Özgür Taburoğlu: Topluca kasılan bir dünyayı izliyoruz
Edebiyat, görsel sanatlar, felsefe ve siyaseti harmanladığı düşünce kitaplarıyla tanınan Özgür Taburoğlu’na göre, ‘Şimdilerde topluca kasılan bir dünyayı izliyoruz’. Yazar, pandemi sonrası üzerine konuşurken, insanlığın unutkanlık, ılımlı otokrasi ve yeryüzü ile dünya arasında yeni bir yaşam alaı kurmak gibi farklı olasılıklar ile baş başa kalabileceğini aktarıyor
Belli tema ve konular üzerine yazdığı derinlikli kitapları ve
Doğu Batı ile Birikim gibi çeşitli kaynaklardaki düşünce ve
inceleme-eleştiri yazıları ile, Özgür Taburoğlu bu haftaki özel
röportajımıza konuk olmayı kabul etti. Taburoğlu, Ankara'da
bilgisayar mühendisi olarak çalışıyor. Yakın zamanda Hacettepe
Sosyoloji’de doktorasını tamamladı. Yayımlanan
çalışmaları: Dünyevi ve Kutsal: Modernlerin Maneviyat
Arayışları (Metis, 2008), Kent Efsaneleri: Zamanımızın
Batıl İnançları ve Takıntıları (Doğu Batı, 2011), Resim,
Söz ve Yazı: İmge Yaratmanın ve Bozmanın Yolları (Doğu Batı,
2013), Boşluk, Aşırılık ve Keyfilik (Doğu Batı,
2016), Nazar: Başkası Nasıl Görür (Doğu Batı,
2017), Tanpınar Sözlüğü: Şahsi bir Masalın
Simgeleri (Doğu Batı, 2019), Vicdan: Kendi olma
Biçimleri (Doğu Batı, 2019).
Sanırım bu kısa biyografiyi, Dünya ve Türkiye’de son aylarda
yaşananların yanına koyduğumuzda, söyleşimizin de gerekçesi
kendiliğinden belli oldu gibi. Dilerseniz başlayalım...
'Yeni medya' üzerine de eğilen 'Resim, Söz ve Yazı'
isimli kitabınızda 65'nci sayfada şöyle bir saptamanız var:
"...Türlü kayıtsızlık, sabırsızlık ve yorgunluk türleriyle malûl
kent sakinlerinden, imajlar arasında estetik deneyimler,
sembolleştirmeler, imge yaratma ve bozma etkinlikleri, yaratıcı ve
ezber bozucu okumalar beklemek de zorlaşır. 'Yaratıcı okumalar' son
bulduğunda, imajlara fazla maruz kalmanın belirtisi olan
takıntılar, tekrarlı ruhsal saplantılar, otistik deneyimler ortaya
çıkar." Günümüz koşullarında ekrana ve iletişime daha fazla
yaklaşıp, uzaklaşan bireyler, bu karantinayı yeterince bilinçli
olarak deneyimliyorlar mı? Yoksa herkes kendi medyasının
vurdumduymaz, cemaat yaratıcı, oto-sansür ve sansür düşkünü
patron-işçisine mi dönüşüyor? Ayrıca reel medya, sosyal medya,
bağımsız olduğu iddiasındaki medya ve devlet, bu koşulları nasıl
'değer'lendiriyor olabilir?
Resim, Söz ve Yazı’da, duyduğumuz ve ifade ettiğimiz dünya
arasındaki geçişleri anlamaya çalışmıştım. Belirli bir duyumun
hâkim olması dünyayla ilişkilerimizde takıntılı bir meyil yaratıyor
olabilir. Dünya, sadece işitilen veya görülen bir yer değildir.
Görülürken işitilen, size temas eden ve bakan bir genişliktir. Çok
farklı duyum ve ifade olanaklarına sahip bir beden ve zihinle
yeryüzünde gezindikçe kendisini açan bir dünyayla çevre dostu bir
ilgi içinde olmak için duyular ve ifadelerimizin farklı biçimler
edinmesi gerekli bence. Burada insani tecrübeyi daha da
genişletmekten söz etmiyorum. Hatta mevcut anlama ve anlatma
kalıplarını dağıtmak ve belki de biraz geri çekmek gerekli
olabilir.
Yeryüzü ve diğer canlılar, onların da içinde olduğu ortak mekân
ve zamanla kurduğumuz alâkalardan hiç hoşlanmadıklarını sayısız kez
hatırlattılar bize. Farklı felaketler ve son olarak bu pandemi
böyle bir yakınmaya ait cümleler kuşkusuz. Yaklaşık elli yıldır
çevremizle bir multi-medya alıcısı gibi ilişki kurmamız, yeryüzünü
sınırsız bir imkânlar sahası gibi görmemize neden oluyor. Kendimizi
sınırsızca ifade etme çabasının genellikle ekolojik olmayan
sonuçları oluyor. Kendimizi gerçekleştirme ve ifade eylemlerimiz
sırasında genellikle teknik protezlere ihtiyaç duyuyoruz. Kendimizi
anlatma gayretimiz, yerkürede sonsuz bir uğultuya, ışımalara,
radyoaktiviteye neden oluyor.
Yeni medya da böyle sınırsız bir anlatımın, farkımızı dile
getirmenin etkin bir ortamı gibi. Bu kadar kendi mecramıza
gömülmemiz, başkalarıyla ortak bir dünyada yaşam sürdüğümüz
duyusunu unutmamıza neden oluyor sanırım. Bu unutuşun “tehlike”sini
bize Hölderlin üzerinden Heidegger defalarca hatırlattı.
Baudrillard, etrafımızla böyle bir ilişkinin muhtemel sonuçları
üzerine sayısız şey söyledi. Dünyayla alâkamızın daha sahici
yollarını aramaktan söz etmiyorum. Ama Platon’un çok erkenden
hatırlattığı gibi, her zaman bir temsiller ekranına yaklaşıp
uzaklaşarak yaşadığımıza dair bir şuur sahibi olmak mümkün olabilir
belki.
Temsil ekranının şuuru kaybolduğunda, yeryüzü, insan dünyasını
farkına varmadığımız bir zamanda sular altında bırakıyor. Yeryüzü
son tahlilde bu kadar güçlü olsa da, kendimizi geniş geniş
anlattığımız imkânlar sahasının dışında sonlu, kırılgan bir başka
var olandır. Buradaki tehlike, bir duyu kaybından ileri geliyor
sanırım. Kendi özgün hikâyemize fazla kulak verdiğimizde ortaya
çıkıyor. Tehlikeli bir unutkanlıkla beraber, gündelik dünyamıza
yakın bir varlığın titreşimlerini, salınımlarını artık duyamıyoruz.
Kendimizi anlatma arzusunun biraz geri çekilmesiyle bizi
çevreleyenin duyusu belki yeniden ortaya çıkabilir. İki ay için
sessizleşen kentlerde yakınımızdaki canlıların tekrar şehre inmesi
gibi.
Resim, Söz ve Yazı, Özgür
Taburoğlu, Doğu Batı Yayınları, 2013.
Çocukların karantina karşısında verdikleri tepkiler ve
onlar için en iyi olanı sunabilmek hakkında neler diyebiliriz?
Kendilerini nerede, hangi yöntemlerle güvencede
hissedebiliyorlar? Uzaktan eğitim, sosyal
mesafe, özlenen özgürlük... Birçok velinin çocuklarıyla aynı çatı
altında yaşamak ve 'eve ekmek' derdinde olmak halinde olması da
cabası. Hatta hastalığın 'çocuklara özel' bir türünün de yayıldığı
haberleri, yurt dışından gelmeye
başladı. Geleceğin bireyleri, size neler
söylüyor?
Hatırlıyorum, kızım beş yaşındayken, “Ben eskiden şunu
yapardım.” gibi cümleler kurardı. Sükûnetini kaybetmiş bir zamanın
çocukları için böyle cümleler oldukça olağan bence. O da diğer
yaşıtları gibi çok hızlı büyüdüğünden, kendisini düşsel bebeklik
zamanlarını yitirmiş gibi duyuyordu sanki. Gençlik resimlerine göz
gezdiren yaşlılar gibi, bebeklik resimlerine iç geçirerek
bakıyordu.
Küçük bir çocukta bile ortaya çıkabilen bu nostalji, melankoli,
herkes için zaman ve yer deneyimini altüst eden bir hızlanmanın
sonucu gibi görülebilir. Kızımla aynı yaşta olan Greta Thunberg de
çok önemli benim gözümde. Kızım Bejan’ın da sıkça sorduğu, “Son
nesil biz mi olacağız?” sorusunu cevaplamaya çalışan çok sayıda
yaşıtları kadar önemli. Zaten sadece doğru sorulmuş, özenle
hazırlanmış sorulara cevaplar bulunabilir. Başkaları yerine sorup
cevaplar arayan, vesayeten, başkasını karnından konuşan siyasal
veya toplumsal herhangi bir girişim bu yüzden sonuçsuz kalmaya açık
bence.
Greta’nın asberger olması onu daha güçlü kılıyor bence.
“Nörolojik çeşitlilik” içinden dünyanın dramına önceden bilinmeyen
bir bakış açısından bakıp, farklı bir momenti harekete geçiriyor.
Sayıları hızla artan böyle bireyler, otizmden malûl olanlar gibi
dünyayla ilişki dairesini kapatmamış bir fail türü bence. Dünyaya
açıldıkları dar aralıktan dışarıya derinlemesine nüfuz ediyorlar.
Dünyaya özenleri sahici ve güçlü; yalandan uzak. Çekingen
görüntüleri altında, doğru ilişkilerle buluştuklarında, derin
olduğu kadar nahif duyum, duygu ve düşüncelerini ortaya
koyabiliyorlar.
Yine, pandemi gözlüğü (ve maskesiyle) okumanızı rica
ettiğim bir alıntınıza daha gidelim. Nazar isimli kitabınızda şöyle
diyorsunuz (s. 91): "Sartre, Lacan’ca söylenirse, 'yanlış
anlamaların' şekil verdiği, kendisini aldatan 'kimse'lerin
başkasıyla karşılaşmadan kendi dünyalarını yaratmaya çalıştıklarını
ortaya koyar. Özellikle kentli orta sınıf yaşam biçiminde, bu
şekilde yalıtılmış olmak ve kendini kandırmak, bir poetika halini
alır. Kent kalabalığı, deyim yerindeyse 'kimsenin kimseye
bulaşmadığı' bir yaşamın muhiti olur..."Bu
alıntıdan hareketle, Dünyada 'normalleşme'nin nasıl seyrettiğini,
keza 'yabancılaşma'nın 2020'deki hali pür melâlini yorumlar
mısınız?
Genellikle rant geliriyle geçinen, herkesin birbirine inşaat
yaptığı memleketimizde yakın zamanlara kadar kimse evden içeri
girmiyordu. Belli bir mesai düzeni içinde çalışmayan kalabalık bir
kitle için hayat dışarıda bile daraltıcı iken, “hayat eve sığar”
denilen bir zamana girer gibi olduk. Oysa evlerde birer pansiyoner
gibi ikâmet ediyorduk. Birikim’de “1+1 Yaşam Formu” adlı bir yazı
yazmıştım. Orada evlerin küçük olmasının neden mahsurunun
olmayacağını anlatmaya çalışmıştım.
Sanırım her başka meselede olduğu gibi, pandemi adlı konu
başlığı bize yeterince ilginç gelmekten, endişe verici olmaktan
çıkınca, tekrar kafelerde, alışveriş merkezlerinde yaşamaya devam
edeceğiz. Ama hayatın eve sığması için, ya rantla geçinmeniz ya da
güvenceli bir işinizin olması gerekli gibi. Oysa proletaryadan ayrı
bir sınıf olduğu zannedilen “prekarya” sınıfına dâhil bir kimsenin
dışarı çıkması kaçınılmaz. Bazılarının hayatı eve sığdırabilmesi,
onların dışarıdan kesintisiz hizmet sunmasına bağlı. Bu zamanların
romantizmi, en niteliksiz işlerde çalışanların çabalarıyla mümkün
olabildi. Biraz da onlar sayesinde, uzun zamandır sosyal mesafe bir
norm olmuştu zaten. Bir kasiyere, kargocuya, mahalle esnafı gibi
selam verip, iki cümle sarf etmeniz gerekli değil ne de olsa.
Temassız kredi kartlarıyla birlikte kasiyer ile aramızdaki son
dokunsal ilişki de yok oldu.
Bu dönem, önceden türlü paranoyalar içinde ifadesini bulsa da,
başkasının hastalık yayıcı bir tehlike olduğunu meşru kıldı.
Bırakın başka memleketlerin sakinlerinin şüpheli durumunu, şöyle
ifadelere de rastladım: “Şirketimizin dışından gelenlere özellikle
dikkat edelim” veya “Site sakini olmayanların takibine özen
gösterelim”. Çocuklarını güvenlikli yaşam alanları dışına bırakmak
konusunda gönülsüz anne ve babalar nazarında makul bir gerekçe de
oluştu böylece. Dışarıda bekleyen organ mafyasının ve başka
tekinsiz öznelerin yerini canlılık sınırında olsa da varlığından
şüphe edilmeyen bir başkası aldı.
Bırakın bir başkasını, kendimizi bile organlarımıza göz diken
birisi gibi görmeye başladık. Ellerimizle ne yapacağımızı
bilemiyoruz. En temel motor becerilerimiz bozuldu. Bir kapıyı nasıl
açacağımızı veya bir musluğu nasıl kapatacağımızı yeniden öğrenmeye
çalışıyoruz. Ancak kesin olan, normalleşme ile yeni bir pedagoji
bir arada mümkün olamaz. Özellikle de kendimizin ve başkasının
bedeni arasındaki ilişkileri nasıl düzenleyeceğiz, en olağan
karşılaşmaları nasıl yöneteceğiz gibi sorulara cevap ararken.
Devlet yetkilisi ağızlar, “Her yeri açıyoruz, kendinize iyi
bakın!” diyerek geri çekilmeye başladılar. Fakat eğer dünya
normalleşirse, bu arzu edilen, lüzumlu ve koruyucu beden
terbiyesini yerleştirmek mümkün değil.
Değişimin, orta sınıf bir mantıkla veya kişisel gelişim
kitaplarından alıntı yapar gibi, bireysel irade veya seçimlere terk
edilemeyeceğinden neredeyse eminim. Yani değişim, gerçekten değişen
ve normal olmaktan çıkan bir dünyada mümkün olabilir. Diyalektik
materyalist düşüncenin bize öğrettiği gibi, maddi dünyadaki bir
değişmeye cevaben bir zihniyet oluşturma ihtimalimiz daha güçlüdür.
Pratikte cereyan edenin geri dönerek zihinlerimizde yeni öğretilere
yer açması daha olası gibi.
Bizdeki yeni zihinsel yapılanma, değişmeden kalan, normale dönen
bir dış dünyada uzun erimli olamaz. Evde oturarak, sayısız haber
program takip ederek kazandığımız öğretinin kenarları ve köşeleri
kısa zamanda törpülenir; zihnimize nakşedilenler silinir. Bu
durumda herkes birkaç haftada aslına rücu eder; tehlikeli
unutkanlık kısa sürede geri döner.
Yine, kişinin kendini kollamasına dönük narsisistik
arayışı, 'din' kurumu üzerinden Kent Efsaneleri isimli kitabınızda
da, detaylarıyla açmadan önce özetlediniz: (s.
23) "Böyle bir zamanın dindarı, çoğunlukla
seçmece, eklektik bir metafizik kurar kendisine; astrolojiyi, Uzak
Doğu bilgeliğini, yogayı, Feng Shui'yi, yakın veya uzak
coğrafyaların mistik öğretilerini dilediğince birbirine ekler,
neredeyse talan ederek, kendi özel mitolojisini yaratır." Bu okuma,
günümüz koşullarına nasıl yansıyor sizin için?
Buna ek bir soru olarak, kişiler arası sevgi, aşk, güven,
vicdan gibi 'kökten' duygusal tavır ve eğilimler, size göre nasıl
evrilecek, ya da devriliyor, tek tek?
Hayatın eve sığması için bazı ruhsal disiplinleri gerçekten de
tecrübe etmiş olmak faydalı olabilir. Meditasyon, yoga, reiki,
türlü mistik, çileci öğretiler, özünde kalabalıklar arasında ve
kısıtlı kaynaklar içerisindeki kimselerin dar yerlere sığabilmesi
için geliştirilmiş terbiyelerdir. Ama bolluk içindeki yurttaşlar,
her zaman için bu disiplinlere işlevsel biçimlerde yaklaşırlar.
Yani daha geniş bir yerde, çok sayıda eşya ve zevk nesnesi arasında
kalan fazla arzulu bir benliğin azami zevklenmesi için böyle
öğretileri uygulamaya çalışırlar.
Örneğin meditasyon, ertesi güne daha yavaşlamış olarak uyanmak
için değil de, daha hızlı, rekabetçi bir güne başlamak, iş
arkadaşlarımıza onlardan daha yukarıda bir mertebede olduğunuzu
göstermek üzere başvurduğumuz bir manzume olabilir. Yani bir başka
coğrafyada veya zamanda nefsimizi ketlemek için başvurduğumuz bir
terbiye, bir başka yerde benliğimizi daha keskin, kıyıcı ve hızlı
yapmak için uygulanabilir. İçeride kalarak dışarıdaki imkânlardan
uzak bir kimse için yavaşlamaya, sükûna yönelik terbiyeler öğretici
olabilir. Ama kişisel gelişimcilerin veya mistik guruların kendini
yalıtmayı, içe dönmeyi öğütledikleri bir özne üzerine düşünmekten
çok, dünyada ve başkaları arasında kendine gelen, kendini bulan
veya kaybeden bir failden söz etmek bana daha gerçekçi geliyor.
Üzerine yazdığınız bir diğer kitabınızda da
vurguladınız. Dünyevi ve Kutsal'ı da alabildiğine sınayan
günlerdeyiz. Bu anlamda milliyet, siyasal ideolojiler, bayraklar ve
etnisite gibi türlü aidiyetler nereye varabilecek? Geçen hafta
Prof. Ali Akay ile yaptığımız söyleşide de dile getirdik... Bilim
insanları dünyanın toplasanız 50 senelik bir 'aktif tarih' daha
yaşayacağını, bundan sonra ise ekolojik tahribat ve iklim
değişikliği sebebiyle 'yaşanmaz' olacağını söylüyorlar. Bu durumda
aynı şekilde, adalet, tarih, bilim, sanat ve sanat tarihi gibi
türlü nice 'İnsanlık birikimi'ne sizce ne olacak ? Büyük bir hatıra
mı, çöplükten mi sayılacak?
Genel olarak büyük resme bakmak konusunda sanırım bir zafiyet
var bende. Daha çok gündelik ve küçük izlenimlerden, intibalardan
yola çıkıyorum. Küçük bazı belirtiler dışında ülkemizde veya
dünyada neler olduğunu çok bilmiyorum. Zaten büyük resimlerin büyük
özneleri ve onların büyük fiilleri benim gibilerin içine düştüğü bu
karmaşadan, cehaletten sorumlular sanırım. Dünyada neler olduğu,
Amerika, Rusya, Türkiye veya Çin’in ne istediği, küresel güçlerin
ne yaptıkları, Rothschild ailesinin şu sıralar neyle meşgul
oldukları konusunda bir fikrim yok.
Ama bu tabloyu anlama isteğiyle onu yaratma çabası ayrı
düşünülemez. Dünyayı büyük resimlerden okuyanlar, oradaki
çıkışsızlıklara, distopik görünüme de sebep oluyorlar galiba.
Dünyayla bu kadar blok halinde ilgilenirseniz, o da en büyük
öznenin kendisi olduğunu hatırlatır. Yeryüzü üzerinde yeterince
fesat bir işleyiş var ve adı kapitalizm. Zaten onun işleyişi başlı
başına bir komplo. Sürekli farklı adlarda, özneler kılığında ve
suretlerde ortaya çıkıyor. Ona her sabah yeniden düzen verilmiş bir
diyalektik içinden ve idmanlı bir eylemci gibi yaklaşmak
gerekli.
Şimdi topluca kasılan bir dünyayı izliyoruz sözgelimi. Büyük
resmi anlamamıza imkân vereceğini düşündüğümüz birikimler neye
yarayacak, bu bilgi yığınları ne olacak diye düşünürken, evde
kalanlara birçok arşiv, kütüphane açıldı. Aslında bu bilgi ve kanıt
fazlasıyla, herkesin elinde telefonuyla muhabir olduğu
hakikat-sonrası zamanlar bence en samimi ve en aleni zamanlar. Ama
evde oyalanmayı bekleyenler için arşivlik bilginin dışında aktüel
yayın olmayınca, önceden çekilmiş dizileri, maçları izlemeye
başladık.
Özellikle yeni medya alıcısı, geçmişin birikimiyle çok
ilgilenmiyor bence. Yani yeni olan veya burada ve şimdi cereyan
eden onu daha çok heyecanlandırıyor. Canlı yayınlarla, yeni
içeriklerle, önceki yığınların üzerine başkalarını eklemek istiyor.
Ama bir yandan da kültür dünyası ve medya çalışanları, kültür
tüketicileri alışkanlıklarını yitirmesinler diye fazladan bir çaba
ortaya koyuyorlar doğal olarak; eve sığan hayat normale döndüğünde
mevcut kültür sermayesi dağılmasın, alıcıların ilgisi değişmesin
diye.
Önceden evde bir pansiyoner gibi kalan insanların bir anda
evlerin kıyı köşelerine ve kendi iç dünyalarına dönmeleri ve dışarı
çıktıklarında eskisi gibi olamayacakları ihtimali korku verici
görünmüş olabilir. O kadar çok gösteri, gösteriş, izleme, izlenme,
duyusal tecrübe ve ifade biçimleri var ki… Onlardan uzaklaşan bir
kültür tüketicisi için bu birikim değersizleşir. Normalleşme
denilen, sadece ekonomik sermayenin seyrelmemesi için arzulanmıyor.
Eskisi gibi kültür ve sanat görünümünde şeyler de yeniden
üretilmeli ve tüketilmeli. Örneğin hayatı eve sığdırabildiği için,
sükûnetle etrafına bakan, temaşa ve tefekkür eden alıcılar, kültür
dünyasının tahammül edemeyeceği bir tipleme olabilir.
Sadece eve değil, içine de kapanan ve yeni bir bedensel ve
zihinsel terbiye geliştirmeyi başaran bir kimsenin kendisini ifşa
edeceği gösterilere ihtiyacı azalır. Eğer zamanımızı niteleyen
isimlerden birisi olarak “gösteri toplumu”ndan söz edebilirsek, bu
tür bir fail o toplumda pek yaşam şansı bulamaz. Kendini sürekli
anlatmak istemez ve kültürel protezlere fazla ilgi göstermez. Daha
yavaş hareket eder, dinler, duyar, düşünür.
Dünyevi ve Kutsal, Özgür
Taburoğlu, Metis Yayınları, 2008.
Guy Debord'a referansla, 'Gösteri Toplumu'ndan adeta
'gönderi toplumu'na sürüklenmiş haldeyiz. İnanılmaz bir bilgi
kirliliği ve zaman darlığı patlaması yaşanıyor. Peki, Pandemi
üzerine doğanın kendine gelişini neye yoruyorsunuz? Gecenin,
gündüzün, mesafelerin, zahmetin geri gelişi üzerine yakın gelecek
adına neler diyebilirsiniz?
Bunu, Tanpınar Sözlüğü isimli çalışmanıza referansla
sorabilirim isterseniz... Bu anlamda aklıma Joseph Conrad'ın 'Gizli
Ajan' isimli kitabı da geliyor... Zamanı yok etmeye çalışan bir
anarşistin hikâyesinden yola çıkan o kitapta, Big Ben - Londra saat
kulesi, bildiğiniz gibi yok edilmeye çalışılmıştı...
Walter Benjamin’in de benzer bir belirlemesi vardır. Sanırım
Fransız Devrimi ertesinde, çok farklı kentlerde ve birbirlerinden
habersiz kimselerin saat kulelerine ateş açtıklarını yazar. Devrim
türünden büyük değişimler, aynı anda dışarıda, içeride, maddi
dünyada, bedenlerde ve zihinlerde koşut bir şekilde ortaya
çıkmalıdır. Bunlardan birisinin ileri geri kalması karşı devrime
meydan veren bir boşluk veya aşırılığa sebep olur.
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ileri geri giden
memleket saat ayarının imkânları üzerine yazar. Cumhuriyet
ertesinde bu ortak zaman yaratılmadığından ülkede bir ayarsızlık
ortaya çıkar. Zaman ve mekân koşut olmadığında orada bir büyük
değişimden söz etmek mümkün olmaz.
Ama doğrusu zamanımızda böyle içtimai büyük bir zemberekten söz
edemeyiz. Neredeyse her bireyde, hemen yanındakinden hatta ikiz
kardeşinden bile ayrı çalışan bir zaman ayarı ortaya çıkabilir.
Zamanın ritmini belirleyen zihinsel süreçler herkeste ayrı işliyor
artık. Hatta aynı kişi de kendi içinde ileri geri giden birkaç
zamanın hükmünde yaşam sürüyor olabilir. Giderek farklı adlar alan
ruh hastalıkları da bu huzursuz zaman ve yer duyusuyla doğrudan
ilişkili sanırım. Ama eve kapanan insanlar uzun zamandır ilk kez
sükûnete kavuşmuş bir saatin zembereklerini duymuş olabilirler.
Birçok paylaşımda şehre inen vahşi hayvanların, dışarıya terk
edilen evcil hayvanların, etrafı sarmış bitki örtüsünün resimlerine
rastladım. Bu paylaşımı yapan arkadaşlarım, kendisinin olmadığı bir
dünyaya dair gizli bir özlem duyuyor sanırım. İnsansevmez
yazarların, düşünürlerin bu kadar çok okunması da bundan olabilir.
Schopenhauer, Nietzsche, Dostoyevski, Cioran veya Camus gibileri,
insana fazlasıyla maruz kalsa da, ona kayıtsız bir dünyayı tasvir
etmek isterler. İnsansız dünya resimleri, biri diğerine ulanan
aşırı eylemlerinden ve kendisinden usanmış bir bilinçdışının
belirtisi de olabilir. Yani pasif agresif bir tavırla, ya doğayı
kültürün bir uzanımı yapıyoruz ya da kendimizi yeryüzü
belgesellerinde gibi ortadan siliyoruz. Oysa her eylemimiz doğanın
parçası. Örneğin virüs doğal yollardan mı ortaya çıktı diye
soruyoruz. Doğal olmayan bir şey yapmamıza imkân yok bence. Sadece
kimi yaptıklarımızın sonuçları insanın zararına olabilir.
Heidegger gibi konuşursak, “şuradakini buraya koyan, oradakini
öteye yerleştiren” antroposen türünden bir varlığın eylemleri
sonucunda ortaya çıkıyor doğal felaketler. Yani yarasayı yiyen bir
karıncayiyeni yiyen bir başka hayvanın taşıdığı virüs de
laboratuvardan kaçmış bir başkası kadar doğal ya da değildir.
Şeyleri birbiriyle ölçüsüzce karıştıran bir canlının davranışları
yüzünden, bazı hayvanların besin zinciri değişiyor ve önceden
yemediği şeyleri yemek durumunda kalıyor.
Küresel aydın ve siyasetçiler son dönemde 'İlerici
Enternasyonal' diye bir oluşumu gündeme taşıdılar, bu konudaki
yorumunuzu, Avrupa'nın, ABD'nin, Çin ve birçok ülkenin bile
birbirine can derdiyle düştüğü şu günlerde sizden alabilir
miyim?
Zamanında liberal ve sosyalist enternasyonal gibi yapılar da
inşa edildi. Bu yeni girişim sanırım mevcut olanlara dönük bir
güvensizliğin eseri olabilir. Bir de bu sıhhatsiz zamanlar, hem
küresel bir dert hem de deva olarak, yeryüzüyle doğrudan bağ
kuramayan, politik veya ekonomik ilgilere ayrıcalık veren
girişimlerin sonuçsuzluğunu ilan ediyor olabilir. Topluca kasılan
bir yeryüzüne karşı dünyamızı daha da tahkim etme, güvenliği
artırma gibi tekliflerden uzak, yeryüzü adlı varlığın bize
kendisini duyurmasına ve anlatmasına imkân veren bir faillik
oluştururlar umarım.
Özellikle Türkiye'ye yönelik gözlemleriniz üzerinden,
sınıf, seçim, gözetim, kamu ve fikir ile eylem hürriyeti ile,
bireysel mahremiyet gibi unsurların yakın geleceğine nasıl
bakmaktasınız?
Bunu, Greta ve onun bazı yaşıtları gibi doğru soruları
oluşturmayı başarmış faillerin türlü eylemleri belirleyecek diye
düşünüyorum. Ama eğer büyük resme dair bir kehanet telaffuz etmek
gerekirse, üç olasılık bizi bekliyor olabilir:
Birincisi her zaman yaptığımız gibi, olanları unutmak. Bu sayede
yaz sonuna doğru içinde bulunduğumuz tehlike tekrar aklımızdan
çıkar ve bu ferahlıkla iskelelerden serin sulara atlayabiliriz.
İkincisi, komplocu düşüncenin de telaffuz ettiği, yüksek
güvenlikli bir dünya beklentisi olabilir. Bu durumda en hafif
tabirle “ılımlı otokrasi” dünyada geçerli bir siyasal model
olabilir.
Üçüncüsü ve kuşkusuz en zoru da ortak yaşadığımız yeryüzü ve
insan dünyası arasında yeni bir yaşam alanı kurma olasılığı
olabilir. Mevcut yaşam biçimlerinin derinlemesine değişmesi ve
hatta tasfiye edilmesi gereklidir bu durumda. Ama devletler,
kurumlar, şirketler, kültür endüstrisi, küresel ilişkiler ve kendi
benliklerimizin buna muazzam dirençler göstereceğini de önceden
görmek mümkün.
Ama yine Heidegger’in Hölderlin üzerinden dile getirdiği gibi,
“tehlike” ile “kurtarıcı güç” beraber sahneye çıkar ve kendi kadro
ve dekorunu aynı anda inşa ederler. Burada kendi talihine kendisi
sahip çıkan faillerin varlığı lüzumlu gibi. Talihini kaderi gibi
yaşamayan, ortadaki tehlikenin hep bir kurtarıcı güç çağrışımı,
imasını taşıdığını bilen ve kötümser bir irade sahibi olan...
Kişisel gelişim öğretilerinden gelen her şeyi unutan. Böyle bir
fail, ortak şekilde eyleyen bir topluluğun iradesi içinde kalmaya
razı olmalıdır.
Dışarıdaki dünyayı, bir araya gelebilen, ortaklıklarını
hatırlayan insanlar değiştirebilirler. Eve kapanmışların şunu
anlamış olarak dışarı çıkmalarını umut etmeliyiz bu durumda: Her
fırsatta farkını ilan eden, ferdi iradesine, arzusuna bu kadar
bağlı olmaktan çok, başkalarıyla ortaklığını dillendirenlere kulak
vermeli. Herhangi bir eylem, takatini farklılıklardan olduğu kadar
ortaklıklardan da almalı. Örneğin bir başkasını dinlerken, bir yere
bakarken, bir şeyi tadarken, temas ederken, onu anlamaya
çalışırken, sadece o şeydeki farkın değil de, diğerleriyle
ortaklığın fikrine de sahip olmalı.
Yani ne bizlerde fark yaratmaya dönük kişisel gelişim
öğretilerine ne de aynı türe ait olduğumuzu aralıksız ilan eden
biyosiyasete kapılmamak gerekli. Türün ve benliğin birbiriyle
çelişen çağrıları arasında yer tutan bir kendilik, mizaç oluşturmak
belki de mümkündür. Bu ara yerde bulunmaya imkân veren eylemleri,
yakın zamanlı bir çalışmamda “vicdani yüklemler” diye ayırt
etmiştim.
Cezaevlerinden pandemi nedeniyle çok sayıda ağır suç
mahkûmu salınırken, gazeteciler ve aydınların içeride kalmalarını
nasıl yorumluyorsunuz? İronik bir yaklaşımla, sizce daha mı
‘güven’deler (!?)
Doğrusu toptan bir bünye gibi hareket eden bir devletin
uyrukları gibi yaşıyoruz. Bütün hegemonyanın, egemenliğin bir yerde
toplandığı, kendi siyasal, kültürel, ekonomik keyfi olan bir
iktidarın vicdanımızı sızlatan maceralarını seyretmekle geçiyor
günlerimiz. “Sahiciye yakın” herhangi bir haber kanalı olmadığında,
uyruk olmaya direnenler bu durumda viral kanallara kaydoluyorlar.
Buralarda çoğu zaman komplocu düşüncelere yakalanıyorlar ve
sonrasında en kötü olasılıkları telaffuz ediyorlar.
Bu durumda sözgelimi dünyada en kalemle çizilmiş gibi duran
eğrilerden birisini izleyen pandemi grafiğimizi nasıl
yorumlayacağımızı bilemiyoruz. Türkiye’nin yarısı, hikmetini çok
anlamadığımız bir şekilde vaka/ölüm oranı en düşük ülkede
yaşadığını, diğer yarısıysa akıllarımızla alay eden bir
yönlendirmeye, algı yönetimine maruz kaldığını dile getiriyor. Her
ikisi de hiperbolik yorumlar kuşkusuz ama doğrunun yaklaşık olarak
ne olduğunu kavrama imkânına kavuşmak için, devletin bu toptancı
keyfinin aralanması, perdenin, karartmanın arkasını görmek
lazım.
Sosyal medya hesaplarımdaki arkadaşlarımın birçoğuna göre, bize
türlü şekillerde hakaret eden bir devlet yapısı içinde hayat
sürüyoruz ama bir türlü, bir araya gelip bu yapılanlara bir çözüm,
karşılık üretemiyoruz.
Sürekli bir başka kehanetinin doğrulandığını fark ettiğimiz
Baudrillard’ın bize öğrettiği bir başka şey de, aynı zihniyetin
taşıyıcıları arasında yaşayanların kısa zamanda viral bir durum
yaratmaları kaçınılmazdır. Üstelik bu sıhhatsizlik, çok geçmeden
kalıtsal da olabilir.
Bilginin de büyük bir dezenfeksiyon içinde olduğu şu
dönemde, siz hangi aygıt ve kaynaklardan
beslenmektesiniz?
Doğrusu Gezi eylemlerinden bu yana, eskiden de biraz öyleydi ama
okuduğum herhangi bir habere veya yoruma inanmakta zorlanıyorum.
Birçok alternatif mecra da ana akım olanlara tepkiyle şekilleniyor.
Dolayısıyla müspet ya da menfi nitelikte ama sonuçta aynı adamların
maceralarına kulak veriyoruz. Onları etkinliklerini anlatan yeni
veya eski medyaya kulak verdikçe, çok geniş ve hâlâ güzel bir
dünyada olduğumuz duyusunu kaybediyoruz.
Böyle “sahici” kaynaklara dönük bir umutsuzlukla, kendimi viral
kaynakların veya Netflix benzeri ortamların rahatlığına da terk
etmemeye çalışıyorum. Böyle platformların mahsuru, sadece
içeriğinde değil bence, daha çok biçiminde. Yaşadığımız dünyanın, o
kadar da eğlenceli, entrikalı olmayan doğasına yabancılaşmamıza
sebep oluyorlar sanırım; kurucu kıymette olan küçük resimler ve
onun basit özneleri gözden kayboluyor.
Oysa hayatlarımızda büyük eylemlerden çok, maruz kaldığımız
sıkıcı, eziyet verici, sürekli akıcılığını yitiren olaylar var.
Hiperbolik maceralar ve aşırı fantezili, kurgulu dünyaların, büyük
resimlerin tasvirleri, bence kendimiz, başkası ve yeryüzü hakkında
başka izlenimlere sahip olmamıza mani oluyor; içeride ve dışarıda
cereyan edenleri, gördüklerimizi ve bize bakanları fark etmemize,
olanlara anlam vermemize engel oluyor.