İstanbullu Gelin, Reşat Nuri'nin Bir Kadın Düşmanı romanını çağrıştırdı bana bir tarafıyla. Medeniyetten kopup taşraya, geleneğin, ataerkinin ve muhafazakarlığın hükmündeki cemaat türü ilişkilerin içine düşen bir "beyaz kadın". Ve o kadını, özgür ruhuna, hayallerine rağmen kendinden ödün vermeye mecbur eden, vahşi cazibesiyle baştan çıkaran, aşka küsmüş eşraftan bir erkek, bir tür Homongolos...
Asmalı Konak dizisinin ortalığı toz duman ettiği
dönemde bir gün, arkadaşımız olan bir çifti ağırlamıştık. O akşam
Asmalı Konak'ın yeni bölümü yayınlanacaktı ve kadın arkadaşımız çok
heyecanlıydı. Kocası, hafif sitemle takıldı ona: "Ne bu halin? Bu
Özcan Deniz de neymiş yahu!" "Hiç kusura bakma" diye diklendi
karısı, "karşıma çıksa 'hayır' diyemeyebilirim." Şaşkınlıkla bu
diyalogu takip ederken gözümün önüne ilk tanıştıkları günler geldi.
Özcan Deniz'in tam zıddı bir karakter olan erkek arkadaşımız çok
tutkundu sevgilisine ve "Nasıl biri?" diye soranlara, "Tam aşık
olunacak kadın" diye mukabele ediyordu her seferinde. İşte bu
tutkuyla aşık olunan, üzerine titrenen, okur-yazar, şehirli orta
sınıfa mensup ve muhtemelen hayatında ona benzer bir erkekle hiç
karşılaşmamış kadını kendine hayran bırakan Özcan Deniz, Asmalı
Konak'tan sonra ufak kıpırdanışlarla geçen uzun durgunluk dönemini
aynı konseptte ama bu kez turistik bir taşra kasabasından orta
büyüklükte bir sanayi şehrine, Bursa'ya terfi etmiş dizi setiyle
bozdu: İstanbullu Gelin. Seymen Ağa, Ürgüp'ten Bursa'ya Faruk
karakterine bürünerek gelirken yanına deli dolu, atak Bahar
karakterini canlandıran Nurgül Yeşilçay yerine, onun iddialarını ve
parıltısını taşıması mümkün olmayan, masum yüzlü, iyimser ama
mücadeleci Süreyya'yı canlandıran Aslı Enver'i almıştı. Nurgül orta
yaşlarını sürüyordu ve bir aktris için "aşık olunacak kadın" yaşını
çoktan geçmişti. Özcan da yaş almıştı tabii ama karizmatik erkek
yaşlanmıyordu belli ki. Üstelik partnerleri giderek
gençleşiyorlardı.
İstanbullu Gelin "gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır",
iddiasına rağmen eski, popüler diziden uyarlanmış olduğunu açıkça
beyan eden ögelere sahipti. Farklı sınıf ve kültürlerden gelen bir
çift, sürekli sınanan bir aşk hikayesi. Sınayanlar ise başta
kendine hanım ağa/hanım sultan muamelesi yapılan bir kaynana olmak
üzere, adeta kadın kadının kurdudur dedirtmek için hikayeye
eklenmiş rekabetçi eltiler, dünürler ve eski sevgililerden
müteşekkil bir ordu. Bu arada, sabık Özcan Deniz dizisini anımsatır
biçimde, mutfakta ve ev hizmetinde çalışan, ana karakterlerden daha
sahici, daha eğlenceli ve oyunculukta daha yetenekli bir alt kadro.
Dikkat ederseniz, her dizinin bir yukarıdakiler/aşağıdakiler
dengesi var son yıllarda. Romantizmin, fantazinin, hülyanın ayarı
kaçmasın, ayaklarımız biraz da yere, ıslak zemine bassın diye bir
kahya, bir aşçı, onun yamağı, temizlik işleriyle uğraşırken bir
yandan da hanenin bilumum dedikodusuna vakıf olabilen bir grup
kadın ve hem şoförlük, hem de vekilharçlık yapan, aslında ailenin
karakutusu da olan bir erkek karakter. Yani Vasıf Öngören'in
Zengin Mutfağı, her popüler dizinin rating başarısını
garantilemek için yan hikayelerle yeniden kuruluyor dizi
setlerinde. İzleyici çoğunluğunun hayatında daha fazla yeri olan
hikayeler çünkü orada yaşananlar.
Senaristlerin Sezen Aksu şarkıları başta olmak üzere, Nazan
Öncel, Ezginin Günlüğü albümlerinde yer alan, dinleyeni can evinden
vuran şarkılarla, best seller olmayan kitaplarla, Nahid Sırrı
Örik'in Eve Düşen Yıldırım'ına yaptıkları gibi güzel
göndermelerle, Şükrü Erbaş şiirleriyle süsledikleri dizinin, her
haftayı bir sonrakine teyelleyen, merak uyandırıcı bir olayla
kapandığını, izlemeyenler için ekleyeyim. Ama bu merak uyandırıcı
ve gerilimli olaylar silsilesinin Yeşilçam filmlerinin vazgeçilmezi
olan yanlış anlamalar ve bundan doğan felaketlerle örülü olduğunu
da söylemeden geçmeyeyim. Bir diziyi izlenir kılabilir bu
felaketler ama fazlası da inandırıcı olmaktan çıkarıyor. Ha,
inanmayı kim istiyor, o da ayrı soru!
***
İstanbullu Gelin, Reşat Nuri'nin Bir Kadın Düşmanı
romanını çağrıştırdı bana bir tarafıyla. Medeniyetten kopup
taşraya, geleneğin, ataerkinin ve muhafazakarlığın hükmündeki
cemaat türü ilişkilerin içine düşen bir "beyaz kadın". Ve o kadını,
özgür ruhuna, hayallerine rağmen kendinden ödün vermeye mecbur
eden, vahşi cazibesiyle baştan çıkaran, aşka küsmüş eşraftan bir
erkek, bir tür Homongolos. Taşralı ve kontrolsüz bir Batı dışı
figür gibi sunulan bu erkek aynı zamanda fantazi nesnesine dönüşme
potansiyeli taşır. Modern görünüşünün, şehirli yaşam tarzının ve
romantizminin yanında, maskülen bir tiptir. Pederşahi bir ailenin,
Boran Ailesi'nin başına geçmiştir. Hadi biraz ileri gidelim, bu
aile bir sultanlıktır. Diziyi, kendisine Esma Sultan denilen anne
karakteri sürüklemektedir zira. Geçen yazılardan birinde
bahsettiğim ekber ve erşed kadındır o. Sultanlığı yöneten Esma,
Asmalı Konak'taki Hanım Ağa Sümbül gibi hane halkını ve en çok da
oğullarını yönetmektedir. Ardından da ulufe dağıttığı Bursa
halkını. Oğullar, ergenlik dönemini aşamamış, aile değerlerini
korumak adına kendilerinden ödün vermeye razı ve bu değerlere saygı
göstermeyenlerle mücadele etmeye hazır karakterlerdir.
.
İşte, hanedanlıkvari bu aileye gelin gelen Süreyya'ya, öksüz ve
yetim bir genç kadın olarak, koruyup kolladığı, güven telkin ettiği
ve müşfik olduğu iddia edilen aile değerleri empoze edilmektedir
biteviye. Hatta empoze edilmekle kalmayıp dayatılmaktadır.
Ailesizliği ve sözde köksüzlüğü, geleneksel bilgiden yoksunluk,
itaatsizlik olarak tariflenen görgü eksikliğinin sebebi olarak
çıkarılmaktadır karşısına. Bu büyük ve güçlü ailenin sultası
altında yaşamakta inat eden Süreyya'nın amacı da, daha ilk günden
kendi ailesini kurmaktır. Faruk karakteriyle izleyiciye telkin
edilen şedit ve mütehakkim olmasına rağmen sadık, romantik ve
korumacı bir geleneksel erkek ideali iken, Süreyya karakteri ile
telkin edilen ise hayatiyetini aile sınırları içinde yaşaması
beklenen, heyecan ve kararlılıkla başlayan kariyer planları öfkeli
itirazlarla karşılaşıp, her denemede evlilik yatağında sönümlenen
bir kadın idealidir. Baştan çıkarıcı taşralı erkek, metropol
kadınını arzuların karşı konulamazlığıyla ve sonsuz aşk vaadiyle
tavlar her seferinde. İlerleyen bölümlerde, ailenin en entelektüel,
halim-selim oğlu Osman'a tutulacak olan İstanbullu avukat Burcu,
kendisini "sahil kasabasına yerleşip domates yetiştirmek isteyen
İstanbullu" olarak tanımlayacaktır.
Metropolden bir aşk uğruna kaçıp "domates yetiştirmeye" heves
edenlerin hep kadınlar olarak gösterilmesine şaşırmıyoruz haliyle.
Süreyya'nın en yakın arkadaşı, barlarda şarkı söyleyerek hayatını
kazanan, cinsel özgürlüğe inanan, hararetli bir sosyal hayatı olan
Dilara'nın kendisine sürekli şiddet uygulayan, gizemli, marazi bir
karakter olan Adem'e sevdalanıp nikahlanarak Bursa'da müzik okulu
açmasına da öyle... Dilara da ailesiz bir kadındır ve evlenir
evlenmez kendisini kaynana-gelin çekişmesinin içinde bulur.
Anne-oğlun koyun koyuna yatmasına itiraz etmeye kalktığında ise
kocasından aldığı cevap: "Üç gündür buradasın, bizim 40 yıllık
ilişkimizle ilgili ahmak kesme"dir! Görüleceği üzere, dizinin kadın
karakterleri, hayata çeşitli dezavantajlarla başlamış olmalarına,
yoksulluk ve yoksunluklarına rağmen daha güçlü karakterlerdir. Ama
sonunda aşka, daha doğrusu bilinmezlerle dolu, tutku ve aile vaad
eden bir erkeğe ve kocalarını kaybedip, oğullarını o kocanın yerine
koymuş annelerine göre şekillendirirler hayatlarını.
***
İstanbullu Gelin, farklı erkeklik performanslarının da
sergilendiği bir dizi. Bu performanslar arasında Faruk'unki her
zaman diğerlerine üstün gelmesine rağmen, onda saygı uyandıran
performans sadece babasının da ahbabı olan ihtiyar çay bahçesi
sahibidir. Kendisine rakip olamayacak, rindmeşrep, babayı temsil
eden bir erkek (ki yine hemen hemen her dizide bunlardan bir tane
karşımıza çıkıyor ve bilgece olduğunu düşündükleri sözler sarf
ediyorlar), bir ayağı İstanbul'da olmasına rağmen küçük şehir
dokusunun parçası olan Faruk'un akıl hocası olabilmektedir.
Diğerleri, sürekli kendisini ispat edip rekabet ederek otoritesini
pekiştirmek zorunda kaldığı erkeklik sahnesinde sergilenen oyunun
yan rollerini paylaşmaktadırlar. Onların varlıkları ve
performansları Faruk'un erkekliğini güçlendirmektedir. Bu
performansa, güce tapan ve celladına aşık olan kadınlar da
katılınca, fallosentrik bir dünya kurulur konakta.
***
Annelerimizin, kocalarından şikayet edenlere "İçkisi-kumarı yok,
karı-kıza gitmiyor, daha ne olsun?" retorik sorusuyla telkin
ettikleri yetinme ve idare etme kültürüyle büyüdük biz. Genç
kuşağın kayda değer bir kısmı için ise partnerleri "Romantik ve
tutkulu olsun, biraz maço olsa da sıkıntı yok." Romantizm ve
tutkunun kaçınılmaz tükenişiyle birlikte maçoluk baki kalıyor. Hal
böyle olunca da, annelerin yetinme ve idare etme kültürü yine
karşımıza dikiliyor. Ama modern hayat o kadar hızlı ve
yalnızlaştırıcı, rekabet o kadar acımasız ve güçten düşürücü ki,
taşraya kaçıp domates yetiştirmek arzusu gibi, kendisine güç
vehmeden, cinsel cazibesi olan, hayatı çekip çeviren bir erkeğe
teslim olmak arzusu da başta bahsettiğim gibi şehirli-orta
sınıf-okur yazar kadınları baştan çıkarabiliyor. İktidar, arzu,
fantazya üçgeninde cinsiyet performanslarının nasıl sergilendiği,
cinsiyet kimliklerini nasıl kurulduğu ve yıkıldığı, bu kimliklerin
geçişkenlikleri de ayrı bir yazı konusu olsun.