'Ölü mahzeni' anlamına gelen The Charnel-House, 1920’lerden başlayarak konstrüktivist, fütürist, modernist hareketlerin Sovyetler Birliği’nde nasıl bir fırtına estirdiğini etraflıca açıklayan bir arşive sahip. Sitenin başında bulunan ve mimarlık üzerine çalışmalarıyla öne çıkan ABD’li yazar ve tarihçi Ross Wolfe bize Sovyet mimarisi, şehir plancılığı ve sanat akımları hakkında oldukça dikkat çekici şeyler anlattı.
İçinde yaşadığımız çağın ve toplumun hakim sosyo-ekonomik
düzeni, gündelik hayatımızın estetiğini ne yönde etkiler? Sokaklar,
binalar, şehirler, caddeler, odalar, meydanlar, salonlar… bize ne
anlatır? Mülkiyet ile kurduğumuz ilişki, tüm bu saydıklarımızı
nasıl şekillendirir?
Cebimize bu soruları koyup geçmişe baktığımızda Sovyetler
Birliği’nin tarihe sıra dışı bir örnek sunduğunu görüyoruz. Tabii
bu sırada kulağımıza, bilgisizlik kaynaklı başka bazı sorular
çalınıyor: “Sovyetler’deki mimari neden bu kadar depresif?” ya da
“Sovyet şehirleri neden sanattan yoksun ve hep karamsar?” Daha önce
hem Sovyet mimarisinin-şehir plancılığın depresif olduğu mitini hem
de barınma hakkını konuşmuştuk. Ancak tartışmaların sürekliliği
gösteriyor ki Sovyetler Birliği’nin özellikle erken dönemlerinde
attığı adımları tekrar tekrar incelemek gerekiyor.
Bu doğrultuda sıkça faydalandığımız bir site var: The
Charnel-House(1). Fransız mimar Le Corbusier’nin
(1887-1965) “Dünyamız tıpkı bir ölü mahzeni gibi ölmüş çağların
kalıntılarıyla dolu” sözünden ilhamla ‘ölü mahzeni’ anlamına gelen
The Charnel-House, 1920’lerden başlayarak konstrüktivist, fütürist,
modernist hareketlerin Sovyetler Birliği’nde nasıl bir fırtına
estirdiğini etraflıca açıklayan bir arşive sahip. Bu yüzden sitenin
başında bulunan ve mimarlık üzerine çalışmalarıyla da öne çıkan
ABD’li yazar ve tarihçi Ross Wolfe ile konuşmanın yerinde olacağını
düşündük. Wolfe bize Sovyet mimarisi, şehir plancılığı ve sanat
akımları hakkında oldukça dikkat çekici şeyler anlattı. Söz
kendisinde…
NASIL BAŞLADI?
Öncelikle The Charnel-House blogunuzdan söze
başlamak isterim. Acaba biraz hikayesinden bahsedebilir misiniz?
Nasıl başladı? Nasıl devam ediyor?
The Charnel-House’u 2008 yılında, Penn State Üniversitesi’ndeki
tarih ve felsefe lisans eğitimimi tamamladıktan yaklaşık bir yıl
sonra kurdum. Yani ilk paylaşımlarım aslında sadece Spinoza,
Liebniz, Schelling ve Hegel üzerine yazdığım makalelerden ibaretti.
Bu dönemde, Alman idealizminin bir mihenk taşı olduğunu düşünen
daha sonraki teorisyenleri de okumaya başladım: Georg Lukács,
Walter Benjamin, Max Horkheimer, Theodor Adorno, Henri Lefebvre, ve
Slavoj Žižek gibi figürleri okudum. Ancak Marksizme olan ilgimi
derinleştirecek olmalarına rağmen henüz onlar hakkında bir şey
yazmamıştım.
Daha sonra Chicago Üniversitesi’nde yüksek lisans programına
dahil oldum. Burada Moishe Postone’dan bazı dersler aldım ve daha
ciddi bir şekilde Marx’ı incelemeye başladım. 2000’lerin
ortalarında dahil olduğum savaş karşıtı hareketler ve başta
Troçkist örgütler olmak üzere çeşitli sekter yumuşak cephelerle
karşılaşmam sebebiyle Marx ve Marksizme aşinaydım. İlgim öncelikle
erken Sovyet tarihine yönelikti, sempatim ise Lenin’in ölümünden
sonra ardıl olma mücadelesine giren Sol Muhalefet ve Troçki’ye
yönelikti. Böylece 2011’de yarı düzenli olarak blog yazarlığına
geri döndüğümde güncel siyaset ile birlikte Marksist teori ve
Sovyet avangardıyla bağlantılı tarih meselelerine dair sözler
söylemeye başladım.
Chicago’da büyük tarihçi Sheila Fitzpatrick'in öğrencisiydim.
Bana Vladimir Paperny’nin dudak uçuklatan Culture Two:
Architecture in the Age of Stalin (İki Kültür: Stalin Çağında
Mimarlık) isimli kitabını okumamı tavsiye etti. Paperny bu kitabı
ilk olarak 1970’lerin sonlarında yazmıştı ancak SSCB’de o kadar
tartışmalıydı ki sadece Batı’daki matbaalar arasında el altından
dolaşıyordu. Her ne kadar tüm iddialarına katılmasam da göz alıcı
ve kapsamlı bir kitap. Daha sonra Boris Groys’un Total Art of
Stalinism’ini (Stalinizmin Toplam Sanatı) okudum ama sonra
geri dönüp Anatole Kopp’un Town and Revolution (Kasaba ve
Devrim) kitabını okudum. Chicago’dan New York’a taşınınca yakın
zamanda hayatını kaybeden Jean-Louis Cohen ile temasa geçtim ve
ondan bazı dersler aldım.
Yaklaşık altı veya yedi yıl boyunca blogu oldukça sık, hatta
bazen haftada birkaç kez güncelledim. O zamanlar iş durumum biraz
daha düzensizdi, bu yüzden daha sık paylaşım yapabiliyordum. İçerik
biraz daha değişikti. Bazen güncel olaylara dair öylesine yorumlar
yazarken bazen de daha resmi analizler yayınladım. Bazen de göz
ardı edilen, nadir makaleleri daha geniş bir okuyucu kitlesini hak
ettiğini düşündüğüm için yeniden yayınladım. Sanat ve mimariye dair
gelişmeler söz konusu olduğunda, çeşitli modernist dergiler ve
yayınlar da dahil olmak üzere elimden geldiğince en yüksek
çözünürlüklü görsellere yer vermeye çalıştım. Bazı gönderileri
değer verdiğim tekil düşünürlerin yazılarının PDF’lerini içerecek
şekilde ayırdım.
Son yıllarda öğretmen oldum ve bu da çok daha fazla zamanımı
alıyor. Blogum o zamandan beri pek aktif değil ama yine de ara sıra
paylaşım yapıyorum. İlgi duyduğum konularda araştırmalar yapmaya
devam ediyorum. Brooklyn Rail, Situations, Rethinking Marxism ve
Datacide gibi yayınların yanı sıra The Architect's Newspaper,
Metropolis ve Archithese gibi mimarlık dergilerinde çok sayıda
makale yayınladım. Şu anda Marksist aile teorisine ilişkin büyük
bir proje üzerinde çalışıyorum. Yine de bir noktada daha aktif
şekilde blog yazarlığına dönmeyi umuyorum.
Ross Wolfe
‘MODERN MİMARİNİN EN İLERİ NOKTASI’
Genelde Sovyet mimarisine dönük bir takım önyargılar
var. Onun ‘depresif’ ya da ‘kaba’ olduğunu savunanlar az değil. Bu
noktada Sovyetler Birliği’nde konstrüktivist-fütürist sanat ile
mimarinin ilişkisi hakkında biraz konuşmak istiyorum. Özellikle de
ilk 20-30 yıllık dönemine yoğunlaşabiliriz. Siz bu dönemi hesaba
katarsanız eğer Sovyet mimarisine dair neler
söyleyebilirsiniz?
Kübo-fütürist, süprematist ve konstrüktivist sanatın kasvetli
olduğunun düşünüldüğünden emin değilim. Çoğu zaman, çok soyut
bulunmuş ya da temel şekillerin çocukça basitliği nedeniyle bir
kenara atılmıştır. Şimdi daha çok odaklandığım konu olan mimariye
geçelim. Modern SSCB mimarisinin mirasını çevreleyen bir dizi
yanlış algılamalar var. Sovyetler Birliği’nde farklı modernizm
dalgaları vardı: 1- Yirmili yılların başından itibaren otuzların
ilk yıllarına kadar süren ‘cüretkâr’ avangart -ki birkaç ikonik
işçi kulübü ile bir avuç başka yapı inşa etse de büyük ölçüde kağıt
üzerinde kalmıştır. 2- Kruşçev döneminde işlevsel formların yeniden
canlandırılması. Aslında toplu konut ihtiyacına cevap olur ve bazı
önemli hükümet binaları böylece inşa edilir. 3- Geç Brejnev
döneminin ‘yarı-brutalizmi’. Çoğunlukla bir önceki dönemin üslubunu
korusa da Batı’dan gelen biçimsel unsurları entegre ederek devam
eder.
İnsanlar Sovyet blokovi’sini (блокови) ya da Doğu Alman
plattenbauten’ini düşündüklerinde genellikle akıllarına
ikinci ve üçüncü dalgalar gelir. Oldukça kısa bir sürede bu kadar
çok insanı barındırmayı başarmış olmaları etkileyici olsa da
gerçekte bunların çoğu, özellikle de hruşçovka’lar
(хрущёвки), adı çıkmış şekilde düşük kaliteydi. Gevork
Hartoonian’ın editörlüğünü yaptığı The Visibility of Modern
Architecture seçkisine Sovyet modernizminin 50 ve 60’lı
yıllarına dair bir bölümde katkıda bulundum. Burada Marx’ın Hegel’i
düzelterek olayların tarihsel olarak nasıl iki kez gerçekleştiğine
dair söylediği sözden yararlandım: önce trajedi, sonra komedi
olarak. Kruşçev, Stalinist siyasi yapıyı sürdürmesine rağmen bazı
açılardan SSCB'nin son ütopik lideriydi. Ancak dönemin mimarisi,
devrimin hemen sonrasındaki yıllardan bir derece ilham alsa da
soluk bir taklitten başka bir şey değildi.
Erken dönem Sovyet mimari avangardı daha ileri görüşlüydü ve
tartışmasız dünya çapında modern mimarinin en ileri noktasındaydı
(özellikle yirmili yılların ikinci yarısında). Bilinçli olarak
geniş bir Avrupa-Amerika hareketinin parçasıydı, Walter Gropius ve
Le Corbusier’in metinleri çevrildi, aynı zamanda
Vkhutemas(2) ile Bauhaus(3)
arasında öğrenci değişimleri oldu. Başlangıçta, tasarımları
özellikle eski ressamlar ve heykeltıraşlar tarafından yapılan
yapıların çoğu oldukça fantastikti. Tatlin ve Lissitzky bu açıdan
örnek niteliğindedir, ancak Nikolay Ladovski ve takipçileri bu
konuyu daha da genişletmişlerdir. Iakov Chernikhov, mimari
fantezileriyle belki de bu eğilimin zirvesiydi. Vesnin Kardeşler ve
Moisei Ginzburg'dan başlayarak Sovremennaya Arkhitektura
(Современная архитектура) dergisi etrafında çevrelenen OSA
(Modern Mimarlar Örgütü) grubu ortamıyla daha sonra daha işlevsel
tasarımlar geldi.
Bu dönemde nispeten az sayıda avangart bina fiilen tamamlandı.
Kısmen Sovyetler Birliği'nin o zamanki düşük teknoloji seviyesinden
dolayı. Kısmen de devletin o dönem daha istekli önerileri
üstlenecek merkezi bir yetkisinin olmaması nedeniyle. İnşa
edilenlerden çok daha azı bugüne ulaştı. Üstelik kalanların çoğu da
oldukça kötü durumda. Konstantin Mel'nikov'un Rusakov İşçi Kulübü,
Ilya Golosov'un Zuev İşçi Kulübü, Ginzburg'un Narkomfin binası, Noi
Troçki'nin Pravda binası, Ivan Nikolaev'in Tekstil Enstitüsü ve
Mikhail Barshch'ın planetaryumu. Çoğu zaman orijinal plana çok az
önem verilerek yeniden tasarlandıklarından veya elden
geçirildiklerinden binalarda birçok modifikasyon yapıldı. Birkaçı,
restorasyon hesaba katılarak yenilenmiştir. Ancak bugün çoğu,
acınası bir durumda.
Bu binaların depresif görünmesine gelince, sanırım bu bir zevk
meselesi. Şahsen ben aynı binaları zarif ve yenilikçi buluyorum.
Erken Sovyetler Birliği'ndeki düşük teknoloji seviyesi nedeniyle
avangart mimarlar, hayal ettiklerini kitlesel ölçekte inşa
edemediler. Sadece oldukça az sayıda projeyi tamamlamayı
başarabildiler. Bu binaların oldukça istisnai olduğu göz önüne
alındığında, hiçbir zaman Hruşov dönemindekiler gibi monoton
olmamaları şaşırtıcı değil. Bununla birlikte karşılaştıkları
teknolojik sınırlamalar nedeniyle, inşaata yaklaşırken akıllıca
davranmaları gerekiyordu. Malzeme çeşitleri ve inşa yöntemleri
sınırlıydı, ancak çoğu zaman çok yeni çözümler geliştirdiler.
Rusakov İşçi Kulübü
ÖZEL MÜLKİYETİN YOKOLUŞU VE BİR ŞEHİR PLANLAMAK
Bahsettiğimiz dönemde şehir plancılığının da Sovyetler
Birliği’nde önemli bir konu olduğunu görüyoruz. Hatta takibindeki
yıllarda da Sovyet şehirlerinin belirli bir biçimde inşa edildiğini
görüyoruz. Bu anlamda konstrüktivizmin/fütürizmin Sovyet şehir
planlamasına neler kattığını söyleyebilirsiniz? Bazı örneklerden
bahsedebilir miyiz?
Sovyet avangardının ileri görüşlü niteliği, başka hiçbir yerde
şehir plancılığına nihai geçişi kadar belirgin değildir. Burada
sadece tekil binaları, hatta mahalleleri değil; aynı zamanda insan
yerleşimlerinin yapılandırılmasını ve yeniden derlenmesini da
düşünüyorlardı. Başlangıçta sosyalist şehirlerin neye benzeyeceğine
dair dağınık fikirler vardı. Ancak 1928 ve 1929 civarında bunu daha
büyük ölçekte düşünmeye doğru kararlı bir değişim gerçekleşti.
Bunun bir kısmı Gosplan gibi merkezi devlet kurumlarının varlığıyla
kolaylaştırıldı. Ginzburg, Ekim 1928'de bu konuya şu sözlerle
dikkat çekmişti: “Toplumsal örgütlenmemizin özel karakteri ve
mevzuatımızın ayrıntılı hükümleri, modern mimariye büyük olanaklar
sağlıyor. Özel arazi mülkiyetinin olmayışı ve buna eşlik eden özel
çıkar çatışmalarının yokluğu, engelsiz şehir ve bölge planlamasının
koşullarını yaratıyor.”
Buna karşın şehir planlamasına nasıl yaklaşılması gerektiği
sorusu Sovyet avangardında yaşanan bir bölünmeyi hızlandırdı. Sözde
‘rasyonalistler’in yer aldığı ASNOVA grubu (Ladovski, Dokuçayev,
Lissitzky) ile ‘konstrüktivistlerin’ yer aldığı OSA grubu
(Ginzburg, Vesnin kardeşler, Barshch, Khiger, ve diğerleri)
arasında zaten bir görüş ayrılığı vardı. Bu noktada
konstrüktivistler kendilerini ‘urbanizm’ ve
‘disurbanizm(4)’den taraf olarak ayrıştırdılar.
Planlamacı Leonid Sabsoviç liderliğinde ilerleyen ve Vesnin’lerin
de katıldığı ilk grup, kabaca kişi başı 50 biner nüfusla
standartlaştırılmış yerleşimlerden yanaydı. Mikhail Okhitovich’in
liderliğinde ilerleyen ve Ginzburg ile Barshch’ın katıldığı ikinci
grup ise bunun yerine tüm araziye yayılan, radikalce
merkezsizleşmiş mesken birimleri fikrini destekledi.
Rasyonalistlerin şehir planlaması konusunda da kendi fikirleri
vardı ve bu fikirler bunların hiçbirine tam olarak uymuyordu.
Bütün bunların amacı Marksist teoride arzulanan şeylerden birini
çözmekti: komünizmin ortadan kaldırmayı amaçladığı kent ile kır
arasındaki antitez. Bu tema, Marx ve Engels'in birlikte yazdıkları
Manifesto'dan Engels'in tek başına yazdığı Konut
Sorunu çalışmasına kadar uzanıyordu. Modern kültürün faydaları
sanayileşmiş şehirlerde yoğunlaşma eğilimindeydi, ancak zararları
da aynı şekilde. Bu sırada kırsal kesimde, özellikle de Sovyetler
Birliği'nin ilk on yılında hâlâ hüküm süren köylü ekonomisinde geri
kalmışlık hüküm sürüyordu. Gözlerden uzak ve ilkel olmasına rağmen
doğaya daha özgür erişim ve sağlıklı bir yaşam tarzı vardı. Yeri
gelmişken söyleyelim, bu antitez bugün kapitalizmde bir sorun
olmaya devam ediyor. Kapitalist şehirlerin banliyöleri kentsel ve
kırsal yaşamın en kötü yönlerini birleştiriyor.
Otuzlu yılların başlarına kadar şehir planlaması konusunda bazı
parlak incelemeler yazıldı ve Nikolai Miliutin'in Sotsgorod’uyla
(‘Sosyalist Şehirlerin’ kısaltması - Соцгород) doruk noktasına
ulaştı. Ancak bu fikirlerin herhangi birini uygulamaya koymak için
çok az fırsat vardı. Sovyet hükümeti 1930'da mimarları ve
planlamacıları Moskova'nın bazı bölümlerinin yeniden tasarlanmasına
yardım etmeye davet etti ve bir dizi modernist, kendi önerilerini
sundu. Bunların hiçbiri ile asla ilgilenilmedi. Diğerleri, Birinci
Beş Yıllık Plan sırasında hızla genişlemekte olan Magnitogorsk
şehri için kent planları hazırladılar ve sonunda Alman planlamacı
Ernst May göreve getirildi. Neoklasik bir tasarımın tercih edildiği
Sovyetler Sarayı(5) yarışmasının ardından Sovyet
mimarisinde Stalinist bir dönemeç yaşandı. Bu durum, gösteri ve
geçit törenleri için kullanılan tarihselci cephelerle çevrili geniş
ve etkileyici bulvarların şehir plancılığına da sıçradı.
DEVRİMCİ HARETLERİN DEVRİMCİ SANATLA BAĞI
Tüm bu konuştuklarımızı düşününce sanırım biraz da Ekim
Devrimi’nin rolüne değinmek gerekiyor. Söz konusu dönemde ortaya
çıkan eserlerin Ekim Devrimi ile ilişkisini nasıl kurmak gerekiyor?
Aslında mülkiyet ilişkisine değindiniz ancak biraz daha açmak
gerekirse eğer neden konstrüktivist mimarinin dikkat çekici
örneklerine Sovyetler Birliği’nde rastlıyoruz? Bunun sosyo-ekonomik
sistemle olan ilişkisi nedir?
Daha önce de belirttiğim gibi, SSCB'nin kendine özgü sosyal
koşulları (ya da en azından vaatleri) modern mimarlar için çok
çekiciydi. Kabaca, iki savaş arasındaki modern hareket, benim bir
tür ‘mezhep ayrımı gözetmeyen sosyalizm’ olarak düşündüğüm şeye
sadık kaldı. Erken dönem Bauhaus'un büyük temsilcilerinden Lyonel
Feininger, 1919'da Sosyalizm Katedrali başlıklı bir gravür
yaptı. Birçok Fransız ve Alman modernist, kendi ülkelerindeki
Yeni Rusya Dostları topluluklarına üyeydi. André Lurçat
Fransa Komünist Partisi (PCF) üyesiydi, Hannes Meyer de Almanya
Komünist Partisi’nin (KPD) üyesiydi. Sovyetler Birliği daha geniş
şehir ve bölge planlamasına giriştiğinde Bruno Taut, Erich
Mendelssohn, Ernst May ve daha pek çok kişiyi kendilerine katılmaya
davet etti. Açıkça görüldüğü üzere Sovyet mimarların komünist
bağlılıkları daha belirgindi.
Her ne kadar aşırı basitleştirme riski taşısa da devrimci
toplumsal ve siyasi hareketler ile devrimci sanat ve mimari
hareketler arasında geniş bir bağlantı olduğuna inanıyorum. Daha
önce birçok kişi, sanatsal yenilikçilerin, siyasi öncülerini örnek
alarak kendilerini biçimlendirdiklerine ve ilkinin, çeşitli kamuya
açık beyanlarında ikincisinin ‘manifesto tarzını’ taklit ettiğine
dikkat çekti. Ancak ikisi arasındaki bağlantı sanıldığından daha
belirsizdir. On sekizinci yüzyılın sonlarından yirminci yüzyılın
başlarına kadar ve hatta bunlara giden bir süre boyunca yaşanan
sosyal ve politik ayaklanmalar, tüm geleneksel kesinlikleri şüpheye
düşürdü. Hızlı teknolojik yeniliklerle birleşen bu belirsiz
koşullar, sanat ve mimariyi krize soktu. Bu, sanatta olduğu kadar
felsefe ve epistemolojide de geçerliydi. Kant'ın uzay ve zaman
anlayışına göre modernitenin, algının estetik temellerini bile
değiştirdiğini söyleyebilirim.
Yani, Ekim 1917'den bile daha büyük bir ölçekte, yaklaşık bir
yüzyıl öncesine uzanan, modernitenin değişen sosyo-politik
koordinatları, daha sonra farklı şiirsel ve resimsel hareketlerin
ortaya çıkmasına neden oldu. Bazı teorisyenler kültürel bir
gecikmeden söz ediyor; kültür alanındaki olgular ancak sosyal ve
ekonomik benzerlerinden bir süre sonra ortaya çıkıyor. Mimarlık bu
diğer mecraların çok daha gerisinde kaldı. Belki de bunun nedeni
bir bina inşa etmek için kaynakların bir araya getirilmesi,
izinlerin alınması, işçilerin işe alınması vb. gibi çok fazla
gerekliliğin olmasıydı; ne de olsa şairlerin yalnızca kaleme ve
kağıda ihtiyacı var. Modern mimarinin kökenleri genellikle on
dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar uzanırken, modern resim ve şiir,
realizm ve empresyonizme veya geç romantizm ve birkaç on yıl
öncesine ait sembolizme geri dönebilir.
Ancak sizin bahsettiğiniz konuya gelecek olursak, Bolşevik
Devrimi'nin modern mimarların ve şehir plancılarının hayal gücünü
ele geçirdiğini düşünüyorum. Erken dönem Sovyetler Birliği, tüm
teknolojik geriliğine rağmen, iki savaş arası dönemde diğer
ülkelerin ötesine geçen bir şekilde onlara hitap ediyordu. Elbette
bu mimarların ve planlamacıların çoğu ideolojik olarak tutarsız ve
her şeyden önce fırsatçıydı: Le Corbusier fikirlerini ilk olarak
liberal enternasyonalistlere aktardı, Cenevre'deki Milletler
Cemiyeti için bir tasarım önerdi, ardından yüzünü Marksist
enternasyonalistlere çevirdi ve birkaç yıl sonra Sovyetler Sarayı
yarışmasına katıldı; daha sonra Fransa'daki faşist Vichy rejimiyle
çalıştı. Yine de Sovyetler Birliği'ndeki mimarların ikna olmuş
komünistler olarak öne çıktıklarını görüyoruz. Konstantin
Mel'nikov, diğer pek çok kişi gibi, Stalinizmin kısıtlamalarından
rahatsızdı, ancak konstrüktivistlerin çoğu devrimin gerçek bir
taraftarıydı.
Görüşlerine büyük saygı duyduğum kimileri de dahil olmak üzere,
herkes bu konudaki duruşumla aynı fikirde değil. 2019'un sonlarında
Jean-Louis Cohen ile röportaj yaptığımda onun bu konudaki görüşünü
almaya çalıştım. Kendisi bu fikre şüpheyle yaklaştı ve bana şunları
söyledi: " [Devrimci toplumsal koşullar ile devrimci mimari
arasında] zorunlu bir bağlantı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü
Rusya'da devrimin hemen ardından yapılan planların çoğuna
bakarsanız son derece muhafazakar olduklarını görürsünüz: eklektik,
neoklasik. Gerçekten de mimarlığın daha deneysel arayışlara girmesi
biraz zaman aldı.” Ancak daha sonra, modern toplumda mimarlığın
değişen müşterisi hakkında ilginç bir tartışmayı vurguladı.
Mimarların yapıları yalnızca özel müşteriler (güçlü siyasi aileler,
zengin tüccarlar veya kilise gibi dini kurumlar) için tasarladığı
önceki toplumsal oluşumların aksine, modern mimari kitlelere hitap
ediyor.
Iakov Chernikhov
TARİHİN GERÇEKLEŞMESİ DURUNCA
O halde bugünün mimarisi ve şehir plancılığına dair
neler söyleyebilirsiniz? Söylediklerinizi dikkate alarak bugünkü
mimari ve şehir plancılığının daha az dikkat çekici ve daha az
heyecan verici olduğu yorumunu yapabilir miyiz?
Mimarlık, sanat ve edebiyat alanında içinde bulunduğumuz zamanda
çok az şey benim ilgimi çekiyor. Hâlâ ara sıra iyi filmler çıkıyor,
ama bunun nedeni belki de daha genç ve henüz olanaklarını tam
olarak tüketmemiş bir araç olmasıdır. Çağdaş sanata, mimariye ve
benzeri şeylere olan tiksinmemin muhafazakarlıktan kaynaklandığını
düşünmüyorum. Daha ziyade, bunun nedeni tarihin - sağlam bir
Hegelci anlamda insan özgürlüğünün zaman içerisindeki
ilerleyişinin- bir asırdan fazla bir süre önce gerçekleşmesinin
durması olabilir diye düşünüyorum. Bu duraklamanın kültür alanına
yansıması biraz zaman aldı. Öte yandan ‘yüzyıl ortası modernin’
yükselişe geçtiği savaş sonrası döneme gelindiğinde, bu biçimlerin
bir zamanlar sahip olduğu her türlü devrimci potansiyel çoktan
kaybolmuştu.
Yine de hâlâ olağanüstü işler üreten bazı mimarlık tarihçileri
ve mimarlık eleştirmenleri var. Yalnız aralarındaki en iyiler,
tarihsel çıkmazın ve anlamlı bir değişime yönelik acımasız
görünümün farkındadır. Başta Manfredo Tafuri olmak üzere son otuz
yılda en iyi tarihçilerin ve eleştirmenlerin çoğu öldü. Son beş
yılda da iki diğer isim Michael Sorkin ve Jean-Louis Cohen hayatını
kaybetti. Altmışlı ve yetmişli yıllarda çalışmaları oldukça öncü
olan Kenneth Frampton, son birkaç yılda kitaplarıyla öne çıktı.
Yine de Douglas Spencer, Eyal Weizman, Owen Hatherley, Douglas
Murphy, Sammy Medina ve Marianela D'Aprile gibi yazarlar bana
mimarlık üzerine yazmanın geleceği konusunda büyük umut veriyor.
Mimarlık pratiğinde sahip olduğumdan daha fazla umut var.
1)https://thecharnelhouse.org/ 2) Moskova merkezli VKhUTEMAS (Özgür Sanat
Atölyeleri-Devlet Yüksek Sanat ve Teknik Atölyeleri), avangard,
ilerici ve özgün sanatın teorisinden pratiğine üretimi yapılan
adeta bir 'fabrika' konumundadır. 3) Almanya’da 1919’da kurulan Bauhaus okulu,
Avrupa mimarisinin o dönemki en önemli ekollerinden biridir.. 4) Sovyetler’de 1920’lerin sonunda Çağdaş Mimarlar
Birliği (OSA) üyeleri arasından bazı konstrüktivist mimarlar
radikal bir kent eleştirisine yöneldiler. Kentsel yoğunlaşmaya çare
olması amaçlanan tasarımlara odaklandılar ve “disurbanizm”
teorisini geliştirdiler. Disurbanizm taraftarlarına göre, kır-kent
ayrımı ortadan kaldırılmadan insanlığı geçmişin zincirlerinden
kurtarıp özgürleştirmek mümkün olamazdı. Kentsel ve kırsal yaşam
tarzları arasındaki ayrımın sürmesi, ister istemez, burjuva
toplumuna has eşitsizlik ve adaletsizlikleri yeniden üretirdi.
Disurbanistler yaşam ortamlarının tüm coğrafya üzerinde
dağıtılmasını, kentte yoğunlaşmadan kaçınılmasını savunuyordu; bu
doğrultuda, üretim tesislerinin konumuna göre belirlenen altyapı
aksları boyunca dağıtılmış modüler binalar kullanmayı
öngörüyorlardı. Bu gelişme, Lenin’in Sovyet devriminin temel
dayanağı olarak tanımladığı elektrifikasyonun neticesi olacaktı.
(Ayrıntılar: https://www.e-skop.com/skopbulten/disurbanizm-sosyalist-kentin-insasinda-kisa-suren-bir-deney/6087#_edn1) 5)https://www.gazeteduvar.com.tr/moskova-yazilari-bir-hayalle-patlatilan-katedral-nasil-halk-havuzu-oldu-makale-1688216