Toscana'yı yazacağım ama Toscana filmini, “Fanatizm: Bir Fikrin Kullanımları Üzerine” kitabıyla bir de tabii ki soyadı Toscano olan -a yerine o ile bitiyor ama yine de Toscana demek- Alberto Toscano da nedense aklıma geldi. Ayrıca ‘Sinemada Tarihin Görüntüsü’* kitabımın üçüncü baskı hazırlığı için çalışırken not etmiştim, fotoğraf sanatçısı ve yönetmen Luigi Toscano’yu da unutmamam gerekir
"2 Temmuz acısı unutulmasın. Unutmayacağız.”
Toscana filmi yemek, yaşam kültürü, görsel-doğa çekiciliği üzerinden bir aşk öyküsü. Diğeri bir başka görüşe, varoluşa tahammül edemeyen, saplantıya dönüşmüşlüğe inanmışlık “Fanatizm” kavramı üzerine yazılan kitap.
Fanatizmin de filmleri var. Dini, politik, ırkçı-milliyetçi, örneğin Geçmişin Gölgesinde, Napola, Skin/Nazi Çetesi, İşte İngiltere Bu, Çöküş, belki benim çok önemsediklerim arasında olan Boyalı Kuş sayılabilir. Futbol fanatizmi üzerine, Ricky Tognazzi’nin Berlin ödüllü Roma ile Juventus futbol takımı fanatiklerinin aşırı şiddet ve bıçaklamaya dek varan kavgasını anlatan Ultrà (1991) irkiltici görüntüleriyle belleğimdedir.
"Sanatsal yanı zedelendi! Eğlence ve sağlık adına hobi olan tarafı da kirlendi,önemsenmez oldu… Hedefinden saptıran para oldu” (Adnan Dinçer, 6.11.2019) açıklaması şimdinin gerçeğine çok uygun olsa da benim için futbol, Cafer Panahi’nin İran ulusal futbol takımının Bahreyn’le oynayacağı Dünya Kupası eleme maçını yasak nedeniyle erkek kılığında stadyuma girerek izlemek isteyen bir grup genç kadının öyküsü Ofsayt (2006) filmidir. Ofsayt filmi için ‘yasağın eleştirisi’, ‘kadınların toplumsal hayattan dışlanmasının metaforu’ denebilir, her ikisini de kabul edin.
Üzücü bir olaydı, stadyuma girmek istediği için hapse mahkum edilmesine tepki olarak kendini ateşe veren futbol taraftarı Seher Hudayari hayatını kaybetmişti (2019). Bir başka olay, 2022 FIFA Dünya Kupası Asya Elemeleri müsabakasında biletli kadın seyirciler stadyuma alınmamış, üstelik direniş gösteren kadınlara biber gazı sıkılmıştı.
İran sinemasında Hollywood icadı devam filmlerine rastlanmadığı için Ofsayt 2 elbet çekilmedi, Panahi’nin son filmi Ayı Yok yasaklı dönemde yaptığı tüm filmler gibi, tutsak ama korkusuzca üretme yolları bulan yönetmenden beklenendi… Kendini, yönetmeni oynuyordu. Film çekmek için Türkiye sınırına yakın bir köye yerleşmişti, köyde yaşadıklarını anlatıyordu. Ayrıca Türkiye’ye girmeyi başarmış, Avrupa'ya sığınmak için pasaport edinmeye çalışan İranlı bir çiftin hikayesini oradan internet ve telefon yardımıyla filmleştiriyordu. Panahi işi bir kurmaca… Paralel olaylar, düşündürtücü hikayeler, filmin içinde film… 79. Venedik Film Festivali’nde gösterilmişti, ama ilk gösterinden önce festival yönetmeni Alberto Barbera oradaki tüm sinemacıları Panahi ve diğer yönetmenler Rasoulov ve Al-Ahmad’ın, Türkiye’den Çiğdem Mater, Burma’dan Ma Aeint gibi sinemacıların tutuklanmasını protesto etmek için kırmızı halıda posterli, etkileyici bir gösteriye çağırmıştı.
Tutuklu, hapisteki, film yapmaları kısıtlanan sinemacıların varlığını hatırlatmak için Venedik o yılın Eylül ayında dünyaya seslenen bir platform olacaktı. Aynı günlerde “Sinemacılar Saldırı Altında: Durum Değerlendirmesi, Harekete Geçme” başlıklı bir panel de gerçekleşti. Üstelik Venedik Film Festivali yönetmeni Alberto Barbera, Panahi’nin Ayı Yok filmini “on yılın en iyi filmi” gösterecek denli beğenmişti. Kaldı ki AyıYok filmi Jüri Özel Ödülü de alacaktı.
Alberto Barbera bir yıl önceki Venedik Film Festivali için “Şaşırtıcı bir yolculuğa davet. Bittiğinde, eskisi gibi olmayabiliriz.” demişti, haklıydı.
Altın Aslan'ı kazanarak tarihe geçen ilk belgesel olan Sacro GRA/Çevreyolu’ndan sonra Laura Poitras'ın yönettiği, “güzelliğin olduğu bir yaşam var ama, katliam gibi ölümler, acılar da var” diyordu: Yaşamın tüm acıları ve güzellikleri/All The Beauty And The Bloodshed Venedik’te ödül alan ikinci belgesel olacaktı.
Laura Poitras, aktivist fotoğraf sanatçısı Nan Goldin’in yüz binlerce insanın ölümüne neden olan opioid -afyon, benzeri etkileri olan sentetik uyuşturucu içeren ilaçlar- salgınının ana sorumlusu ilaç firması Purdue Pharma'nın sahibi Sackler ailesine karşı verdiği savaşımı anlatıyordu. Nan Goldin, ilaç sektörü dışında prestijli yüksek öğrenim kurumlarından Louvre Müzesi'ne sanat alanında destekleriyle ‘sanki günah çıkaran’ ailenin gizli ya da kirli yüzünün peşine düşmüştü.
Diğer sözünü edeceğim üçüncü Toscana, yani Luigi Toscano’ya gelince, 2021'de UNESCO’nun Barış Sanatçısı seçildiğini belirteyim.
Nazi Almanyası tarafından kurulmuş, en büyüklerinden biri olan Auschwitz-Birkenau toplama ve imha kampını gördükten sonra kendisini araştırmaya ve anmaya adayacak, ABD, Almanya, Rusya, İsrail, Avusturya ve Hollanda'da Nazi zulmünden sağ kurtulan dört yüz kişiyi fotoğrafladıktan sonra “Unutmayalım!/Gegen das Vergessen!” adıyla sergileyecektir. İlk fotoğrafladığı Auschwitz-Birkenau kampından sağ kurtulan Susan Cernyak-Spatz’dır. Luigi “Bana söylediklerini hatırlıyorum” diyecektir:
"Geçmişi unutursak, onu tekrarlamak zorunda kalırız."
“Bugün yükselen antisemitizm, nefret söylemi, aşırı sağcılık bunun doğru olduğunu çok iyi gösteriyor. Onun sözleri, fotoğraf-belgesel filmlerime devam etmem için bana ilham verdi.”
Son dakikada bir başka Toscana adını taşıyan filmin (2022) varlığını öğrendim. İspanya yapımı ve yönetmeni Paul Durà. Henüz izlemediğim için bir yargıya varmak istemiyorum, ancak özeti ilginç geldi. Bir yemek eleştirmenin silahlı eski bir şefin baskın yaptığı restoranda mahsur kalışının gerilimli-komik hikayesi.
Tabii ki Anthony Bourdain’in Amerika’da olsa da bir Toscana lokantasına ilişkin hikayesi varsa -Mutfak Sırları kitabında yazdı- es geçemezdim. Son çalıştığı yer iflas edince mutfağı konusunda bilgisiz, üstelik makarna yapmayı bilmiyor da olsa ”Neden olmasın?” diyerek, kendisine çağrı yapılan Toscana yemekleri sunan lokantanın yolunu tutar. Neyse ki mutfağı bilen -İtalyan değil- Ekvatorlular vardır.
“İki parmağı kesik, kısa boylu bir Ekvadorlu hamurcunun sardığıgarganelli’ler, kestiği spaghetti alla chitarra’lar, açtığı ravioli hamurları ve hazırladığıgnochi’ler anında servis yapılmak üzere üst kata götürülüyordu… İlk kez üç dört malzemeyle (taze ve en iyi kalite oldukları sürece) gerçekten muhteşem yemeklerin yapılabildiğini görüyordum. Toscana usulü ekmek çorbası, beyaz fasulye salatası, kalamar ızgara, yavru ahtapot, zeytinyağlıve sarmısaklı enginar, karamelize soğanlı dana ciğeri sotesi gibi ev yemekleri yepyeni ve ilginç gelmeye başlamıştı ansızın.”…
Bourdain’in İtalyan mutfağı macerası bir başka yazıya saklanabilecek denli uzun ve renkli… Zaten Bourdain’de yaşasaydı ağzında tadı kalan focaccia’ları, Robiola peyniri ve beyaz domalanla hazırlanan pizzaları, deniz tuzu ve zeytinyağı ile servis yapılan carta di musica ekmeğini, taze domates soslu el yapımı makarnalarını her zaman özlediğinden söz ederdi…
Mehdi Avaz’ın yönettiği Toscana filmine sıra gelmeden önce, bu filmin neredeyse ilham kaynağı olabilecek denli benzeri İyi Bir Yıl /A Good Year (2006) filmini hatırlatmam gerekiyor. Ridley Scott yapımı İyi Bir Yıl aynı adı taşıyan roman uyarlaması, yazarı İngiliz Peter Mayle (1939-2018).
Gastronominin yemek değil, ‘içmek’ alanından, Fransız şarapçılığına yapılabilecek en iyi övgülerden biri olarak gösterilebilir.
İyi Bir Yıl, küçük Max ve yaz tatillerinde yanında geçirdiği amcası Henry arasındaki ilişkileri anlatan bir bellek yolculuğu ile başlar. İngiliz asıllı olmasına karşın Fransa’da Provence bölgesinde -film Luberon’da çekildi- büyük bir arazi satın alarak bağcılık yapan, Chateau La Sirqoue markalı şaraplar üreten amcası ile geçen ve her dakikası hayat dersi anları unutmamıştır. Ve amcasının şu sözünü hep hatırlar:
“Fransa’daşarap yapmayı seviyorum çünkü tanrıların bu güzel içkisi hiçbir zaman yalan söylemez.”
Kaldı ki Provence bölgesinde bu güzel içkinin çeşitli kırmızı üzümleri Grenache, Şiraz/Syrah, Carignan, Cinsault ve Mourvedre; Grenache Blanc, Clairette, Semillon, Ugni Blanc ve Rolle gibi beyaz üzümleri yetiştirilmektedir.
İşbilir yatırım uzmanı olmayı ve Londra’da yaşamayı seçmiş Max Skinner (Russell Crowe) bir kısmı Henry amcasının yanında geçen çocukluğunun masumiyetini geride bırakalı yıllar olmuştur ve şimdi bu yeni Max hırs ve açgözlülükle, kural dışılığa aldırmadan borsada yüksek kazanç sağlamanın peşindedir. Onun için önemli olan şirketinin portföyüne büyük bir kazanç rakamı daha eklemektir. Ama Fransa’dan kendisine gelen ve ölen Henry amcasına ait şatonun (chateau: entegre şarapüretim tesisi) miras kaldığını öğrenmesi, öte yandan borsa-yatırım dünyasında suç sayılan davranışı ve bu nedenle ’onu bir bok yığınına soktuğu’ gerekçesiyle patronu Sir Nigel tarafından kızağa alınması, Max’ı zorunlu bir yolculuğa çıkartacaktır.
Fransa’ya planda olmayan ve sözde birkaç günlük gidişinde asıl amacı amcasından miras kalan mülkü bir an önce satıp tek gecelik aşklarına, paranın kral olduğu hayatına hızla geri dönebilmektir…
Sonuçta döndüğü yer aşık olduğu kadını da hayatına katacağı ve hayatının diğer parçası olacak Provence’daki Château’dur.
Başroldeki Crowe'a göre insanlar filmdeki gibi “kalbinizde olduğu sürece asla ölmez…”
Crowe, “Max seçimi olan Provence’a gelir, amcasının anısı ve bir zamanlar ona öğrettikleri, iç dünyasını dolduran şeylerle yeniden bağlantı kurar. Ve yaşamı değişir.” açıklamasını yapmayı da unutmaz.
Peter Mayle'nın romanında edebiyatın diliyle çözdüğü anlatıyı, sinemada, tarih, harika doğa ve üzüm bağlarıyla Chateau La Canorgue’un filmin yıldız oyuncuları kadar önemli katkısı ve kendine özgü film dilinin yardımıyla yönetmen Ridley Scott çözecektir.
Peki, Toscana filminde başrol verilen Danimarkalı stand-up komedyeni Anders Matthesen’a, Pelago yerleşiminde eşsiz bir doğa içindeki Castello di Ristonchi gibi göz alıcı bir mülke kamerasını koyabilen, ayrıca Danimarka ve Akdeniz mutfağıdan yardım alan yönetmen Mehdi Avaz ne yapmıştır? Üstelik eleştirmenlerce "sadece klişeleri kucaklayan bir film değil, klişeleri eve davet ediyor ve onları ertesi gün onlarla kahvaltı yapıyor” denli alaycı eleştiriler almasına karşın. Evet öyle görülüyor ki Mehdi Avazd a çözmüştür… Toscana, gösterim haklarını alan Netflix'te daha ilk haftada dünya çapında en çok izlenen -14,8 milyon saat- beşinci film olacaktır.
Toskana filminde hayata ve aşka yaklaşımını yeniden düşünmesini sağlayan kadını bulacak Michelin yıldızlı ‘mükemmeliyetçi’ şef hikayesine, dramatik yapının diğer temel ögesi ‘babalar ve oğullar” da katılacaktır.
Danimarka’da marka olan -Dünyanın en iyi restoranı seçilen Noma benzeri- restoranını daha ileri götürmek isteyen, annesinin onun çırpınışlarını gördüğünde “bu yeni restoran eskisinin yapamadığı neyi yapacak?” diye sormaktan kendini alıkoyamadığı şef Theo Dahl’ın Kopenhag’tan Toscana’ya yapacağı yolculuğun kuşkusuz bir nedeni olacaktır.
Toscana’ya gitme nedeni, neredeyse adını unuttuğu, annesini ve kendini terk ederek Pelago’ya yerleşen babasına ait ve ölümüyle miras bıraktığı Castello di Ristonchi’yi satmak düşüncesidir. Satıştan alacağı para, yeni ortağının desteğiyle Kopenhag’ta açmayı hayal ettiği restoranın kaynağı olacaktır.
Babasının Toscana’da bıraktığı mülke ulaştığında, çocukluk arkadaşı ve yıllarca babasının yanından ayrılmayan ve ona yardımcı olan, yakında evleneceğini öğrendiği Sophia sürpriz karşılaşma olacaktır. Theo’nun Castello di Ristonchi’ye olumsuz bakışını eleştiren Sophia, onun Castello’yu sarmalayan doğanın, zeytinliklerin, güneşle barışık sebzelerin farkına varmasını, geç de olsa babasının Theo’ya sevgisi ve özleminin izlerini keşfetmesini sağlayacaktır.
Sophia:“- Buranın nasıl bir tarihi olduğunu, ruhunu anlamıyorsun ve babanın burada neler yaptığınıda.”
Toscana “kasabaya dönüş” izleğindeki filmlerin hikayelerinden beklendiği gibi ilerler. Belki tek farkı benzerliği olmayan coğrafyadan (Danimarka ve İtalya) mutfak örneklerinin eklenmesidir.
İzleyici önce Kopenhag’ta titiz bir sanatçı stüdyosu, aynı zamanda şef Gordon Ramsay’nin savaş alanı mutfağına benzer bir alana girecek, sonra bugünde web sayfasına baktığınızda “Büyüleyici bir orman ve gümüş yeşili zeytinliklerle çevrili Toskana tepelerinin yükseklerinde yer alan 1000 yıllık Castello di Ristonchi’yi bulacaksınız. Özel bir havuz, muhteşem doğal çevre, eko-çiftlik, konuksever personel, harika yemekler, şarap ve 80 kişiye kadar misafir ağırlamak için yeterli sayıda oda” duyurusunu bulacağı mekanda Theo’nun babasının tarifleriyle hazırlamakta olduklarını görecektir…
’Sonsöz’e gelince, “Hikaye, yeni sorumluluklar alan ve bir yetişkin olarak geçmişin hayaletlerinin üstesinden gelmeye çalışan bir şefi anlatıyor” (Anushka Rao) ama, yollarımızın kesiştiği bazı insanların yaşamda nasıl beklenmeyen, farklı bir öğretmen olabileceğini de düşündürtüyor.
* Oğuz Makal (2014), Sinemada Tarihin Görüntüsü, İstanbul: Kalkedon Yayınevi
————————————————
Risotto Ristonchi
Theo babasının miras bıraktığı Castello di Ristonchi’deki mutfakta yine onun tarifinden yararlanarak İtalyan mutfağının bu ünlü lezzetini yapacaktır.
400 gr pirinç (Carnaroli)
200 gr mantar (Porcini vb., dilimlenmiş) 3 yemek kaşığı zeytinyağı
1 yemek kaşığı tereyağı
2 diş sarımsak
1/2 su bardağı şarap (kırmızı, Theo’nun babasının tarifinde beyaz)
Tuz, karabiber
3-4 su bardağı sebze suyu
1/2 su bardağı Parmesan peyniri (rendelenmiş)
Yarım limon kabuğu rendesi
Zeytinyağını tencereye alın, sarımsağı soteleyin ve pirinci ekleyin, beş dakika kadar kavurun. Bir tavada tereyağını eritin ve mantarları soteleyin. Tenceredeki pirince şarabı ekleyin, karıştırın. Sıcak sebze suyunu pirinçlerin üzerine azar azar ekleyerek yine karıştırın. Suyu çekilince kalan zeytinyağını, parmesanı ve mantarları, limon kabuğu rendesini, tuz, karabiber ekleyin karıştırın. Filmde olduğu gibi üzerine parmesan rendeleyin.