Dört-beş yıl öncesine kadar gazetelerin magazin sayfalarında,
kendisinden çok daha ünlü karısına aldığı hediyelerle konuşulan
“genç Azeri işadamı” önce 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonuyla,
şimdi de ABD’deki yargılamada yaptığı itiraflarla Türkiye
siyasetini ve ekonominin kaderini doğrudan etkiliyor. Kapitalist
finansal sistemin hilebazlığını genç yaşında “çözmüş” bu adamın
zamanın hükümet yetkilileriyle girdiği ilişkiler, rüşvet,
yolsuzluk, ABD’nin İran ambargosunu delme yöntemleri Hollywood
filmlerine taş çıkaracak cinsten.
Fakat izlediğimiz şey bir film değil, bir ülkenin hatta bölgenin
gerçek hikâyesi. Yurttaşların büyük bölümünün açlıkla pençeleştiği,
maden ocaklarında, atölyelerde, inşaatlarda, hizmet sektöründe
kapitalizmin en vahşi sömürü düzeninin sürdüğü bir dönemde Reza
Zarrab’ın rüşvet diye paraları, cumhurbaşkanının yakınlarının Man
Adası’na aktardığı iddia edilen milyon dolarları ağzımız açık
izliyoruz.
Zarrab’ın itiraflarının ucu nereye dayanacak, kısa süre içinde
göreceğiz. Peki bu adam nasıl bir çark yaratmış? İktidar neden
ABD’deki yargılamayı yüreği ağzında izliyor? İktidardakilerin
yakınlarının Offshore diyarlarında ne işi var? Türkiye ekonomisi
nereye gidiyor? Aynı gemide miyiz? Öyleyse neden kaderimiz aynı
değil? Kapitalist finans ilişkileri ve uluslararası sermaye akla
hayale gelmedik üçkâğıtlarla ilerlerken emek cephesinin vaziyeti
nedir? Sermaye cephesinde binbir üçkâğıt emek cephesindeki vaziyet
ne? Sorular sayısız, yanıtlar işin uzmanından. Kadir Has
Üniversitesi Ekonomi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Özgür Orhangazi’den bu
karmaşık meseleyi sarihleştirmesini rica ettik.

Reza Zarrab’ın itiraflarında, ABD’nin İran ambargosunun
delinmesinin yanısıra çok büyük paraların küçük bir grup tarafından
rüşvet başta olmak üzere çeşitli yollarla paylaşıldığı tekrar
ortaya çıktı. Bu esnada Zarrab davasının Türkiye’ye yansımaları
konusunda özellikle hükümete yakın çevreler “aynı gemideyiz”
diyerek “kader birliğine” çağırıyor. Son günlerin popüler lafıyla
soralım: Aynı gemide miyiz?
Bu davanın sonuçlarından ötürü Türkiye’ye dış sermaye girişleri
yavaşlayabilir, durabilir. Dava dolayısıyla bir tazminat söz konusu
olsa da bu ekonomiyi çökertecek düzeyde olmaz. Yani esas etki
tazminattan kaynaklanmayacak. Çünkü daha önce de, ABD’nin İran’a
dair kurallarını ihlal etmekten bazı Avrupa bankaları tazminata
mahkûm oldu. Dolayısıyla oradan bir çöküş gelmez. Fakat yabancı
sermayenin gözünde birtakım siyasi nedenlerle daha da güvensiz bir
yatırım mecrası haline gelirsek, giriş yavaşlar veya durur. Türkiye
ekonomisi tamamıyla dış sermaye girişine bağımlı olduğu için de bu
ciddi etkilere sebep olur. Türkiye’ye sermaye girişi varsa ekonomi
büyüyor, giriş yavaşladığında durağanlaşıyor, sermaye çıkışı olunca
da krize giriyoruz zaten.
İkinci adıma gelelim o halde. Yani aynı gemideyiz
iddiasına…
Geçmişteki kriz durumlarında bankalar, finansal piyasalar, büyük
şirketler devlet tarafından kurtarıldı ama işini kaybedenleri
kurtaracak herhangi bir mekanizma yok. Yani gemi batarken
alttakilerin üzerine çıkılır ki, bankalar, finansal piyasalar veya
şirketler kurtulabilsin.
Yani Zarrab ve çevresinin üç kâğıtçılığının bedelini
yine yoksullar mı ödeyecek?
Bu dava herhangi bir finansal, iktisadi krize yol açarsa, bunun
bedelini ödeyecek olan başta emekçiler olmak üzere geniş kitleler,
halk olacak. 1980’lerden bu yana dünyada sık sık yaşanan finansal
krizlere bakınca, bu sonuca varmak mümkün.
Bu işin ekonomik bedeli ama bir de siyasi bedeli söz
konusu. Eski ekonomi bakanının 45-50 milyon dolar rüşvet aldığına,
AB bakanının bu işlerin kolaylaştırıcılığını yaptığına dair
iddialar ve Zarrab’ın diğer itirafları sizce hükümet açısından
nasıl bir faturaya sebep olur?
Doğrusu Türkiye’nin siyasi ortamından dolayı bunu öngörmek
mümkün değil. Bir kere bu olay artık insanlara şaşırtıcı gelmiyor.
İran’la ticareti ise herkes biliyor. ABD’nin İran’a ambargosu var
ve siz İran’la ticaret yapıyor, ona bir şekilde ödeme yapıyorsanız,
demek ki bazı finansal mekanizmaları kullanarak bu ambargoyu
delmişsiniz. Bunun Türkiye siyaseti dışında küresel de bir boyutu
var. Trump’ın İran’a yönelik politikaları ABD basınında “savaşa
doğru mu gidiyoruz” soruları sorduruyor. Biz daha ziyade
bizimkilerin neler yaptığına bakıyoruz ama Zarrab davasının bu
bağlamda da bir önemi var. Trump’ın Obama dönemindeki İran’la
yumuşamayı tersine çevirmesinin iktisadi yansımalarından biri de
olabilir bu dava.
DIŞ SERMAYE GELMEZSE TASI TARAĞI TOPLAYACAK
NOKTADAYIZ
Trump yönetiminin İran ve Suudi Arabistan üzerinden
sembolleşen Sünni-Şii eksenini yönlendirme politikası, Suudi
Arabistan’da da bir saray darbesiyle sonuçlandı. Türkiye iktisadi
açıdan bu eksenin neresinde konumlanıyor sizce?
Dış sermaye girişleri devam etmezse zaten tası tarağı
toplayacağımız bir noktadayız. Ayrıca ticaretimizin yoğun olduğu
bölgelere bakmamız lazım. Türkiye ticaretinin yarısı Avrupa
bölgesiyle ama son on yılda Ortadoğu’ya yapılan ihracatın
miktarında da ciddi bir artış var. Türkiye’nin bir anlamda
Ortadoğu’da kahramanlığa soyunmasının nedenlerinden biri de orada
pazar elde etmekti. İran da Ortadoğu’da belli iktisadi ilişkiler
kurmak istiyordu. Dolayısıyla Obama döneminde İran’la yaşanan
yumuşama Türkiye’ye yeni seçenekler de doğurabilirdi, var olan
seçenekleri kısıtlayabilirdi de. Öte yandan Trump’ın İran
politikasının çok güçlü bir iktisadi boyutu olduğu gibi güçlü bir
siyasi boyutu da var. Nitekim, sıkıştığı pozisyondan çıkmak için
Trump’ın bir savaşa ihtiyacı olduğu da söyleniyor. Zaten bu sürecin
bir savaşla nihayetlenmesi ABD’nin iktisadi çıkarlarıyla örtüşüp
örtüşmediğine göre netleşecek.
Savaş demişken, Türkiye’nin de Zarrab davasıyla ilgili
gündemi değiştirmek için Afrin’e operasyon yapması ihtimalinden söz
ediliyor. Dışişleri Bakanı, “tehdit gelirse saldırırız” şeklinde
bir açıklama yaptı. Savaşlar, devlet yönetimlerindeki çıkmazların
bir örtüsü olarak da kullanılıyor, değil mi?
Bu yanı mutlaka var. Ama hem siyasi hem de iktisadi birtakım
hesaplar olmadan savaş çıkarırsanız, herkes arkanıza
dizilmeyebilir. Trump açısından ABD’nin Ortadoğu’daki iktisadi
hesapları, Çin’in dünyanın geri kalanına yayılması karşısında
ABD’nin hamleleri söz konusu. Dolayısıyla büyük bir hegemonik
savaştan da söz edebiliriz. Burada Türkiye’nin yaptıklarının
belirleyiciliği söz konusu değil. Dolayısıyla büyük hegemonik
mücadele içinde “haydi Afrin’e giriyoruz” diyebilecek ne güce ne de
otoriteye sahipsiniz.
İÇ BORÇLANMADA ABD’Yİ GEÇTİK
Gemi metaforuyla devam edelim. Alp Altınörs Demokrasi
gazetesindeki yazısında “AKP kesinlikle yüzde
50’nin partisi değildir, en tepedeki yüzde 1’lik mutlu azınlığın
partisidir” diyor. O halde iki ayrı gemiden söz etmemiz lazım.
Zengin azınlığın gemisini yürütmesi için geniş kitlelerin tıkıştığı
gemiden vergi veya başka yollarla sürekli tırtıkladığını
söyleyebilir miyiz?
Elbette ama Zarrab hadisesinden önce de ekonominin sıkıştığı,
sermaye girişlerinin azaldığı doların 4 TL’ye dayanmasıyla zaten
ortaya çıktı. Türkiye muazzam bir borç yükü altında. Cari açık,
dışarıdan ne kadar borçlandığınızın yansımasıdır. Türkiye’nin dış
borcu 400 milyar doları geçmiş durumda. Gayrisafi Milli Hasıla’nın
800 milyar dolar olduğuna bakınca, yarısından söz ediyoruz!
Bu kamu borcu mu?
Hayır, çoğunluğu özel kesimin, bankaların olmak üzere toplam dış
borç bu. İçeride de bankaların piyasalara verdiği toplam kredi de
GSMH’nin yüzde 70’ine ulaşmış durumda. 2003’ten ama esas olarak
2009’dan itibaren bu rakam hızla arttı. Dün açıklanan Merkez
Bankası’nın Finansal İstikrar Raporu, iç borçlanma anlamında ABD
oranını geçtiğimizi gösteriyor.
Bu bize ne anlatıyor?
Ancak borçla ilerleyen bir ekonomi olduğumuzu anlatıyor.
Dolayısıyla dışarıdan herhangi bir şeyin tetikleyeceği bir
yavaşlama veya içeride olabilecek herhangi bir olumsuz gelişmede
birtakım grupların borçlarını ödeyemez hale gelmesi, ekonomiyi
çökertir. Örneğin beklenmedik bir şekilde bir şirket batar ve
herkes borç vermeye korkmaya başlarsa, yahut hiç beklenmedik bir
siyasi kriz olur da insanlar korkup borç vermeyi keser, verdiği
borçları geri çağırmaya başlarsa finansal krizle karşı karşıya
kalırız. Keza bankalar böylesi bir durumda konut kredisi vermeyi
keserse, inşaat sektörü çöker. İşletmelere, tüketiciye verdiğiniz
krediyi azalttığınızda da bu tür sonuçlarla
karşılaşabilirsiniz.
KÜÇÜK BİR AYRINTI DIŞINDA BORÇ MUHTEŞEM BİR
ŞEY!
Buna yönelik bir tedbir yok mu peki?
Çok şeffaf bir oluşum değil ama anladığım kadarıyla bir süre
önce devreye sokulan Kredi Garanti Fonu’nun amacı bu tür
gelişmelerin önünü kesmek. Borcunu ödeyemeyen şirketlerin sayısı
artmaya başladı. Bunların iflas etmesi zincirleme etki yaratabilir.
Bunun önüne geçmek için Kredi Garanti Fonu destek veriyor. Bildiğim
kadarıyla birkaç yüz bin şirket bu fondan 250 milyar TL civarında
kredi desteği aldı.
Sizinle görüşmeye gelirken uçakta orta ölçekli bir
tekstil firmasının sahibiyle konuştuk. “Alttan alta bir kriz var
ama bizden daha büyük olan firmalar daha zor durumda”
diyordu…
Bu konuda yeterince veri yok ama orta veya küçük ölçeklilerin
tek farkı, kendi ölçeklerine göre daha az borçlu olmaları. Borç
muhteşem bir şey! Biri size para veriyor, onunla yatırım da tüketim
de yapıyorsunuz. Ufak bir sıkıntı var, o da o parayı bir noktada
ödemenizin gerekmesi! O “ufak sıkıntı” yakınlaştıkça büyük
sıkıntıya sebep oluyor. Normalde işletmeler borçlarını öteleyerek
veya borçlanarak öderler. Ama öyle bir noktaya gelinebiliyor ki,
minimum ödemeyi bile yapamıyorlar. Problem oradan başlıyor. Kredi
Garanti Fonu ufak tefek ödeme problemlerinin krize yol açmasını
engellemek için kullanılıyor.
BİR ANDA EKONOMİK ÇÖKÜŞ OLMAYACAĞININ GARANTİSİ
YOK
İki hafta kadar önce Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi’nden iktisatçı Prof. Yalçın Karatepe’yle
konuşmuştuk. Karatepe mealen, “2001’dekine benzer bir kriz
yaşamayacağız ama her gün kriz yaşıyoruz” demişti.
Yalçın Bey galiba “kriz zamana yayılıyor, bir günde olmuyor”
demek istiyor. Evet, öyle bir kriz değil de ufak ufak patlayan,
doların yavaş yavaş tırmandığı, şirketlerin yavaş yavaş iflas
ettiği ve bir şekilde kontrol edildiği ama durgun bir ekonomiye
doğru gidebiliriz. Öte yandan 2001 öncesinden farklı olarak
bankacılık sektörü daha fazla düzenleme altında. Dolayısıyla
patlama olmayacak diye düşünülüyor. Ama bu patlamanın olmayacağının
bir garantisi yok. Amerika’daki Mortgage krizi 2008’de
başladığında, insanlar bunun ufak-tefek bir şey olduğunu
düşünmüştü. Ta ki dünyanın en büyük şirketlerinden biri “artık
borçlarımızı ödeyemiyoruz” diyene kadar! Yarın-öbür gün Türkiye’de
bir banka aynısını diyene kadar çöküşü görmeyebiliriz.
Neden göremeyiz?
Finans çok komplike hale geldi. Mesela Yunanistan krizi
patladığında, Yunanistan devletinin borç oranı bilinmiyordu. Çünkü
çok komplike finansal işlemlerle bunları saklıyorlardı. İlla
saklanmasına da gerek yok, bazı finansal işlemler o kadar komplike
ki, işin uzmanları dışında kimse anlayamayabiliyor. Dolayısıyla
Türkiye’de her şey bir anda çökmez diyemem. Bakın, 2009’da mesela
Türkiye’ye sermaye girişleri durma noktasına gelmişti.
Neden?
Dünyadaki 2008 krizinin etkisinden ötürü. Ekonomi o zaman tarihi
oranda küçüldü, üstelik sermaye çıkışı olmadığı halde! Sadece
girişin durması bile büyük bir küçülmeye yol açtı. Sermaye
çıkışının olduğu durumda bunun ciddi bir çöküşe yol açmaması mümkün
değil.
Uluslararası sermaye hangi durumlarda
çekilir?
Borçların ödenemeyeceğine dair bir emare gördüğünde.
ULUSLARARASI SERMAYE DEMOKRASİ OLUP OLMADIĞINA
BAKMAZ
AKP, “15 Temmuz’da başaramadılar, şimdi de bize ekonomi
silahıyla darbe vurmak istiyorlar” diyor. Trump yönetimi veya
Avrupa ülkelerinin yöneticileri, Türkiye’ye yatırım yapılmasını
engelleyebilirler mi? Uluslararası sermaye bu tür yönlendirmelere
göre hareket eder mi?
Geleneksel komplo teorilerinde bu hep söylenir. Bu yüzde yüz
imkânsız denemez. Ama uluslararası finansal sermaye, bir kere
hakikaten uluslararası. İkincisi, kâr için yatırım yapar.
Türkiye’ye de bunun için gelir. Onun için önemli olan demokrasi,
insan hakları filan değil, ne kadar kâr edeceği ve bunu geri alıp
almayacağına dair risk oranıdır. Üçüncüsü de uluslararası sermaye
“Türkiye’ye yatırım yapıyorum” demiyor. Bir grup ülkeye, yükselen
piyasalara yatırım yapıyor. Bunun içinde Brezilya’dan Güney
Afrika’ya, Malezya’ya kadar bir grup ülke var.
Böylece riski mi azaltıyor?
Tek tek ülkeleri incelemek yerine gruplayarak yatırım yapmak çok
daha kolaydır. Dolayısıyla bu gruptaki ülkelerden herhangi birinde
yaşanacak olumsuzluk da Türkiye’yi etkileyebilir. Uluslararası
sermaye, söz konusu ülke grubu güvensizleşti diyerek de çıkabilir.
1997 Asya krizi oldu, 1998’de Rusya’yı, peşi sıra da Türkiye’yi
etkiledi mesela.
Türkiye şu an hangi ülke grubu içinde peki?
“Kırılgan 5’li” grubu içinde. Türkiye, Arjantin, Pakistan, Mısır
ve Katar. Bu beş ülke içindeki bazı ülkeler değişti ama Türkiye
hâlâ o grubun içinde. Kırılgan 5’li, yükselen piyasa diye tabir
edilen ülkeler içindeki en riskli ülkeler. Uluslararası sermaye
bize yine yatırım yapar ama riski telafi etmek için daha yüksek kâr
ister. Şu anda dünyada muazzam miktarda bir servet, yatırım yapacak
yer arıyor. Bunun bir kısmı yüksek kâr elde etmek için riskli
yatırımların peşinde. ABD’de faiz oranı yüzde 2 seviyesindeyken ve
Türkiye’de yüzde 12-13 seviyesindeyken buraya yatırım yaparlar.
Burada demokrasi olup olmamasına bakmaz. Sorunuza gelecek olursak:
Herhangi bir ülke yönetimi “oraya yatırım yapmayın” diyebilir mi,
diyebilir. Peki uluslararası sermaye bunu dinler mi, zannetmiyorum.
Seni dinlemeleri için onlara daha cazip bir kâr sağlaman lazım.
ZARRAB TAM OLARAK NE YAPTI?
Reza Zarrab davasına dönelim. Bir kere Zarrab’ın tam
olarak ne yaptığını bize sarih bir biçimde anlatabilir
misiniz?
Şöyle başlayalım: ABD’nin İran’a koyduğu ambargolardan bir
tanesi, İran’la finansal işlemler yapılmasının yasaklanması. Yani
örneğin Türkiye İran’dan petrol veya doğalgaz ithal ettiğinde ödeme
yapamaz! ABD, İran’a ödeme yapmak için uluslararası bankacılık
sisteminin kullanılmasını yasaklamış durumda. Normal şartlarda bir
ülkeden bir şey ithal ettiğinizde banka üzerinden ödeme yaparsınız
ve işlem biter. Peki Zarrab olayı bağlamında ne yapılmış? İran’da
petrol ve doğalgaz satışını yapan şirketler adına Halkbank’ta bir
hesap açılıyor. Türkiye de ödemeleri oraya yapıyor ve dolayısıyla
ambargoyu delmemiş oluyor. Çünkü para İran’a gönderilmiyor,
ödemeler Türkiye’de yapılıyor. İran da o parayı Türkiye’den alıp
kullanabilmek istiyor.
Bunun için ne yapıyor?
Zarrab’ın itirafları doğruysa, en az on işlemle para o şirketten
öbür şirkete, öbüründen bir başkasına aktarıldıktan sonra Zarrab’ın
hesabına yatıyor. Zarrab da bu parayla altın alıp Dubai’ye
götürüyor.
Altınlar neden İran’a götürülmüyor?
Çünkü İran’ın altına ihtiyacı yok. Dolayısıyla Dubai’deki altın
tekrar paraya çevrilip Dubai’deki bankalara aktarılıyor ve oradan
da İran’ın başka ülkelere olan borçları ödeniyor. Çünkü sadece siz
İran’a para gönderemiyor değilsiniz, İran da dışarıya para
gönderemiyor. Dolayısıyla bu para İran ekonomisine girmiyor,
ödemelerine yapılıyor. Anladığım kadarıyla bu noktaya kadar sistem
iyi işliyor, fakat en sonunda İran’ın ödemeleri yapılırken Amerikan
bankacılık sistemine dahil bir bankanın kullanılması meseleyi
tetikliyor ve Amerikan yasaları nezdinde suç teşkil ediyor ki, dava
açılabiliyor.
Peki bunun için niye Zarrab diye bir karaktere ihtiyaç
duyuluyor?
Anladığım kadarıyla Zarrab zaten İranlı birtakım işadamlarının
Türkiye’deki servetlerini idare eden adam pozisyonundaydı. Oradan
da bu işe giriyor.
ZARRAB OLAYI PATLAMADAN İKTİSATÇILAR TUHAF İŞLER
DÖNDÜĞÜNÜ FARK ETMİŞTİ
Zarrab olayının siyasi boyutu, işin içine hükümet
mensuplarının da girmiş olmasından mı kaynaklanıyor
peki?
Bu boyutta işlemler yapılırken, her şeyin hükümetten habersiz
yapıldığını kabul etsek bile, bir noktada devletin bir kurumu bunu
görmek zorunda zaten. Çünkü büyük miktarda hareketler söz konusu.
Bunun üzerine rüşvet iddiaları da var tabii ama bu tür işlemlerin
yapılması günümüz kapitalizminin yapısı gereği.
Zarrab’ın yaptığı işler nasıl ortaya çıktı?
Zarrab olayı henüz patlamadan önce bazı tuhaf işlerin döndüğünü
önce bazı iktisatçılar ortaya çıkardı aslında.
Nasıl yani?
Türkiye’nin dış ticaret istatistiklerine baktıklarında daha önce
görülmemiş düzeyde altın ithal edip ihraç ettiği görüldü. Hatta
Türkiye ekonomisi çalışanlar cari açığa, ithalat ve ihracata
bakınca “altın dışı ithalat-ihracat” veya “altın dışı cari açık”
diye ayrı bir kalem oluşturmaya başladı. Çünkü o altın, rakamları
çok oynatıyordu. Dolayısıyla rakamlara bakan iktisatçılar “Altın
üretimi olmayan Türkiye nasıl oldu da bu kadar altın ihraç eden bir
ülke oldu” diye sorgulamaya başladı. Sonuçta Zarrab’ın bir ödeme
aracı olarak dışarıdan altın getirip kullandığı ve yeniden dışarıya
götürdüğü anlaşıldı. Bu zaten saklanamıyordu, istatistiklere
yansıtılıyordu.
ZARRAB’IN FAALİYETLERİNİN CARİ AÇIĞI AZALTMASI MÜMKÜN
DEĞİL
Zarrab, 17-25 Aralık operasyonundan sonra, çıkarıldığı
bir TV programında Türkiye’nin cari açığının yüzde 15’ini tek
başına kapattığını söylemişti. Zarrab’ın faaliyetlerinin böyle bir
etkisi oldu mu?
Mümkün değil. Çünkü ihraç edilen o altın daha önceki dönemde
zaten ithal edilmişti. Dolayısıyla bunun cari açığa herhangi bir
etkisi yok.
ABD’nin İran ambargosu Humeyni dönemine kadar uzanıyor.
Daha önce Türkiye’de bu ambargoyu Zarrab üzerinden yapıldığı gibi
delme faaliyetleri yürütüldü mü?
Bildiğimiz kadarıyla bu boyutta bir şey olmadı. Ama bu davanın
siyasi boyutu çok karmaşık. Yani mesele sadece bir bankayla sınırlı
olsa, tamamen iktisadi boyutundan söz ediyor olurduk. Bu faaliyeti
yürüten Avrupa bankaları büyük miktarda cezalar ödeyerek yollarına
devam etti. Ama bizdeki hikâye, işin siyasileşmesi. ABD’nin bir
şekilde yargı yoluyla siyasi müdahalede bulunacağı düşüncesi
Türkiye’de hakim ama ne yapacağını öngörmek mümkün değil.
Zarrab davası duruşmasından hemen önce Kemal
Kılıçdaroğlu, cumhurbaşkanının yakınlarının Man Adası’ndaki şirkete
yüksek miktarda para aktardıklarına dair belgeler açıkladı.
Hükümete yakın çevreler bu belgelerin sahte olduğunu veya savcılara
iletilmesi gerektiğini söylüyor. Bu belgeler yargıya intikal
ettiğinde bir suçun soruşturulması söz konusu olur mu?
Offshore, yani kıyı dışı bankacılık-şirket faaliyetleri 20'nci
yüzyılda hep vardı. Özellikle 1980 sonrası bu tür faaliyetlerde
ciddi bir patlama var. Ortaya çıkmalarındaki temel neden vergiden
ve birtakım ülkelerin düzenlemelerinden kaçınmak. Keza birtakım
uluslararası şirketler, örneğin Amerikalı ve Türkiyeli iki ortak
şirket her iki ülkenin kurallarına uymak zorunluluğundan kurtulmak
için bu tür düzenlemelerin olmadığı yerlere giderler. Teknik olarak
bunların hiçbiri suç değil. Offshore, kara para aklamaya
çalışırsanız vs, suç haline gelir. Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı
belgeler bir yana, bu para transferinin niye ve nasıl yapıldığını
bilmiyoruz. Bu illa suç olmak zorunda değil. Birikmiş paranız
olabilir ve burada vergi ödememek için orada bir hesap açıp oraya
göndermiş olabilirsiniz. Fakat burada birkaç problem var.
Genellikle devleti yöneten kişilerin veya yakınlarının, yasal olsa
dahi vergiden kaçınmak için paralarını birtakım yerlere götürmeleri
ahlaki bir problem yaratıyor. Vergiyi toplayan devletse ve sen o
devleti yönettiğin halde vergi ödemiyorsan, ahlaki bir sorun çıkar.
Öte yandan bu paranın kaynağının ne olduğunu da bilmiyoruz. Yani
mesele Offshore’u aşıyor aslında. Öte yandan Offshore yasal veya
yasadışı yollarla elde edilmiş servetin gizlenmesi için de
kullanılabilir.
Yani çok paranız varsa, bu yolla saklayabiliyor
musunuz?
Parayı bavula koyup götürmediğiniz, bankacılık sistemi üzerinden
götürdüğünüz için aslında saklayamıyor, iz bırakıyorsunuz. Devlet
istediği zaman bu tür işlemleri görebilir zaten.
Peki bu belgeler Kılıçdaroğlu’na nasıl ulaşmış
olabilir?
Bankada bu tür bilgilere erişimi olan bir departmandaysanız
rahatlıkla çıktısını alabilirsiniz. Bunu yapmanız yasaktır ama
pekâlâ o departmandaki biri bunu yapabilir.
Peki devletler neden böylesi bir vergi kaçırma yöntemini
yasaklamıyor?
Aslında yasaklayabilir. 2016’da ABD hazinesi bunun önüne
geçebilmek için birtakım düzenlemeler yaptı.
OFFSHORE, SERMAYENİN EMEĞE YÖNELİK SAVAŞININ BİR
SONUCU
Offshore, kapitalist sistemde sermayedarların devletten,
yani kamudan kaçış yöntemi midir?
1980 sonrası sermayenin genel olarak emeğe ve kamuya yönelik
başlattığı bir savaş ve bu savaşın çeşitli ayakları var. Bu ayaklar
liberalleşme, deregülasyon, emeğin ucuz olduğu yerlere üretimi
kaydırma, özelleştirme, kamu varlıklarının özel sektöre devri…
Bunların hepsi bu savaşın bir parçası. Bunun bir parçası da 1980
öncesi yazılı olmayan sözleşmeyi bozarak vergi de ödememeye
başlamaya çalışması.
1980 öncesi yazılı olmayan sözleşme neydi?
Şirketler belli miktarlarda vergi öder, devlet bunu toplar, kamu
harcamaları yapar, çalışma barışı, iş barışı, toplumsal barış için
harcardı. Sermayenin 1980 sonrasından itibaren “ben artık bunun
maliyetini ödemiyorum” demesiyle birlikte oluştu Offshore. 1980
sonrasında da bu, patlama yaptı. O kadar çok karmaşık finansal
işlemler, araçlar ortaya çıktı ki, bir yerde elde ettiğiniz kârı
başka bir yerde elde ediyormuş gibi gösterebilmek mümkün hale
geldi. Bunun sonucunda da ekonomilerini bunun üzerinden
şekillendiren birtakım yerler ortaya çıktı.
SÖMÜRÜLMEKTEN DAHA KÖTÜSÜ SÖMÜRÜLMEMEKTİR
Türkiye’nin emek hareketi, finans kapitalin serbestisi
karşısında doğrudan devlet tarafından sınırlandırılıyor. En son
OHAL’le birlikte sermaye sınıfı emekçi sınıflara karşı daha da
güçlendi. Emek gücünün geleceğine ilişkin nasıl bir değerlendirme
yapabilirsiniz?
Açıkçası hiç parlak bir gelecek gözükmüyor. Bir kere işsizlik
yüzde 10’un üzerinde. İşgücüne katılım oranı zaten çok düşük
düzeyde. Nüfusun yüzde 50’sinin biraz üstünde bir işgücüne katılım
varken, kadınlarda bu oran yüzde 25 civarında. İşsizlik oranı
ekonomik olarak kötü bir gösterge olmanın yanısıra emeğin genel
olarak gücünü gösteren bir indikatördür. İşsizliğin yüksek olması,
emeğin pazarlık gücünün düşük olması anlamına gelir. Çünkü her an
sizin yerine çalışacak işsizler varsa, pazarlık gücünüz yoktur. Bu
da ücretlerin düşük, çalışma şartlarının kötü olması anlamına
gelir. Aslında bunu yaparak işçiler ve işsizler üzerinden emeği
ikiye bölmüş oluyorsunuz. Çünkü iş bulabilmek avantaj olarak
görülür. Marks’ın sömürü teorisine atfen bir iktisatçı
“sömürülmekten daha kötü olan, sömürülmemektir” diyor. Yani
sömürülecek bir iş dahi bulamamaktır. Çalışanların içinde de ciddi
miktarda asgari ücretli, onun bir üstü ve bir üstü katmanlar var.
Dolayısıyla işçileri de kendi arasında bölerek genel bir emek
hareketi oluşmasını engellemiş oluyorsunuz. Yani OHAL’e gelene
kadar çok temel iktisadi engeller koyuyorsunuz. Bütün bunlara
rağmen herhangi bir şekilde bir araya gelip çıkarlarını savunmaya
başladığınızda da OHAL devreye giriyor.
ABD FAİZLERİ YÜZDE 10’A ÇIKARIRSA, EKONOMİMİZ BİR
DAKİKADA ÇÖKEBİLİR
Yani tüm engelleyici faktörleri aşıp mücadeleye
giriştiğinizde de devletin zor aygıtları devreye
giriyor.
Zor aygıtlarına gelmeden de mesela son torba yasayla
Arabuluculuk Yasası çıkarıldı. Bu yasadan önce iş güvencesi olan
çalışanlar haksız yere işten atıldığında mahkemeye başvurabiliyor,
işe dönebiliyordu. Arabuluculuk Yasası’yla bu da değiştirildi ve
mahkemeye gitmeden önce arabulucuya gitme zorunluluğu getirildi.
Kural koyucu devlet böylece işten atmayı kolaylaştırdı. Dolayısıyla
işçi daha örgütlenip sokağa çıkmadan, sokakta kafasına vurulmadan
önce önü kesilmiş olunuyor. Geçici istihdam gibi düzenlemeler de
emeğin gücünü aşındırdı. OHAL en son radde yani. Sendikaların
durumunu, emek hareketinin ne kadar içinde olduklarına girmiyorum
bile. Dolayısıyla ekonominin yapısal durumu ve emek gücünün
konumunu göz önüne aldığımızda iyiye gidişe dair herhangi bir emare
görünmüyor.
Peki Türkiye’ye sermaye akışını azaltacak veya
durduracak unsur ne olabilir? Dolayısıyla Türkiye niye risk
altında?
Siz 1989’dan bu yana, özellikle de 2002 sonrası ekonominizi
tamamen dış sermaye giriş-çıkışlarına açmış durumdasınız. Yapısal
olarak bir cari açığınız var. Yani her sene, ürettiğinizden daha
fazla tüketiyorsunuz. Bu ikisi bir arada olduğu zaman yabancı
sermayeye mahkûmsunuz. Fakat borcunuz, milli gelirinizin oranına
göre çok yüksek bir noktaya geldiği zaman uluslararası finansal
sermaye şu soruyu sorar: Acaba ödeyemeyebilirler mi? Bu sorunun
sorulması bile sermayenin girişini yavaşlatır. Bir de içerideki
sermayedarlar paralarını dışarıya çıkarmaya başlarsa, net girişler
azalır. Hukuki, siyasi yapı uluslararası yatırımcılardan ziyade
içerideki yatırımcıların davranışlarını etkileyebilir. Ayrıca,
olacak bir şey değil ama mesela yarın ABD’de faizler yüzde 10’a
çıkarsa, Türkiye ekonomisi bir gecede değil bir dakikada
çökebilir.