Özgün, özgür, özne, öznel, özsel… Bu sözcükleri her kullanışımda, “Konserve Karşıtları Birliği”nden iki melek kulaklarımı çektikten sonra omuzlarıma oturup, ayaklarını boşlukta sallarken, hep aynı soruyu sorarlar: “Bağlantının kalıcı yanını hatırladın mı?” Ezberden ve ezbere konuşmaları, davranışları engelleyen bezdirici bir sorumluluk.
Öz kökünden bereketlenen her sözcük gibi, özne sözcüğü de, öz ile, usanmadan, yeniden kurulan her bağlantıda zenginleşecek bir sözcük. Bir bağlantı kurulacaksa, bağlantı kuran ile bağlantı kurulan yan olmalıdır. Yetişkin insanın iradesine bağlı bir bağlantı kurma konusu, Aristoteles’in Nous’unu (Akıl/Us) hatırlatıyor hemen. O, aklı her zaman tekil kullanır. Nous Tanrısaldır ve biz ona katılmayı hedeflediğimiz ölçüde aktifleşir, aksi taktirde insanlarda uyuyan/gizil bir yan olarak kalır. Tasavvuf erbabına göre ise, bu unutmama hali, bu hatırlama çabası rabıta denilen ilişkidir. Her durumda, beden olarak bulunuverilen ben ile yetinmeme halidir, söz konusu olan. Peki, kiminle kurulur bu birliktelik? Özne nedir, kimdir? Özne bu beden ise, öz nedir? Tanımlardan birine göre özne, cümlede yüklem aracılığı ile hakkında fikir sahibi olduğumuz öğedir. Kendimizle ilgili bilgiyi eylemlerimiz aracılığı ile ulaşılabilir kılan bir tanım. Bu, kolaylıkla bulunacak bir özne. Peki, örneğin “İnsanlık kendini tüketiyor” dediğimizde özne kimdir? İnsanlık, yakalanıp, yargılanacak somut bir bedene sahip olmadığına göre, böyle bir durumda özne ile yüklem arasındaki köprü nasıl kurulacak? Hem, onlarca yıldır kapitalizmi palazlandıran bir tüketici olan ben ile yirmi yaşındaki bir gencin aynı özneye tıkıştırılması, dil-mantık birlikteliği bakımından nasıl açıklanabilir?
Türkçe bir cümlede, cümlenin sonunda, yükleme belli belirsiz bitişmiş “ben” kimdir?* “Sinemaya gittim”. Oysa, bir İngiliz cümlesine “I” diyerek başlar: “I went to the cinema.” Fransız “Je”, Alman “İch”. Ben, sereserpe ortalıkta ve en baştadır onlarda. Sorumluluk almakla bir ilgisi olabilir mi acaba? Ne olmuş, nasıl olmuştur da dil, özneyi cümlenin başında gerektirmiştir? Tahminlerin aksine, yukarıda değindiğim, kolaylıkla bulunan özneye yapışmaktansa, nesnelliğe teslim olmayı göze almakla belki de?
“Ben” diğerleriyle sorun çıkarmadan paylaştığımız bir sözcüktür. Herkes kendine ben der. Karşımdaki insan (kendi başkam) kendisinden ben olarak söz ederken, ben “bu”yum dediğinde ‘bu', ‘ben’, ‘benim’ tüm benliklerin toplamı olan bir benden söz ediyor olabilir mi? Evrensel olanın tutarlılığı mı, yoksa dilin bilgeliği midir ortak kullanıma izin veren? İnatla yoksul bir kendiliğe, cılız bir tekil bene sarıldığımda, üstü örtük bu hakikat midir beni huysuzluktan huysuzluğa sürükleyen? Ben’in sefaletine kulak veriyor musunuz? Dil-mantık birlikteliği ile imlenenin ihtişam ve ayrıcalığı, giderek tikel bir ben’e aktarılır mı? Tikel ben kapsanarak ortadan kaldırılmaya razı olur mu? Tümel Ben’in kayıtsızlığı, benim öznelliğime olan tutkumdan mıdır? Her teşebbüste, çaresizce, varlığı tekil olarak kavradığımıza olan fakir inancımızın yorgunluğu mudur kesintisiz duyumsadığımız? Dil, hakikate, bizden daha sadık daha dürüst olabilir mi?
“Jacobi’nin romanlarının kahramanları olan Alville ve Woldemarlar hep sıkıntı çekerler. Çektikleri sıkıntıların kaynağı yine kendileridir, çünkü nesnelliğe bir türlü teslim olmazlar. Bunlar kuşkusuz güzel ruhlu ve güzel ahlaka muktedir insanlardır, fakat kendilerini unutmaya, bu öznel bilinçten, dönüp dolaşıp eylemde bulunan özneye varan daimi bir refleksiyondan feragat etmeye, bir türlü yanaşmazlar. ‘Bu kişilerin başlıca ayırt edici özelliği, nesnellikle ilgili bilinçli bir cehalet, her zaman kendine sıkı sıkıya tutunan bir öznellik sergilemeleridir. Kısacası, marazi ahlaksal karaktere sahip olmalarıdır.’ Eğer cehennem, Dante veya Goethe gibi büyük şairlerin de dikkat çektiği gibi, kişinin hep kendine dönük olması, kendi eylemi üzerinde sürekli refleksiyonda bulunmasıysa, nostaljik sızı tabii ki güzel ruhlara vergidir.”**
İmgelem yetimizle bağımızı kim kopardı? Daha çok masal mı dinlesek? Anlayışlardaki onca farka rağmen nasıl yaşandı Avrupa’da aydınlanma dönemi? Onları, farklı fikirlerde olsalar da aynı coşkuda birleştiren unsur neydi? Hem insan unsurunu hem de giderek yayılan bu aydınlanma ateşini rayında tutan olgu neydi? Örneğin, bir Schlegel nasıl bir tornadan geçiyordu ki “Hz Muhammed ve Luther’in izinden giderek yeni bir İncil yazmak istiyorum” diyebiliyordu? Doğu-Batı Divanı’nda Hz Muhammed’e kaside yazan büyükleri Goethe’den mi kaynaklanıyordu bu? Özne Goethe miydi? Yoksa Goethe’nin de büyüğü Herder’in tinselliği miydi onları birarada tutan? Kiliseye karşı tavır aldıklarında, ilahiyat fakültelerinin koridorlarında baş kaldırdıklarında, dinden anladıkları neydi?
Bizde, Avrupa aydınlanma hareketinin, kiliseye bir başkaldırı niteliği taşıdığı anlaşılmaz; aydınlanma hızla ateizmle eşitlenir. Oysa laikleşme ile Katolik Kilise’nin otoritesi kırılıyordu. Tanrı reddedilmiyordu. Ne ateistimiz ne de dindarımız böyle derinlikleri kendisine dert eder. Alman İdealistlerinin gözden kaçırmadıkları; giderek, hiçbir filozofun, hakiki dindarın onsuz yapamadığı gerçek, eş deyişle ortak payda, hepsinin Tümel/Külli Ben’de kökleştikleri ölçüde olgusal olabileceklerini bilmeleriydi. Onlar bilirler ki, Külli/Tümel olan ben, kendini bende ve sayısız başka bireysel ‘kendi’de anlatır. Tikel ben’e yapışan nasıl biricik olsun! Tümel/Külli olan bu ve şu olmaya kayıtsızdır.
Bu topraklara özgürlük neden gelmiyor, hep birlikte düşünmeli. Muhafazakar kesim tepeden inme, baskıcı, bezdirici, korkak bir ahlak anlayışına sahip; onlar için özgürlük, daim ahlaksızlık tınılı. Bireysel özgürlük taraftarı kesim ise, özgürlüğü keyfilik ile karıştırıyor. Koca özgürlük kavramını, dünya ruhunun belki de yegane ereğini, geçici sonlu “ben”e hapsederek düşünüyorlar. Düşünmenin yasalı olduğunu, zorunlu bir dizge izlediğini unutmamalı; şu boş benlerimize evrenseli peşkeş çekmeye bir son vermeliyiz. Bireysel ve toplumsal özgürlüğü bir nebze dert ediyorsak tabii.
Sokrates şöyle demiş: “İşte sen busun, İnsansın, ben de öyleyim.” Kendine haksızlık etmişsin koca Sokrat!
*Metin Bobaroğlu’dan alıntı.
** Jean Hyppolite, “Mantık ve Varoluş”