Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 yılında uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti. Kızı Özge Mumcu, "İnsan zamanla sürekli acısını anlatma pozisyonundan çıkıp bunu dönüştürmeye çalışıyor. Babam da farklı olmasını istemezdi" diyor.
1990’lı yılların karanlık atmosferinin kurucuları, istediklerini
yapıp edebilmek için önce hakikatlerin izini sürenleri katlettiler.
Sabahattin Ali’den bu yana karanlık güçlerin ilk fiilleri bu
oluyor. Önce gerçekleri yazanlar tasfiye ediliyor sonra da
hakikatlerin canına kıyılıyor.
Bu açıdan bakıldığında araştırmacı gazeteciliğin en önemli
temsilcilerinden biri olan Uğur Mumcu’nun katledilişinin 25.
yıldönümünün, gazeteciliğin iktidardan gelen talimatlara göre
yapıldığı, buna uymayan gazetecilerin evlerinin basıldığı günlere
denk gelmesi şaşırtıcı değil. Çünkü 1990’ların iklimi devamlılık
içeriyor ve oluşturulan karanlığı en iyi hakikatler
aydınlatıyor.
Aradan 25 yıl geçmesine rağmen Uğur Mumcu isminin toplumun kahir
ekseriyetinde hâlâ hayırla yad edilmesi, onun hakikatleri aydınlığa
çıkarmak, halkın bilgi edinme hakkını ısrarla savunmak adına
hayatını ortaya koymasıyla doğrudan ilgili.
Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün 25. yıldönümü vesilesiyle kızı Özge
Mumcu Aybars’la görüştük ve 25 yılın kısa bir muhasebesini
yapmasını istedik…
"İnsan zamanla sürekli acısını
anlatma pozisyonundan çıkıp bunu dönüştürmeye çalışıyor. Babam da
farklı olmasını istemezdi."
Babanızla ilgili 24 yıldır yapılan anmalarla ilgili
yazdığınız bir yazıda, “Bu yıl, her yılkinden daha fazla, ‘babam
olsaydı ne düşünürdü acaba’ diye düşünürken buluyorum kendimi”
diyorsunuz. Size bu soruyu sorduran nedir?
Babam hayatı çok espriyle yaşayan bir adamdı. Bazı ritüelleri
kabullenir ama çok da sıkılırdı. Her yıl aynı anma ritüelini
tekrarladığımızı görse, bununla ilgili nasıl espri yapardı, merak
ediyorum. Tabii öylesine bir toplumsal atmosferde ilerliyoruz ki,
bir yandan onun değerlerini yaşatmaya çalışırken özellikle sosyal
medya üzerinden sürekli saldırılarla karşı karşıya kalıyoruz.
Evet, bazen babanıza iyi evlat olamadığınıza dair
hakaretler yapılıyor…
Acaba onlar anne-babalarına iyi evlat oldular mı? İlk başlarda
“babalarının kemiklerini sızlattılar, şuraya röportaj veriyorlar”
gibi laflar görünce çok rahatsız oluyordum. E o zaman bize bir
talimatname verin de, ona göre konuşalım, düşünelim, davranalım!
Fakat 20’li yaşlardan sonra bu tür lafların yarattığı rahatsızlık
bende tepkilere neden oldu. Çünkü sürekli size iğne batırılıyormuş
hissine kapılıyorsunuz. İstediğimi yaparım, söylerim, düşünürüm
noktasına zamanla geldim. İnsan zamanla sürekli acısını anlatma
pozisyonundan çıkıp bunu dönüştürmeye çalışıyor. Babam da farklı
olmasını istemezdi.
Yaşadığınız acı zamanla nasıl dönüşüyor
peki?
Olay sırasında 11 yaşında, ilkokul öğrencisiydim. Bu, o yaştaki
bir çocuğun kişiliğini çok etkileyecek bir travma. O zamana kadar
çok konuşmayan biriyken, bir anda herkesin kafasını çevirip “aa, bu
o kız” dediği biri oldum. Elbette okuldaki hocalar beni çok iyi
koruyup kolladılar ama ben de olabildiğince ön plana çıkmamaya, put
gibi durmaya çalıştım. Senin acıyı yaşaman kadar dışarıdan gelen
tepkiler de çok belirleyici oluyor. Evlendikten sonra eşimin
soyadını almama bile laf edenler oldu. Sanki senin hayatın kamuya
aitmiş gibi davranılıyor. Bazen teyzeler gelip “kızım kırmızı ruj
sürme” bile diyor! Gülünce “yas tutması gerekirken çok gülüyor bu
kız” diyenler oluyor.
'BABAMIN NEYLE UĞRAŞTIĞINI BİLİYORDUK'
Bu tür tepkiler giderek kontrollü bir yaşama mı zorluyor
insanı?
Bir yere kadar evet. Fakat siyaset bilimi okuduktan ve Türkiye
tarihini biraz deştikten sonra, insanlardan gelen tepki ve
saldırganlığın kaynağını daha iyi idrak etmeye başladım. Bir açıdan
iyi de oldu bu, çünkü şimdi söylem analizi çalışıyorum ve bu çok
öğretici.
Babanızı 11 yaşına kadar görebildiniz ama daha sonra da
onun yazı ve kitaplarını okudunuz. Beraber yaşadığınız babanızla
okudunuz babanız arasında nasıl bir mukayese
yapıyorsunuz?
Biz babamızın neyle uğraştığını, neler yazıp çizdiğini zaten
biliyorduk. Gazetecilik evimizin içindeydi. Çünkü babam yemek
masasında her şeyi anlatırdı. Sadun Aren, Altan Öymen, Ali Sirmen
gibi isimler çok sık bize geldikleri için, onların tartışmalarına
da tanık olurduk. 1990’lardan itibaren hava yavaş yavaş dönmeye
başladı tabii. Çetin Emeç ve sonrasında Muammer Aksoy öldürüldü.
Bahriye Üçok’un öldürüldüğü saldırıdan dakikalar önce, aynı yerden
taksiyle geçmiştik. Keza evimizin bulunduğu sokağın başında polise
ait olup olmadığını bilmediğimiz bir araç bekliyordu. Babam artık
silah taşıyordu ve bir süre sonra da çelik yelek takmaya
başlamıştı. Çocuk da olsan neler olup bittiğini anlamamana imkân
yok. Babam öldürüldükten sonra uzun bir süre kitaplarına mesafe
koydum. Çünkü kitaplarını her elime aldığımda hüngür hüngür
ağlamaya başlıyordum. Kitaplarını okuyabildiğim zaman da her şeyi
çok net yazdığını, meselelere dair nokta atışı yaptığını
gördüm.
'AİLEDEN ALDIĞI NAMUSLA HUKUK EĞİTİMİNİ GAZETECİLİKTE
BİRLEŞTİRMİŞTİ'
1990’ların başından itibaren artmaya başlayan faili
meçhul cinayetler sizin aileye nasıl yansıyordu?
Sağda-solda sürekli insanlar öldürülürken babamın çelik yelek
giymesi, silah taşıması bize şaşırtıcı gelmiyordu. Ama onun gibi
kan görmekten bile korkan bir adamın silah taşıması, atış
poligonuna gitmesi herhalde çok ağır olmalı. Fakat gazetecilik
faaliyeti bağlamında babama “korkmuyor musun” diye sorduklarında da
“demirden korkan trene binmez” derdi. Onu gazeteciliğe bu kadar
motive eden şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama şüpheciliği ve merakı
inanılmaz düzeydeydi. Akademiyi bırakıp gazeteciliğe başladıktan
sonra bu şüpheciliği daha da arttı. Zaten kısa süre içinde Süleyman
Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in sunta kaçakçılığı dosyasını
Altan Öymen’le birlikte ortaya çıkardılar. Hayali ihracat sözünü
literatüre kazandıran da babamdı. Babam memur çocuğuydu. Tapu
Kadastro’da çalışan namuslu bir müfettişin dört çocuğundan biri.
Aldığı hukuk eğitimi ve aileden aldığı namusu gazetecilikle
birleştirmişti.
Babanız şu an yaşıyor olsaydı, o dönem yaptığı
gazeteciliği yapabilecek miydi?
Herhangi bir dalgada içeri alınmış, hapse atılmış olabilirdi.
Ama zaten öldürüldü! Yani her ne yapacak idiyse, başından itibaren
engellemiş oldular. Öte yandan babam yaşasaydı şunun yanında olur,
şunun yanında olmazdı demek siyasi spekülasyona girer ve bunu
yapmak bana düşmez. Necmettin Erbakan, “Atatürk yaşasa bizim
partimizde olurdu” demişti ya. Babamla ilgili yapılan
spekülasyonlar da buna benziyor.
'NEDENİNİ BİLMEDİĞİM BİR UMUDUM VAR'
Uğur Mumcu, cemaat-devlet ilişkilerine dair
derinlemesine çalışan az sayıda gazeteciden de
biriydi…
Evet, “Tarikat Siyaset Ticaret” ile “Rabıta” kitaplarında bu
meseleyi ele almıştı. Babam 12 Eylül’ün Müslüman Kardeşler denen
örgütlenmeye yol açtığını düşünüyordu. Rabıta, din eğitiminin
ilkokul seviyesine kadar inmesi dahil, bugünleri öngören bir
kitaptır. Şu an Türkiye’de yaşadıklarımız bir anda ortaya çıkmadı.
Bunların tarihsel bağlamları ve bu bağlamları kuran karakterler
var. İslamcılık bağlamında bütün Ortadoğu politikalarını inceleyen,
Afganistan’a kadar uzanan bir araştırma kitabı olarak Rabıta’yı
dönüp tekrar okumanın zamanıdır bence.
Siz niye gazetecilik yapmadınız?
Yapamazdım, çünkü çok empati kuran bir insanım.
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı olarak gençlere
gazetecilik eğitimi veriyorsunuz. Yeni kuşaktan araştırmacı
gazeteci adayları çok mu?
Var tabii ama olanakları yok. 1996 yılından beri, 3,5 aya
yayılan toplam 360 saatlik bir eğitim programı yapıyoruz. Medya
sektörünün yapısı, Uğur Mumcu gazeteciliği yapmaya çok uygun değil.
Çünkü bu tür bir gazetecilik iktidara karşı dik durmayı, iktidar
odaklarıyla savaşmayı gerektiriyor. Şimdiye kadar 130’un üstünde
mezunumuz var. Bunların bir kısmı gazetecilik yapıyor. Elbette şu
anki zorlu koşullarda da gazetecilik yapılabilir ama gerçek anlamda
gazetecilik, baskıların kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Çok
eleştirdiğimiz Özal bile karikatürlere dava açmıyordu mesela. Şu an
üzerimizde bir kara bulut var ve bizi sürekli aşağı çekiyor. Fakat
bu dönem sonsuza kadar sürdürülemeyecek. Nedenini bilmediğim bir
umudum var.
'BABAMIZI POLİS ABLUKASINDA ANIYORUZ'
Babanızı kaybetmeniz, Türkiye’ye dair algınızı nasıl
etkiledi?
Hiçbir zaman “bu memleketten bir iş olmaz” diyerek bağımızı
koparmaya niyetlenecek noktaya gelmedik. Babamız bize öyle bir ülke
aşkı vermiş ki, her durumda “şunu yapmaya çalışmalıyız, katkı
vermeliyiz” diye düşünüyoruz. Umut nerede… Açıkçası hâlâ
doğru-dürüst yönetilemeyen ciddi bir sol potansiyel olduğunu
düşünüyorum. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda elliyi aşkın STK ve
belediyeleri bir araya getiriyoruz. Bunların bazıları yan yana
gelmek istemiyor olabilir. Biri öbürünü liberal, öbürü başkasını
sekter bulabilir. Fakat hepsi de Uğur Mumcu isminde birleşiyorlar.
İşte bu tür ortak paydalardan büyümeyi deneyebileceğimizi
düşünüyorum.
24 yıldır 24 Ocak anmaları yapılıyor. Anmalara katılım
oranlarında konjonktüre göre düşüş veya artış gözlemliyor
musunuz?
Her sene değişiyor ama hiç sıfıra inmiyor. Katılımın en az
olduğu yıl, çok karlı bir gündü. Tabii Melih Gökçek’in çeşitli
bahanelerle otobüsleri, metroyu durdurduğu zamanlar da oldu. Her 24
Ocak öncesinde sayısız il veya ilçeden anma için davetler alıyoruz.
Öte yandan son iki senedir valilikten OHAL nedeniyle anma töreni
izni almamız epey zorlaştı. Bu sene de iptal edilme evresinden
dönüldü ki, anmanın iptali elliyi aşkın STK’nın etkinliklerinin de
iptali anlamına gelirdi. İki senedir mezarlığa mum koyarken
başımızda keskin nişancılar duruyor ve bu bizi çok rahatsız ediyor.
Babamızı polis ablukasında anıyoruz.
Babanız herhangi bir ideolojik kimlik veya hedefle mi
gazetecilik yapıyordu?
Zannetmiyorum. Abdi İpekçi’den başlayarak öldürülen
gazetecilerin dosyalarını inceliyordu. 1980’lerin işkence
mağdurları ve faili meçhullerini araştırıyordu. Bir süre sonra
insanlar güvendikleri için kendileri arayıp bilgiler veriyordu. Bir
TV programında “sizce Uğur Mumcu’nun kaynakları nelerdi” diye
sormuşlardı. Ben de hoş bir anekdot aktarayım. Dönemin emniyet
müdürüyle babam bir kokteylde karşılaşıyorlar. Babam kendisine
“niye telefonumu dinliyorsunuz, rahat bırakın beni” deyince adam
“valla Uğur bey size bizden daha fazla istihbarat geliyor, ne
yapalım” yanıtı veriyor. O kadar insan bilgi vermek için arıyordu
ki, bir süre sonra evde neredeyse sekreter görevi görüyordum.
"Medya sektörünün yapısı, Uğur
Mumcu gazeteciliği yapmaya çok uygun değil. Çünkü bu tür bir
gazetecilik iktidara karşı dik durmayı, iktidar odaklarıyla
savaşmayı gerektiriyor."
Babanız öldürüldükten sonra da arayanlar oldu
mu?
Gecenin bir yarısı “Uğur Mumcu’nun katilini buldum” veya “bence
şu yazı sebep oldu” diye arayanlar vardı. Ama tabii arayıp “sizi
çok seviyoruz” diyerek telefonu kapatanlar da oluyordu.
'TETİKÇİLER BİR YANA EMRİ VERENLER ORTAYA
ÇIKARILMALI'
Babanızın gerçek faillerinin bulunabileceğini düşünüyor
musunuz?
Hayır, öyle bir beklentim yok. 60 klasörden oluşan Umut
Davası’nda Muammer Aksoy’dan Ahmet Taner Kışlalı ve babama kadar
uzanan cinayetlerin arkasında İran’ın Kum kentinde örgütlenen
Tevhid-Selam örgütünün olduğu, bu örgütün Türkiye’deki laik
aydınlara suikast düzenleyecek bir birimi harekete geçirdiği ortaya
çıktı. Dava sonuçlandı, yer gösteren, gözcülük yapan kişilere
cezalar verildi ama bombayı koyan kişi bulunmadı. Tetikçiler bir
yana, bizim esas talebimiz bu emri verenlerin ortaya çıkarılması.
Bu cinayeti hangi örgütün gerçekleştirdiğinden ziyade, bu paravan
örgütlere kimin emri verdiği önemli. Yıllar önce babamla ilgili
yapılan özel bir TV programında Saaddettin Tantan, “bazı uyur
örgütler vardır ve bu örgütler uyandırılır” demişti. Ben de çıkıp
“kim uyandırıyor bunları Saadettin Bey” diye sormuştum. Bu soruyu
ısrarla sormaya devam etmemiz gerekiyor.
Mehmet Ağar’ın cinayetten sonra annenizle yaptığı
görüşmede “bir tuğla çeksek duvar yıkılır” dediği söylenir. Ağar,
on yıllardır konuşulan bu cümlesini yakın zamanda
yalanladı.
Yalanladı ama başta Turgut Kazan olmak üzere bunun tanıkları
var. Zaten bu olaydan sonra Susurluk skandalı patlak verdi. Zamanla
duvar yıkıldı, tekrar yapıldı ve şu anda derin devletin kendisini
yeniden ve başka türlü kurduğunu düşünüyorum. Tabii derin devlet
sözü sonradan çıktı, babam “saklı devlet” derdi.
Babanız korkuyor muydu?
Bu kadar koruma tedbiri aldığına göre korkuyordu galiba.
Devletten korkuyor muydu, bilmiyorum. Ama başına bir şey geleceğini
biliyordu. 27 Ocak’ta Kürt dosyasıyla ilgili Baki Tuğ’la
görüşecekti. Baki Tuğ daha sonra babamla randevulaştıklarını
reddetti.
'BABAM SAĞ KEMALİZME UZAKTI'
Uğur Mumcu’nun Kürt meselesine bakışı
nasıldı?
Babamın 1992 yılında Berlin’de yaptığı bir konuşma var. O
konuşması İnternette var, merak edenler bakabilir. Kürtlerin
kültürel haklarının verilmesi ve o dönem AGİT süreci olduğu için
sorunun bu bağlamda çözülmesi gerektiğini söylüyor. Yıllar önce,
henüz sosyal medya yokken bana bu videoyla ilgili bir e-posta
gelmişti. “Burada Uğur Mumcu’nun sesiyle oynanmış, o kesinlikle
böyle şeyler söylemiş olamaz” diyordu (Gülüyor). Babam özellikle
1980 sonrası sağ Kemalizme uzaktı ve bunu “gardrop Atatürkçülüğü”
olarak tanımlıyordu. Onunki antiemperyalist bir Kemalizmdi. 45 bin
kitaptan oluşan kütüphanesinde Lenin’den Gramsci’ye, TKP tarihinden
Kürtlerle ilgili yazılmış yerli veya yabancı kitaplara, insan
hakları raporlarından kadın sorununa kadar geniş bir literatür de
bulunuyor. Dolayısıyla babamı belirli kalıplara hapsetmek mümkün
değil. Musa Anter öldürülünce biz Ayvalık’taydık ve babam kalkıp
onun cenazesine gitmişti. Musa Anter bir Kürt milliyetçisiydi ve
babam onunla ilgili yazısında “kim kıyar 70 yaşındaki bir ihtiyar
delikanlıya” diyordu. İnsanların dönüp o yazıyı okumalarını
öneririm.
Amcanız Ceyhan Mumcu’yla yaşadığınız bir gerilim var. O
gerilimin kaynağı ne?
Amcamın yıllar önce Süleyman Demirel’in avukatlığını
üstlenmesiyle başlayan bir gerilim oldu ve ondan sonra bağlar
kopmaya başladı. Basın açıklamalarıyla, Akit gazetesine verilen
röportajlarla sürüyor bu gerilim. Fakat yaşanan bir sürü detayı
aktarmayı gerekli görmüyorum.
'UĞUR MUMCU’NUN ÖLDÜRÜLMESİ HERKESİN ORTAK TRAVMASI
OLDU'
Sizin yaptığınız anmaya alternatif bir anma da
yapılıyor…
Tabii herkes farklı şekillerde babamı anabilir ama bizim aile
olarak yaptığımız anma töreni bellidir.
Babanızın bu kadar sevilmesini neye
bağlıyorsunuz?
Hâlâ insanlardan babamın ölümüne dair anekdotlar dinliyorum.
Geçenlerde biri “babanızın cenazesinde kaybolmuştum” diyordu.
Babamın öldürülüşü herkesin ortak travması oldu. O yüzden “büyük
acılar çektim” demem lüks kaçıyor. Onun acısını herkes hissetti.
Toplumsal Bellek Platformu kurulup da benzer kayıpları yaşayan,
Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e kadar bütün aileler bir araya
gelince biraz rahatladık. Çünkü önceleri bu acıyı, deneyimi sadece
sizin yaşadığınızı düşünüyorsunuz. Fakat bir araya gelince,
devletin ihmallerinin, sorumluluğu başkalarının üzerine atmaların
ortak olduğunu görüyorsunuz. Travmayı birbirinizle paylaşarak
hafifletiyorsunuz. Vakıf olarak Sivas ve Maraş katliamları dahil
bütün davalı dosyaları ayrı ayrı inceleyerek “neden öldürüldüler”
adıyla kitaplar dizisi yaptık. Babamın “unutuyoruz olan bitenleri,
anaları, kızları gözü yaşlı bırakıyoruz” diye bir sözü var. Biz
unutmamalıyız.