Son yazıda, yaşadığımız yerin mahalleye benzemesi için pide kokusuna ihtiyaç olduğunu söylemiştim. Herhalde Ramazan etkisi bu, zira Ramazan pidesinin Türkiye açısından ‘birleştirici’ niteliği göz ardı edilemez! Bana kalırsa bir insanın yaşayabileceği en hoş ve memlekete dair özlenir deneyimlerden biri, fırın önünde pide kuyruğunda beklemesi olabilir. Akşam vakti o kuyruğa girdiğimde ya da giren birilerinin sakin bekleyişini gördüğümde, gün içinde tanık olduğum ve okuduğum berbat gelişmelerin yıpratıcı etkisinin azaldığını hissediyorum. Müsekkin etkisi yapıyor.
Her neyse, konu ‘pide işsizlerin afyonudur’a gidiyor sanki, keseyim burada! Galiba mahalle esnafı görmenin, genel olarak sakinleştirici bir etkisi var. Serserisi kopuğu var mıdır, var tabii, olmaz olur mu! Ancak yine o yönleri görmezden gelip iyi hoş şeylerden söz etmek istiyorum.
Bu kadar rezalete tanık olduğumuz zamanlarda, sizi bilmem ama benim bazı iyilikleri görmeye, insancıl, günlük yaşama dair bir şeylerden söz etmeye ihtiyacım var. Bir arkadaşım, sosyal medya mecraları arasındaki farklardan söz ederken, Twitter'da esip gürleyen tanıdıklarının Instagram'da hep güzel şeyler, mutluluk anları paylaştığını söylemişti! Başkalarından da işittim sonrasında. Doğrudur, çünkü mütemadiyen sosyal medya gerilimiyle yaşayamaz insan evladı. Sokağa çıkıp bir iki normal insan görmeye, bilmem ne yolunun köşesindeki hayratın suyu hakkında konuşmaya, fırın vitrininde dizilmiş ekmekleri seyretmeye ihtiyacı var herkesin. Pastane, fırın vitrinleri ne güzel değil midir hakikaten. Çocukken, bir pastanede gece kapalı kalma fantezisini bir tek ben kurmadım herhalde! Öyle çok pahalı görünenlerden söz etmiyorum. Akademik kokteyllerdeki kuru pastalardan bile dizseler raflara cazip oluyor. Kuzguncuk’ta çok var bu vitrinlerden örneğin. Ankara’nın pastaneleri de güzeldir. Gerçi her şeyi güzeldir Ankara’nın!
Esnafın yaşam tarzı ne kadar değişim geçirdi, bilmiyorum. Benim sıkı ilişkiler içinde olduğum yıllarda, örneğin tatil yapmazlardı. Ben insanların ailece tatile gittiğini, üniversitede fark etmiştim. Özellikle memur ailelerini. Oysa biz bir kez bile birlikte tatil yapmadık. Esnaf, dükkânı bırakıp bir yere gidemez kolay kolay. Böyle bir kültürü yoktu. Belki şimdi değişmiştir. Bırakın tatili, babam ve esnaf arkadaşlarıyla yaşadığım sinema macerasını bile unutamıyorum. Yalnızca bir kez, babam ve beraberindeki esnaf temsilcileri (!), birlikte sinemaya gitmeye karar vermişlerdi. Ben de yanlarında. Gidilecek film, yıllardır her Ramazan’da birkaç kanalda gösterilen şu meşhur “Çağrı”. Çok ses getirmişti o yıllarda. Beş altı kişi, hep birlikte durağa gittik. Film Karagümrük’te bir sinemada gösteriliyordu. Durakta uzun süre bekledik. Otobüs-minibüs gelmedi. Vazgeçtiler ve geri döndük. Oturup çay içtiler dükkânda. Hâlâ hatırladıkça çok gülüyorum bu saçmalığa. Belki de yalnızca esnaftan beklenebilecek, gereksiz ve sonuçsuz bir girişimdi!
Esnafın ömrü hayli dar bir alanda geçer. Belki de bu yüzden bir yandan tutucudur, diğer yandan gelişmeleri herkesten fazla takip eder, o dört duvarı aşmak için. Ziyadesiyle sıkıcı bir hayat aslında. Sabahın köründen akşamın karanlığına kadar bir iş yerinde. Katlanılması kolay değil. Tabii yapılan işin niteliğine göre, çok sayıda müşteriyle muhatap olabiliyorlar. Bu nedenle, deneyimli olanları insan sarrafıdır. Kim samimi, kim laubali, kim fırsatçı, kim yalancı ve kim hakikaten saygı duyuyor, anlar esnaf dediğin. Ona göre davranır.
Ölçülü, laubaliliğe meyletmeyen bir samimiyete değer verir. Herkes gibi esnaf da, kendisine saygı duyanı, anlayışlı davrananı sever, sayar, yardımcı olmaya çalışır. Belli kalemlerde pazarlık meşru görülür, ancak abartmamak kaydıyla. Kimi müşteri insanı bezdirir hakikaten. Hele ki, “Şu mağazada senin yarı fiyatına veriyorlar” diyen müşteriden hiç hazzetmezler, bilginize! Babamın çok işlevsel bir taktiği vardı bu tarza karşı. Bir müşteri pazarlığın böylesine başladığında, bir noktada “Sen git oradan o fiyata al, getir bana sat, ikimiz de kazanalım” derdi. Zevzekliğe gelemiyordu rahmetli!
Dört duvar arasında yaşam süren küçük esnaf, ticaret yapanlar içinde ekonomik bakımdan hayli kırılgan bir kesim. Bir ay sonra ne olacağı belli değil. Bu nedenle memurlara özenirler içten içe ve memurlar bunu bilmez! Sınırlı bir kârla, sürekli belirsizlikle ev geçindirmeye, çoluk çocuk okutmaya çalışmak kolay değil. Çoluk çocuk demişken… Birbirinin ailesini de koruyup kollar iyi ve eski esnaf. Tam kapitalistleşmemenin güzelliğini yaşatır müşterisine. Herhalde hepiniz karşılaşmışsınızdır, diyelim bir terzide, ‘Ne verirsen, siftah senden bereket Allah’tan.’ Değerli bir tavır bu.
Esnafın tamirci olanı bambaşka bir fasıl. ‘Ustalık.’ 1970’lerde, bizim muhitte bazı ustalar özel yetenekleriyle tanınıyordu. En iyi motorcu. En mahir kaportacı. En becerikli boyacı. İsimlerini bile hatırlıyorum bu insanların. Fakat oto tamircileri, tesisatçı ya da nalbur gibi, her semtte karşılaşılabilecek iş yerleri değil. Bir de özel servisler açılıp ustalar üniforma giyince, işin seyri epey değişti. Servisler, hem tamircileri hem de yedek parçacıları çok olumsuz etkiledi uzun süre. Şimdi yine ters yönde bir dönüşüm var görebildiğim kadarıyla. Yetkili servisler daha da pahalı hale geldikçe, tamirhaneler ve özel servisler popüler olmaya başladı. Bir de, eskisi kadar olmasa da çocuk işçiliğinin yaygın olduğu sektörler bunlar ne yazık ki.
Gelelim en sevdiğim esnaflardan, marangozlara…
Marangozluk çok etkileyici bir meslek ve yetenek. Peygamber mesleği de denir, malum. Marangozluk yapan büyük oyuncular, sanatçılar, hatta devlet başkanları var. Bir yöneticinin böyle bir zevki, uğraşı, inceliği olması önemli bir şey. Şimdilerde pek nadir ne yazık ki. Hırçınlıklarının bir nedeni de yeteneksizlikleri, ellerinden hiçbir iş gelmemesi olabilir! Bence bir marangozu olan mahalleler diğerlerinden daha şanslı. Marangozhanenin vitrini olmaz. Genellikle çoğu kanadı kapalı, talaş bulaşmış demir kapıları vardır. İçeriye adımınızı attığınız anda talaş, tutkal ve kereste kokusu, üzerinize yapışan toz zerrecikleri. Ağzı yüzü ince talaşa bulanmış çalışanlar. Hızar biraz korkutucudur ama bir köşesinde tutkallı malzemeyi yapıştırmak için kullanılan işkence ve farklı boyutlarda planyalar olan dar uzun tezgâh, huzur verir. İnsanın yaratıcı gücünü harekete geçiren mekânlar marangoz atölyeleri.
Bir çocuk büyürken, başka pek çok şeyle birlikte talaş ve tutkal kokusuyla karşılaşıp bir marangoz işi inceliğine tanık olmalı. Bir uğraşın, zanaatın değerini görerek yetişen insanların olup biten her şeye, diğerlerinden daha mülayim bakma ihtimali olduğunu sanıyorum. Ağaca dokunuyor, ona küçük keskilerle şekiller veriyor olmak, başlı başına bir yaşam deneyimi. Ayrıca, hadi geçtim büyük ve maliyetli eşyaları, evde bir şeyler kırılıp döküldüğünde tamir edecek birinin hemen yan sokakta olduğunu bilmek de çok iyi bir şey. Hele bir de o tamir sırasında seyretme şansı varsa, daha da güzel. Sabır öğreten işlerden biridir. Uzun yol şoförlüğü, kamyonculuk, tırcılık gibi.
Çocukken yan sokağımızdaki marangoz rahmetli Hasan Usta’nın atölyesine giderdim sık sık. O da beni sevdiğinden tezgâhlardan birini kullanmama izin verirdi. Saatlerimi, bir şeyleri yontarak, çeşitli oyuncaklar yapmaya çalışıp beceremeyerek geçirirdim. Bazen, nefis kokulu ince ve kalın talaşı gazete kâğıtlarına sarıp eve getiriyordum. Sobalı evler için büyük nimettir talaş paketleri. Marangozhanede hiçbir şey ziyan olmaz. Fakat ne yazık ki işin tehlikeli yanları da var. Çoğu marangozun bir iki parmağı eksiktir. Babam benim için de endişelenince, birkaç yıl sonra gitmeme izin vermek istememişti. Allah rahmet eylesin, Hasan Usta kahramanlarımdandı.
Ankara’daysa, Ulus’ta Abdullah Usta’yla arkadaş olduk. Gomalak cilanın inceliklerini öğretti. Yıllarca gidip geldim dükkânına. Çok iyi biridir. Bak şimdi, gomalak özlediğimi fark ettim! İspirtonun içine ne kadar koyduğunuz, nasıl çözüldüğü, ahşap zemine neyle sürdüğünüz, sürme şekliniz, tutturup tutturamamanız… Ahşap tamiri ve cilasıyla uğraşmak başka bir şey düşünmesine izin vermiyor insanın. Balık tutmak gibi. Tutmasanız da saatlerce elinizde oltayla su kenarında ya da kayıkta beklemenin huzuru. Şöhretli cilacılar, tamirciler vardır şehrin orta halli semtlerinde. Adını hatırlamıyorum şimdi, Ankara’da böyle biri vardı. Bir ceviz sandalyeyi cilalamak için son çivisine kadar söküp günlerce uğraşırdı. Biraz maliyetliydi ama meraklısı, onun cilasına değdiğini düşünüyordu. Müthiş bir şey değil mi, böyle biri olmak. Şimdi bu nitelik ve yetenekte biri kazara hukuk okuyup Allah vermesin hâkim, savcı filan olsaydı, ne büyük bir kayıptı antika eşya sahipleri ve Türkiye açısından...
Ahşap sevgisi modaya dönüşünce işler değişmeye başladı. 1990’larda orta sınıf ahaliyi ‘antika’ merakı sardı Ankara’da. Zaten o tabaka neye merak sarsa onu berbat eder. Antika ile eski farklı şeylerdir ve bir eşyayı antika yapan eskilik dışında niteliklerinin olması gerekir. Ancak yeter ki evimde eski püskü bir büfe ya da şifonyer olsun telaşına düşünce insanlar, hem fiyatlar arttı hem de esnaf bozuldu. ‘Eskitme’ diye bir saçmalık çıktı mesela. Eski ya da değerli değil ama eskitilmiş ve sen onu sırf eskiye benzediği için alıyorsun!
Laminat, lamine ve sıkıştırılmış malzeme ile sunta konularına hiç girmeyelim isterseniz, tahammül edilir gibi değil. Suntadan iyi bir şey yapılamaz, mümkün değil! Bir de unutmadan, merak eden olursa diye söylüyorum, bizim memlekette işçilik hem iyi hem de Batı'daki muadilleriyle karşılaştırıldığında, ucuz. Hekimler gibi, marangozlarımız da yetenekli insanlar.
Küçük de olsa bir marangoz bulunsa mahallede, bence hiç fena olmaz. Estetik duygusunu güçlendirir çoluk çocuğun ve mahalleli talaş kokusundan mahrum kalmamış olur.
Tüm tamirhanelerde, özellikle marangoz atölyelerinde çalışan çırak ve kalfaların 19 Mayıs Bayramı kutlu olsun…