazzam tespitte bulunur:

“…bütün devletlerde çocuk oyunlarının çıkarılan yasaların kalıcı olup olmayacağı konusunda son derece belirleyici olduğunu hiç kimse anlamış değildir. Bu oyunlar bir kez saptandıktan sonra, bunları aynı çocuklar hiç değiştirmeden, aynı koşullar altında, aynı biçimde oynarlar ve aynı oyuncaklardan zevk alırlarsa, ciddi bir amaçla konmuş törelerin de olduğu gibi kalması sağlanır; ama bunlar değiştirilir, üzerlerinde yenilik yapılır ve durmadan düzeltilirse… devlet için bundan daha büyük yıkım yoktur diyebiliriz: çünkü bunlar gençlerin ahlakını için için değiştirir, onların gözünde eskinin değersiz, yeninin değerli olmasını sağlar... Yineliyorum, bütün devletler için bu tür düşüncelerden daha büyük bir bela yoktur!”  

Platon’un bu uyarısı, bize oyunun evrimsel psikolojinin araçsallaştırdığı tarzda oyunun “canlının hayatta kalması” faydasının ötesinde bir politik öneme sahip olduğunu gösteriyor. Devletin kutsal varlığının korunabilmesi gibi ulvi bir mesele bile çocuk oyunlarında kuralların değişmezliğine bağlıdır! Bu haliyle, oyun, dünyadaki en ciddi işlerden biridir.

Bu düşünce bize çok uç ve radikal, hatta gülünç gelebilir; ama şunu düşünün, çoğu zaman, biz de dünyanın bir sahne, insanların oyuncu olduğunu söylemiyor muyuz? Oyun (Spiel, Play) sadece çocuk oyunlarının aynı zamanda yetişkinlerin tiyatro oyununun adıdır. Toplumsal yaşamın kendisi bir “maskeli balo”, yani bir oyun. Hepimiz gerektiği yerde, gerektiği ölçüde ve gerektiği sürece rol yapmıyor muyuz? Yaşamın içinde yol almak, kariyer yapmak, para kazanmak, statü sahibi olmak, “kaliteli” bir eş bulmak için büründüğümüz rolleri, takındığımız yapmacık tavırları, söylediğimiz yalanları ve arkasına gizlendiğimiz maskeleri düşünsenize.

Eh, Platon’a şimdi hak vermeye başladık sanırım.

OYUNBOZANLAR...

Oyunun zorunluluğu, biyolojik gereksinimin ötesinde, toplumsal ve politik yaşamın kalıcı bir mekanizması olmasından kaynaklanır. Platon’un muhafazakar, devletçi görüşünü benimseyenler, çocukların oynadığı oyunların hep aynı kalması için ellerinden geleni yapmaya devam ediyor. Artık “eski bayramların kalmaması” temalı ağıtın ardında da oyunun kurallarının değişmesinden duyulan derin endişenin büyük bir payı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden belki de insanı Homo ludens yerine, Homo anxius (endişeli insan) olarak tanımlamak daha uygun düşecek.

Gelelim oyunbozanlara. “Toplumculuk” oyununa uymayanları hiddetle cezalandırır otoriter, ahlakçı, ataerkil toplumlar. Rolünü reddedenleri, kuralı çiğneyip hakikati dillendirenleri oyunbozan ilan edip tecrit eder. O kişiler ki ister asi deyin, ister uyumsuz, isterse anarşist, alışılagelmiş toplum düzenini ve devletin kutsal imgesini tehdit etmiyor mu? Bal gibi de ediyor!

Kaotik ve bilinmez doğayı, düzenli ve bilinir kıldığını zanneden Homo anxius için en büyük tehdit oyunbozanlardır. Onlar ki statükonun bekası için ya öldürülür ya sürgüne gönderilir ya da tecrit edilirler. Kaderin cilvesine bakın ki, tarih, yalnızca oyunbozanları anımsar. Oyunbozan demek bir yerde feleğin çarkına çomağını sokan kişi demek. Buna cesaret edenleri yüceltip onlardan ilham almıyor muyuz? Spartaküs’ten Börklüce’ye, Galileo’dan Marie-Curie’ye, Mahir Çayan’dan Rosa Parks’a, Edward Said’den Julian Assange’a…

Sanırım şimdi büyük oyunu gördük: Oyun kadar, oyunbozanlık da ciddi bir iştir.

* Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi.