Bundan tam on üç yıl önce bugün, tanıdığım en güzel insanlardan
birini kaybettim. Tamamen bir tesadüf sonucu tanıdığım, hızla
hayranı olduğum, konuşmalarını ve derslerini kaçırmadığım,
nihayetinde yan yana oturduğum, sohbetinden faydalandığım Ulus
Baker’den söz ediyorum. Benim için doğru bir zamanda Ankara’daydım
ve belli ki doğru yerlerde dolanıyordum. Ulus’la beni Tanıl Bora
tanıştırdı ama öncesinde zaten tanımış, yazılarının müptelası
olmuştum.
1995 yılında çekilmiş bir fotoğraf, hayranı olduğum insanla beni
yan yana getiren tek kare: Alper Fidaner, Evrensel için
hazırladığımız Ankara kitapçıları dosyası için çekmişti. O dönem
bir apartmanın üçüncü katında olan Bilim ve Sanat Kitabevi’nde, ânı
yakalamıştı. Ben o dönem kullandığım tuhaf çantamla kapıdan
çıkıyorum, kitabevinin sakinleri salondaki masanın başında
toplanmış, her biri kendi âleminde…

Fotoğrafın bana en uzak noktasında duran, meşhur çantasını
ayaklarının dibine koymuş ve kitabına gömülmüş Ulus Baker. Kim
bilir ne okuyor? Yeni tanıştığımız, selamlaştığımız ama derin
muhabbetlere henüz girmediğimiz yıllar... O gün konuşmuşuzdur
belki, hatırlamıyorum. Hatırladığım ilk büyük temas, bu kareden
yıllar sonra, Kızılay’da, muhtemelen takıldığımız kahve olan
Engürü’de yanıma gelerek “seni birileriyle tanıştıracağım,
Anadolu-pop’la ilgileniyorlar, ne güzel olur bir el atsan” deyişi…
Dünyalar benim olmuştu. Birkaç gün sonra, bahsi geçen arkadaşları
beni buldu, tanıştık, uzun bir muhabbeti koyulttuk. Muhabbetimiz
(araya yıllar, yollar girse de) sürüyor.
Bu noktada bir şarkıyı hatırlatayım: Bir dönem bütün eylemlerde
yanımızda olan Bandista’nın 2009 tarihli ilk albümü “De Te Fabula
Narratur”daki şarkılardan biri bu. Adı, “Her Şeyin Şarkısı”. “Her
şey herkesleşiyordu / Herkes her şeyleşiyordu” sözleriyle başlıyor,
sürüyor: “Tarih durmadan yazılıyordu / Birden olanlar oldu // Bir
kırmızı koltukta yatarken / Ekranda Dziga Vertov dönerken / Psinoza
mavladı birden / Şaşkınlık hâsıl oldu /…/ Kadıköy evinde Jaques
Brel çalmakta / Temmuz oldu yaz bitti / Hoca kalk haydi / Tayfa
Marquiz yolunda…” İlerleyen satırlarda birden Ulus Baker beliriyor
ama zaten onu tanıyanlar, şarkının ona yazıldığını anlıyor.
Albümde, sözlerin ucuna şu not iliştirilmiş: “Hocamız, ev
arkadaşımız, bize müziği anlamayı öğreten insana dair bir kolaj.”
Bunu görmesek, adını şarkı içinde duymasak bile, bütün ipuçları onu
işaret ediyor. Her şey bir yana, Psinoza bize selam duruyor!
Psinoza, Ulus’a ev arkadaşlığı yapan ikiz siyam kedileri.
İkisini de aynı adla çağırırdı. “Hangisi hangisi bilmiyorum ki,
ikisine de aynı adı verdim bu yüzden” demişti bir gün, laf
arasında… Gülmüştük.
Lafı dolandırmayayım, hikâyeyi bir önceki bahse bağlayayım…
Şarkıyı yapan tayfa, Ulus’un beni buluşturduğu genç çocuklar.
Sayesinde tanıştım, hâlâ arkadaşım. Bandista’nın adını duyduğumda,
şarkılarını ilk dinlediğimde kim olduklarını merak etmiş,
rastladığım ilk konserlerine gitmiştim. Orada Ulus’un
arkadaşlarıyla karşılaşınca sevinmiş, çoktan ezberlediğim şarkılara
daha bir coşkuyla eşlik etmiştim. Şunu şuraya sabitleyeyim:
Bandista, bize Ulus’tan yadigar şahane topluluk.
Topluluğun ilk albümü Mayıs’ta çıktı. Baharın müjdecisi gibiydi.
Ulus’un farkına vardığım ay da Mayıs. Yıllar önce bir yazımda o
günü uzun uzun anlatmış, tanışmamızdan söz etmiştim. Burada onu
yinelemeyeceğim ama yazının başında sözünü ettiğim fotoğrafın
tanışmadan birkaç ay sonra çekildiğini söyleyebilirim. 10 Temmuz
2016 tarihli BirGün Pazar’da yayımlanan “Buralı feylesof, pasaklı
zeka küpü” başlıklı yazıda, Ulus’la temas ettiğim bir karşılaşmayı
da anlatmıştım. İzninizle buraya onu alacağım… Şu andan itibaren
okuyacağınız satırlar, bahsi geçen yazıdan.
Kimse bilmez, Ulus'u trenlerle hatırlarım ben: İlk temas ettiğim
yer bir vagondu çünkü. O yıllarda sıklıkla Ankara’dan İstanbul’a
gider, Mavi Tren yerine Anadolu Ekspresi'ni tercih ederdim. Ucuz
olduğu için değil, yemekli vagonunda bir saat daha fazla
oturabildiğim için… O yolculuklardan birinde tesadüfen Ulus'la aynı
masaya düşmüş, karşılıklı susarken hayatımın en "dolu"
yolculuklarından birini yapmıştım. Kitabıma gömülmüştüm,
“Oturabilir miyim?” diyen sesi duydum ve “elbette” dedim kafamı
kaldırmadan. Sonra bir hareket oldu masada ve karşımdaki adam,
çantasından bir sürü kitap çıkartarak masanın üzerine yaydı; onları
okumaya başladı. Merakla kafamı kaldırdığımda Ulus’u gördüm ve ne
yapacağımı bilmeden hızla indirdim. Yol boyu göz ucuyla seyrettim
onu ve kitabımdan çok, okuduklarıyla ilgilendim. Ayrılırken
selamlaştık. Dalgındı, dağınıktı ve şaşkındı. Bu kadar yakından ilk
görüşümdü ve beni de şaşırtmıştı bu. Sonra tanıştık. Bu
karşılaşmayı hiç anmadım; mânâsızca anlatmayı erteledim. 47 yaşında
bizi bırakacağını bilseydim, hiç ertelemezdim.
Ulus, Deleuze ve Spinoza’yı bana sevdiren insan. Nisan 2006’da
ilk kitabım “Pop Dedik”i çıkarttığımda, Ulus’un okumasını özellikle
istemiş, düşüncelerini merak etmiştim. Bir gün, Tanıl’ın bürosunda
otururken göz göze geldik ve ağzından iki cümle çıktı: “Olmuş. Çok
güzel yazmışsın.” Bu iki cümle, bin takdir belgesinin yerindedir
benim için.
BirGün Pazar için yazdığım yazıda aklımı alan bir
yazısından da söz etmiştim: “Kumgüzeli”. Daha ilk cümlesinde vuran
yazılardandır; “En elde edilmemiş şiirdin sen.” diye başlar ve
metin boyu karşımıza çıkan “güzelsin”lerle sürer. Aşkın,
güzelliğin, yıllarca peşinde özlemle koştuğumuz şeyin tarifidir.
Her okuduğumda, ona bunu yazdıran insanı ya da durumu düşünmüşümdür
ama hiç merak etmemişimdir. Sonunda, kalbimizi çizerek biter:
“Cazgırlık etmem… Gönlünde yokum… Aşkımız, yok! Gerçekten…
Güzeldin…”
Ulus’u ve yazdıklarını merak edenler için yazılarına,
söyleşilerine ulaşabilecekleri şahane bir site var: Körotonamedya.
Kitapları, cabası. Yazılarından birinde kurduğu müzikli bir cümleyi
buraya alayım: “Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim
için...” Vasiyet gibi bir cümle bu. Yanına, Duke Ellington’ın John
Coltrane’le kaydettiği 1962 tarihli albümden bir parçayı
iliştireyim: “Take the Coltrane”. Hüzünle pek alakası yok ama
olsun, yakışır.
Ulus Baker, 12 Temmuz. 2007’de, 47. yaş gününü kutlamaya iki gün
kala aramızdan ayrıldı. Beni onunla tanıştıran Tanıl Bora, Ulus’un
ardından yazdığı yazıya şu cümleyle başlamıştı: “Ulus Baker
hakkında, ‘ardından’ konuşuyor olmanın kederli idrakiyle konuşmak,
onun kaybını kabullenmek, ne zor.” Aradan on üç yıl geçti, hâlâ
öyle. Ulus, hayatımıza öyle bir dokundu ki, yıllar geçse izi
silinmeyecek. Keşke bütün dokunuşlar böyle olsa.
Memleketin tuhaf gündeminde, yazılacak onca şey varken tanıdığım
bir güzel insanı anlatmak size garip gelebilir ama şu ara
(taşınıyor olduğum için) art arda önüme gelen eski hatıralar beni
böylesi anmalara yönlendiriyor. Bugün, Ulus’un gittiği gün. İki gün
sonra, doğum gününü kutlayacağız. Çok sevmem ama ikinci “keşke”li
cümleyle bitireyim yazıyı: Keşke aramızda olsaydı ve doğum gününü
kutluyoruz diye bizi paylasaydı. Bunu bile özledik.