Özgürleştirici bir ihtimal olarak çelişki ve belirsizlik
Kaygı, belirsizlik ve çelişki dolu bu “girdaba” ilk düşen biz miyiz? Her şeyin dağılır, ufalanır, buharlaşır olduğu bu zaman nasıl başladı? Sosyolog Begüm Özden Fırat, “bildiğimiz dünyanın sonunda” politik depresyonu, bu kolektif idrak yitimini yeniden ele almayı öneriyor. Toplumsal hareketler tarihi başka bir eşikte olduğumuzu söylüyor. Mesele, bunu nasıl değerlendireceğimiz.
“Hayatımda her şeyin en belirsiz olduğunu düşündüğüm an, koskoca ve upuzun bir an olarak Gezi’nin on beş günüydü. Her şeyin mümkün ve yeni göründüğü bir zamandı. Gezi ve ertesi, gündelik ve politik hayatın benim için de belirsizlik taşıdığını, bu nedenle başka türlü de olabileceğini fark ettiren bir süreçti. Belki en önemlisi belirsizliğin 'kontrolünün' aşağıdakilerin de elinde olduğunu gösteren bir tecrübe alanıydı. ‘Aşağıdakilerin’ ne zaman, neyi yapabileceğinin bilinmezliği ve belirsizliği de egemenlerin korkusu sanırım.”
Aslında bu Begüm Özden Fırat'ın verdiği son cevaptı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olan Fırat'la, ağırlıklı olarak çalıştığı toplumsal hareketler başlığını belirsizlik üzerinden konuşmayı böyle bitirmiştik. Belirsizliği serdiği zemini, o zemindeki varlığımızı ve hareket alanımızı tarif edişinin bu halis özüyle başlamak daha iyi geldi.
21'inci yüzyılın ilk çeyreğinde, bugün yaygın duyulan geleceğin hepten kestirilemezliği, hayata yön vermekte güçsüzlük duygusu, bunların siyasetten üretim ilişkilerine, kendimize atfettiğimiz rolden toplumsallık anlayışımıza hakim hale gelmesi... Fırat, öncelikle bunları bu zamana mahsus bir parantez, bir sapma ya da kısa devre gibi almayı tercih etmiyor. Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor adlı kitabında “Modern olmak, kişisel ve toplumsal yaşamı bir girdap deneyimi gibi yaşamak; insanın kendini ve dünyasını sürekli bir çözülüş, yenilenme, sıkıntı, kaygı, belirsizlik ve çelişki içinde bulması demektir” diyordu. Marx’tan alıntılayarak katı olan her şeyin buharlaştığı bir evrenin parçası olmaya benzetiyordu modernliği. Ve uyarıyordu: “Kendilerini bu girdabın tam ortasında buluveren insanlar buraya düşen ilk, belki de tek insanın kendileri olduğunu düşünürler; modernlik öncesi bir 'Yitik Cennet'e dair sayısız nostaljik mitosu doğuran işte bu duygudur.”
Berman'ın yol göstericiliğinde, Fırat bu girdaba ilk düşen olmadığımızı hatırlatıyor: “Şimdi, bugün başımıza geldiğini düşündüğümüz şey, uzun zamandır başımıza gelmekte aslında. Yani 1960’ların sonunda kapitalizmin içine girdiği başta ekonomik görünen ama aslında politik, toplumsal, kültürel ve hatta etik krizler toplamı ve bunları derinleştiren neoliberal 'tamirat' sürecinin kendisi, köklü bir yıkım dönemine işaret ediyor. Küresel ölçekte emperyal güç ilişkilerine baktığımızda da benzer bir dönüşüm, belirsizlik söz konusu. Wallerstein, yaşadığımız gerçekliğin çerçevesini çizen bildiğimiz dünyanın, yani 'kapitalizm dünyasının' ve onu kavrayış biçimlerimizin sonuna geldiğini söylüyor. Kitabına verdiği isim gibi Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nunda bir yerde, bir geçiş dönemindeyiz.”
KOLEKTİF BİR İDRAK YİTİMİ
Bugünün neoliberalizminin, kapitalizmin “vahşi” diye nitelendirilen erken zamanlarını birçok açıdan aratmadığı ortadayken, olup biteni böyle bir zincir olarak düşünmek, Berman'ın yaptığı gibi 19'uncu yüzyıl modernistlerinin tecrübesine çevirebilir yönümüzü. Belki şu an bakışımızda yitirdiğimiz keskinliği, Marx, Goethe, Dostoyevski ve daha birçok ismin “her şeyin” başında gördüklerini ve gördükleriyle kurdukları ilişkiyi anımsayarak tekrar yakalamak mümkün olabilir. Bunun en önemli sonucu da Fırat'ın andığı, bugünü algılayışımızı değiştirecek şu temel imkân: Çelişkiyi ve belirsizliği kabul etmek ve hatta özgürleştirici birer ihtimal olarak kucaklamak.
“Modernleşme dediğimiz tarihsel süreçler, sürekli bir parçalanma, yıkım ya da Marx’ın metaforuyla buharlaşma ortaya çıkartıyor. Fakat aynı zamanda bunların neden olduğu türlü belirsizliklerle başa çıkmak için, bu süreçlerin nesnesi olmak kadar öznesi de olmayı, kendisini değiştiren dünyayı değiştirmeyi hedefleyen bir düşünme biçimine de yol veriyor. Berman’ın düşüncesi hâlâ modernist ve hâlâ modern hayatın küçük kahramanları olabileceğimizi söylüyor bize.”
Wallerstein, belirsizliği geçici bir körlük ya da bilginin önündeki aşılmaz bir engel olarak değil, “inanılmaz bir hayal etme, yaratma, araştırma fırsatı” olarak ele almayı öneriyordu. Bu geçiş sürecinde “göremez” gibi hissedişimizin aslında başka kayıplardan ileri geldiğini düşünüyor Fırat. Sınıfın 19'uncu yüzyıldan beri kazandığı, parti, sendika gibi kurumları bastırılmış... Kent, mahalle, kamusal mekânlar darmaduman edilmiş... Fabrikadan ofislere tüm çalışma deneyimi parçalanmış... Belki de temel mesele, yaşadıklarımızı “belirli” hale getirecek, adını koyacak beceriyi yitirmiş olmamız.
“Belirsizliği sırf maddi koşulların tanımsızlığı üzerinden değil, o koşulları idrak edecek anlama ve ifade biçimlerinin sakatlanmasıyla bir arada düşünmeliyiz. Toplumsal mücadelelerle ortaya çıkan aşağıdan, dayanışmacı toplumsal kurumlara yönelen saldırılarla, kazanılmış sosyal hakların yitimiyle birlikte, bizi sağ salim ve bir arada tutan toplumsal ağlar, duygusal bağlar da kopuyor. Belirsizlik bir yönetme sanatı haline gelebilmişse, bunun için öncelikle belirsizliği 'idare edilebilir' kılan tabandan kurumların ortadan kaldırılması gerekiyor çünkü. Bu, şimdi ve gelecekle kurduğumuz ilişkiyi de değiştiriyor. İşte belirsizlik dediğimiz bu kavrayamama hali. Bireysel bir deliryum değil, kolektif bir idrak ve kudret yitimi daha ziyade. Bu hal, madunları daha yönetilebilir, sömürülebilir ve harcanabilir kılıyor.”
BİR ALET KUTUSU OLARAK 'MÜŞTEREKLER'
“Kendisini değiştiren dünyayı değiştirmeyi hedefleyenler” açısından da bir geçiş süreci yaşanıyor aslında. Tarihsel solla kesişse de, 2000'li yılların küreselleşme karşıtı hareketlerinin, örgütlülük biçimlerine, egemenliğe dair tanımlarında hep yeni bir toplumsallığın arayışı vardı. Fakat belli ki kimi zaaflar nedeniyle bu hareketler tüm dünyada kalıcı ilişkilere, yapılara vesile olamadı. Öyle bir yerdeyiz ki bugün, sanki pişirmenin zamanı gelmiş, bir maya var, ama maya hazır mı ya da nasıl hazır olur bilmiyoruz. İnsanlık nihayetinde ne “pişirmek” niyetinde, emin değiliz. Birçok teorisyen de önümüzdeki bu belirsizliği dile getiriyor yıllardır; sistemin onarılamazlığını, iktidarı, egemenliği, temsiliyeti, eşitliği yeniden düşünen ve örgütleyen bir alternatifin lüzumunu anlatıyor.
Evet, bir yanda daha demokratik, özgürlükçü bir sistemin durduğu, diğer yanı belki bugünden bile karanlık bir dünyanın eşiğindeyiz. Ama Begüm Özden Fırat bu belirsizliğe değil, bundan sonra ne geleceğini belirlemenin politik ve toplumsal hareketlerin elinde oluşuna odaklanmayı tercih ediyor. Bir yandan bu hareketlerin küresel olarak geri çekildiği bir dönemdeyiz gibi görünüyor, ama bir yandan da pandemiye rağmen ve hatta pandeminin iyice görünür kıldığı toplumsal eşitsizlikler yüzünden dünyanın farklı köşelerinden beklenmedik kitlesel halk hareketleri yükselebiliyor. Kuluçka zamanı belki.
“Bu dönemin sistem karşıtı hareketlerinin, en azından 1968’den beri süregiden arayışlarının parçası olduğunu kabul etmekle başlamamız gerektiğini düşünüyorum. Hayata şu andan ibaret bir mücadele perspektifinden bakarsak, yaşamasak daha iyi olur. Çünkü dayanılmaz bir yıkım görürüz. Ama sosyalist ve liberter mücadelenin, feminist, ekolojist, queer ve sayısız özgürlükçü toplumsal hareketin küresel ve tarihsel perspektifinden baktığımızda, kendimizi süregiden bir tarihin, şimdinin ve olumsal bir geleceğin özneleri olarak görebiliriz. Zaaf dediğimiz şey aslında bir arayışın ürünü. Yenilgi değil, sürekli kendini değilleyen stratejik bir arayış diye düşünelim. Yataylık, lidersizlik gibi keşfedilen bazı örgütlenme formlarına, eylem biçimlerine aşık olup saplanmadığı sürece de devam edecek bir arayış bu.”
Bu arayışın önemli bir parçası da, ilham çekirdekleri halkın ormanlara, meralara, ortak alanlarına sahip çıktığı Ortaçağ'a kadar uzanan “müşterekler” siyaseti. Fırat'ın da üzerine çokça konuştuğu, kalem oynattığı bir mevzu bu. İktidarı “ele geçirmek” şeklinde bir siyasal devrimden çok, eşitsizliğe, tahakküme ve ayrımcılığa dayalı ilişkileri kökten dönüştürmeye niyetlenen toplumsal bir devrimin hayali... Sonuçlarını gittikçe daha harap edici berraklıkta gördüğümüz iklim krizinin ve son pandemi deneyiminin de dünya halklarına tekrar hatırlattığı bir ihtiyaç...
“Bu hareketlerin geri çekilme dönemlerinde, elde küçülen, kurtarılmış adacıklara dönüşen müşterekleştirme pratikleri kalıyor, gıda kooperatifleri ve tüketim toplulukları gibi. Özellikle otoriter rejimlerin siyasal alanı gittikçe daralttığı zamanlarda bu deneyimler iyice içlerine kapanabiliyorlar. Toplumun mahallelere göre kutuplaştırıldığı, cemaat bağlarının tek sahih toplumsal ilişki ve güven alanı olarak kabul edildiği bir zamanda dayanışma pratiklerinin de cemaatleşmesi ihtimal dahilinde. Fakat müşterekler fikri daha ziyade potansiyeller üzerine kurulu. Varılacak bir yere, ele geçirilecek bir şeye yönelmiyor. Bir örgütlenme, yapma etme biçimi sunuyor bize. Bir nevi alet kutusu ve kullanım rehberi gibi.”
POLİTİK DEPRESYONU ANLAMAK
Gezi ve sonrasında bu küresel dalgaya yakın frekansta birçok hareket, oluşum Türkiye'de de kendini gösterdi. Fakat 2015'ten sonra artan siyasi baskı muhalif kesimleri savunma bile değil hayatta kalma hattına çekti. HDP ve hak temelli köklü kurumlar dışında çıkabilen az ses var bugün. Yaygın bir kesime hakim olansa tıkanıklık, çaresizlik, “Normal koşullarda bu yaşansa yer yerinden oynardı” hayıflanmalarıyla kesifleşen bir küskünlük hali. Bu sürecin tahribatından nasıl konuşmalı?
“Şunu teslim edelim, bir 'karşı devrim' dönemindeyiz. Başka bir dünyayı hayal etme ve var olanın alternatiflerini örgütleme kudretimizi, bu ihtimali ortadan kaldırmaya yönelen bir saldırı bu. Örneğin Medeni Yıldırım’ın öldürülmesinin ardından tek tük de olsa Türk bayraklarıyla eyleme katılan, 'yaşasın halkların kardeşliği' sloganını atan kalabalıkları düşünelim. Bu korkunç olayla dile getirilen, ortak yaşam tahayyülünün tüm zeminleri bugün tarumar edilmiş vaziyette. 2015 gerçekten milat. O zamandan beri Türkiye’de solun aşina olduğu, hatta kurucu duygusu olarak tanımlanabilecek melankolik bir hal içindeyiz. Diğer yandan küresel olarak da ütopyacı düşüncenin, devrimci strateji tartışmalarının bittiği bir dönemdeymişiz gibi görünüyor. Örgütlenme, eylem, dil, duygulanım anlamında bildik politik formların artık ne dünyayı değiştirmekte, ne de bizi bir arada tutmakta başarılı olduğunu kafamıza kakan bu dönemi ve kolektif hali anlamaya çalışmalıyız. Bu duygu dünyasına politik depresyon diyebiliriz belki. Zira bu hal, geçmişe ve kaybedilmiş bir davaya yönelen melankolik bağlanmadan farklı olarak, şimdiye ve geleceğe dair endişeyi, güvensizliği de tetikliyor. 'Son dakika'lara sıkıştırılmış zamansız bir şimdi ve bir felaket olarak yaklaşan gelecek arasında kalmışız gibi. Toplumsal mücadelelerin tarihi, buradan çıkışın ancak belirsizliği sürdürülebilir kılan maddi şartları dönüştürmeye çalışarak, ama onun yarattığı imkân ve duygu dünyasını sahiplenerek olacağını söylüyor. Ernst Bloch’un sıkça yinelediğim ifadesidir: Tam da yenilmişin ihtiyacıdır, dünyayı tekrar denemek.”
Notlar:
Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu (Çev: Tuncay Birkan) Metis Yayınları'ndan. Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor (Çev: Ümit Altuğ, Bülent Peker) ile Begüm Özden Fırat'ın Aylin Kuryel ile birlikte derlediği Küresel Ayaklanmalar Çağında Direniş ve Estetik de İletişim Yayınları'ndan.
Bu çağa özgü gibi gelen, bu çağı Türkiye'de yaşamanın katmerlediği “belirsizlik” üzerine 20 bölümlük bir yazı dizisinden bir parça okudunuz. Fizikten felsefeye, siyasetten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye uzanan alanlarda; yükselen denizlere ve uyuyan fay hatlarına, devletlere ve halklara, dışımıza ve içimize bakarak bir anlama çabası bu. Bilgisiyle, tanıklığıyla eşlik edenlerle birlikte sisin ortasında birlikte bir yürüyüş.