Özgürlük ve zorunluluk
Özgürlük, erdemli olmanın gerekli koşulu olarak belirir. Bunun yanında yasalık, dolaysıyla zorunluluk, “belirli bir biçimde” ölçmekten ve oranlamaktan dolayı, zamanın akışı içinde tutarlılık diye de görünür.
Bilal Cantürk*
Özgürlüğün yalınkat bir çaba ile serbestiyete; Zorunluluğun ise benzer bir tavırla baskıya tevil edildiği bir zaviyede keyfilik ve umarsızlık, eylemlerin belirgin vasıfları olarak belirdiğini söyleyebilirim. Bu yanılgının cesaretini orta yere koymak gerektiğine inanıyorum. Sözüme şöyle başlıyorum:
Özgürlük kavramsal açıdan “öz-ü gör olmak” dolasıyla “öz-ü kendine yetmek” anlamına gelir. Kendime, “ne açıdan yetmek?” diye sorduğumda ve “öz” kavramını da dikkate aldığımda, “karar ve çaba’da” “kendime yetmek” olduğunu anlıyorum. Böylece özgürlük, kararlarının (=düşünceleri, fikirleri) ve çabalarının bizatihi o kişinin kendi esasından (özünden) kaynaklandığı hâle denir. Böylece özgürlüğün, “ser-baste (Far)=baş bağı”ndan türeyen ve muaflık anlamına gelen serbestiyetten epeyce farklı bir anlam içeriğine sahip olduğunu, ilkinin bireyin kendisi (özü) ile alakalı; sonrakinin ise dışarıdan gelen bir kayıt ya da bağdan muaf olmak anlamlarına geldiklerine bakılarak ayrımsayabiliyorum.
Peki zorunluluk fikri bize nereden gelmektedir? Zorunluluğun ilk bakışta yasaya dayalı olması gerektiğini fark ediyorum; çünkü zorunluluğa tabi olan yasayla kayıt altına alınmıştır. Bu demektir ki bir şeyin yasaya tabiiyeti zorunluluğu doğurur; çünkü kayıt altına alınmada sınırların çizilmişliği ve belirginliği vardır. Dolaysıyla zorunluluğun baskı ile değil yasaklamak ile ilişkili olduğunu görüyorum. Yasa dışı olan, dolaysıyla yasak olan, zorunluluğu yıkmış, yani belirgin sınırların dışına çıkmış ve böylece konumunu (statüsünü) ya da varlık durumunu (ontolojisini) kaybetmiş olur; aklıma ilk gelen, örneğin bir yurttaş hırsızlık yaptığında, siciline bu suçun işlenmesi ve hapse girmesi ile evvelki sosyal statüsünü kaybetmiş olur. Nesneler için konuşmam gerekirse, her olayın ya da olgunun maddi veya manevi birtakım sebeplerin zorunlu sonucu olduğunu söylediğimde sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin belirlenmişliğini yani kayıt altına alınmışlığını kastetmiş olurum. Dolaysıyla “sonucun varlık dayanağının” sebepte içerilmesinden bahsedebilirim; böylece zorunluluk nesneler düzeyinde daima sonucu kuşatan bir üst ilkeye, başka bir deyişle öze, yani bir esasa göndermede bulunur. Buradan sınırsızlıkla baş başa veren keyfiliğin, zorunluluk karşısında olan bir duruma işaret ettiğini çıkarsıyorum.
Şimdi konuya bir de keyfilikten bakarak bu kavramın zorunluluk karşısındaki anlam içeriğini iyice açımlamak istiyorum. Diyorum ki keyfilik, öylece olmak, öylece konuşmaktır; hem de sağa-sola, ileri-geri ve belli-belirsiz! Demek oluyor ki, keyfilikte bir öngörülemezlik, bir kararsızlık içkindir. Bu yüzden, hele hele sağa-sola, ileri-geri ve dahası belli-belirsiz olduğu içindir ki tam bir sınırsızlık durumudur bu keyfilik. Bir anlık belli iken, bir bakmışsınız belirsiz olmuş; bu yüzden onda kararsızlık içkindir dedim. Oysa zorunluluğun böylesi bir hâlden ne derece uzak olduğunu sezmek mümkün. Şöyle ki:
Başta ben zorunluluğun yasaya dayalı olduğunu söyledim. Yasa ya da zorunluluk varlığın var-olabilme koşuludur; çünkü varlık idrak edilebilir olandır ve bu idrak ancak yasa ile mümkündür; başka deyişle anlam vermek ya da anlamak, var-olmak dolayısıyla yaşamın sürdürülebilirliği için gereklidir; çünkü anlamak, yaşamanın gerekli koşullarından biri olan ilişki kurmak, tepki vermek anlamına gelir. Kendime yöneldiğimde bile kendimle bir anlam ilişkisine girerim; “ne”liğimden “ne-dir”liğime geçiş yapmak zorundayım, aksi taktirde karşılaştığımda, bir şeye karşı nasıl uygun bir tepki vereceğime karar veremem; “Beni bu konuda bunu yapmaya zorlayamazsın.” dediğimde aslında kendim ile alakalı bir bilince sahibim demektir. Varlığın bir koşulu olarak anlam vermek, nesnelerle ilişkimde çok açık; her gün sabah şu yolda yürüdüğümde yüz metre ilerideki ağacı görmem beni şaşırtmıyor; ya da en azından bana yabancı gelmiyor; çünkü o ağacın bizatihi varlığında yasa ya da zorunluk vardır ve ben onu anlarken, onunla anlam ilişkisi kurduğumda hep zihnimde o ağacın var-olagelen yasasını hatırlıyorum: o ağaç yine hâlâ hafif biraz eğri, yine hâlâ yüz metre ilerde duruyor, yine hâlâ çam ağacı, yine hâlâ toprağa dikili, yine hâlâ hareketsiz, yürümüyor, vs. İşte bu, “yine hâlâ, ..., yine hâlâ, …, yine hâlâ, …” tekrarı, sınırlılığın (yani belirsizliğin karşıtı olarak belirginliğin) zaman içindeki tekrarı dolaysıyla da bir zorunluluğun işaretidir ve dolaysıyla da buyruktur, yasadır; bir anlamda ağacın yaşam (yani ağaç ol-mak-lık’ın) koşulu iken diğer tarafta onunla anlam ilişkisi kurmama imkân veren şeydir. Yaşam için bu denli gerekli olan zorunluluk, bana kendisinin karşısında konumlanan keyfiliğin de yaşam için bir o kadar tahripkâr olduğunu sezdirir.
Zorunluluğun, keyfilikten hepten uzak olduğunu yeterince belirginleştirdim. Şimdi bana zorunluluğun özgürlük ile ilişkisinin ne olduğunu ortaya sermek kalıyor. Bunun için ben, ahlak kelimesi üzerinden ikisi arasındaki bağı görmek istiyorum. Ahlak, “huluk” kelimesinin çoğuludur ve “h-l-k” kökünden gelmek ile “halk=yaratma” kelimesi ile yakın ilişkilidir. “Huluk”’un esas ve ilk anlamı, “takdir”dir yani, “bir şeyi (nesneyi) düzgün/ölçülü bir biçimde oranlamak ve ölçmek”tir. İkinci, yine de birinci anlam ile ilişkili olan anlamı, “pürüzsüzleştirmek, düzleştirmek”tir. Bu ikinci anlam bir süreci içerir ve doğrudan alışkanlık ve tekrar ile irtibatlıdır. Çünkü ben, pürüzlü, eğri-büğrü ya da belli-belirsiz olan bir şeyi, üzerinde tekrar tekrar “ölçülü bir biçimde ölçme (belirleme) ve oranlama (sınırlama)” faaliyetinde bulunarak en nihayetinde pürüzsüzleştirir yahut düzleştiririm. Bu yüzden “huluk”u, belirli bir biçimdeki “oranlamanın ya da ölçmenin” tekrarı olarak anlıyorum ve zorunluluk kelimesi ile doğrudan irtibatlı olduğunu seziyorum. Demiştim ki, “tekrar sınırlılığın (yani belirsizliğin karşıtı olarak belirginliğin) zaman içindeki tekrarı dolaysıyla da zorunluluğun işaretidir ve dolaysıyla da buyruktur, yasadır”. Zamanın akışına rağmen bu belirli ve aynı biçimdeki “ölçme ya da oranlama”, eylemin kaynağı olarak bir yasa olup çıkar, diyorum. Öyle ki ahlakın insanın yaratılış ve kişilik özelliklerinin kaynağı olarak tanımlanıyor olmasının sebebi de işte tam da “huluk”un, eyleme kaynaklık eden bu tanımından ileri geliyor. Babanzade Ahmed Naim, “Bizce huluk, bir meleke-i rasihadır ki anınla âmal (ameller), nefs-i natıkadan fikr-u reviyete (etraflıca düşünmeye), tekellüfe hacet kalmaksızın bissuhule sudur eder” derken işte yukarıda belirginleştirdiğimiz, “huluk”un “pürüzsüzleştirmesine ve eyleme kaynaklık etmek bakımından içkin, yani yasa olmaklığına” vurgu yapar. Galen’in İslam fikriyatına tevarüz eden fikri de bu minvalde bir anlam serdeder: “huluk nefiste kökleşmiş öyle bir hey’ettir ki bu hey’et sebebiyle ef’al (işler, davranışlar), düşünmeye ve zorlanmaya gerek olmaksızın rahat ve kolaylıkla ortaya çıkar (-Gazali)”. Böylece ben, “huluk”un çoğulu olarak ahlak kavramında şeye içkin bir yasalık, dolaysıyla bir zorunluluk, belirli bir biçimde bir “ölçülülük”ün olduğunu anlıyorum. Gerçekten de ahlaklı birisinden bahsettiğimizde, bu kişinin belirli davranış biçimlerinden hep kaçındığı ve yine belirli davranış biçimlerini hep tekrarladığından bahsetmiş oluruz aslında: Deriz ki, “o yalan söylemez; o cömerttir”, … gibi. Şimdi bu ahlak bize özgürlük hakkında ne sezdirmektedir? Diyorum ki, ahlak madem şeye içkin bir yasalık, “sürekli ve aynı biçimde belirli bir ölçme ve oranlama”dır, o halde öz dediğim şey işte tam da bu yasalıktır; başka ne olabilir ki, şeye içkin olan o şeyin özü, esası değil midir? Demek ki zorunluluk, yani yasalık, öylece öz’ün bir niteliği olarak da belirmektedir. “Öz”den bahsediyorsak bir yasalıktan, yani “sürekli ve aynı biçimde belirli bir ölçme ve oranlama”dan bahsediyoruz demektir. Zamanın akışına karşın bu “sürekli ve aynı biçimde” oluşan “ölçme ve oranlama”, pek açık ki zamanın kaydı dışında kalıyor, çünkü zamanın öğütücü ve değiştirici çarkları arasında her defasında aynı kalıyorsa zamana yakalanmıyor, böyle onun kaydı altına girmiyor demektir. Buradan çıkarsayacağım şey, baştan ortaya koyduğum şeyin bir nevi pekiştirmesi olacaktır: Öz-gürlük, öz’e dayalı, dolaysıyla yasaya dayalı ve dahası zamanın dayatması altında kalmaksızın söz (kelam) ve eylemde bulunmaktır.
Şimdi ben özgürlük ve zorunluk kavramlarının çerçevesini tamamlamak adına son olarak tutarlılık ve erdem kavramlarına değinmek istiyorum; baştan ayrıntısına girmeksizin ve felsefe tarihindeki kullanımı ve etimolojik anlamı da dikkate alındığında, erdem, “fazilet, bilgelik, yiğitlik, ölçülülük; başkaca söylersek, iyi olmaya yönlendirme kapasitesi” anlamına gelir. Eski Türkçede karşıt anlamı “bunalmak, bunaltmaktır” tır. Demek oluyor ki bunalmak ile yakın ilişkili “pürüzlülük, eğri-büğrülük” erdemin karşısında yer alır. Şu hâlde özgürlük, erdemli olmanın gerekli koşulu olarak belirir. Bunun yanında yasalık, dolaysıyla zorunluluk, “belirli bir biçimde” ölçmekten ve oranlamaktan dolayı, zamanın akışı içinde tutarlılık diye de görünür. Gerçekten sağduyu sahibi, yani yasaya (özüne) uygun karar ve eylemde bulunan kişi, sırf kendisi ile tutarlı kalmak adına bile kendini sınırlandırmış olur. Demek oluyor ki, sağduyunun daha geniş kavramı olan erdemlilik sırf bu kendisi ile tutarlı kalmak ile bile dinamiktir ve bu tutarlı kalma ısrarı kişide zorunluluk haline gelir. Zorunluluk, sınırlılığı yani “belirli bir biçimde ölçülülüğü” aynı biçimde devam ettirme ısrarı olarak belirir ve böylece sınırlılığı anlık olmaktan çıkartıp ahlaki ve yasal kılar. Son olarak, eskilerin dediği gibi sözümü sonlandırmak istiyorum: Noblesse oblige (özgürlük zorlayıcıdır)!
*Arş. Gör. Doktora adayı, Fizik Bölümü, Sabancı Ünv.