Özsavunma ya da meşru müdafaa: Kadınlar hayatlarına sahip çıkıyor
Avukat Diren Cevahir Şen, “Şule Çet, Ayşe Paşalı bu kadınlar öldürülen kadınlar. Sağ çıksalardı, canlarını kurtarmak için meşru müdafaada bulunacaklardı” diyor. Avukat Sezin Uçar, “Özsavunma hakkını kullanan kadınlar arasında dini inancı kuvvetli kadınlar da var” diyor. “Canına Tak Eden Kadınlar” kitabının yazarı, Sibel Hürtaş ise kadınların bir şiddet sarmalının içinde olduklarını, polise, aileye ve intihara başvuracak kadar bu sarmaldan kurtulmak için çabaladıklarını anlatıyor.
DUVAR - İstanbul Feminist Kolektif (İFK), Ocak 2015’te 'Kadınlar Hayatlarına Sahip Çıkıyor' başlıklı bir rapor yayınlamıştı. Bu raporda kadınların kendilerine şiddet uygulayan, taciz eden erkekleri öldürdüğü/ yaraladığı anlatılıyordu. Birçok hikayenin yer aldığı raporun söylediği şey ise şuydu: “Kadınların erkek şiddetine karşı çaresiz bırakıldığı erkek egemen sistemde, kendini kurtarmak için yaptığı her savunma bir meşru müdafaadır ve bu tavrın hukuktaki karşılığı cezasızlık olmalıdır.”
Benzer hikayelerdeki kadınların, erkekleri öldürmesi ya da yaralamasını “özsavunma” olarak tanımlayanların yanı sıra kanuni olarak karşılığının “meşru müdafaa” olduğu yönünde çoğu hukukçu hemfikir.
Nevin Yıldırım, Çilem Doğan ve en son Name Öztürk ve daha pek çok kadının hikayesi feminist örgütler ve mücadele yürüten kadınlar tarafından sahiplenildi. Öyle ki, tanışıklığı olsun ya da olmasın, cezaevi çıkışları birçok kadının kucaklaştığı görüntülere sahne oluyor.
Benzer davaların yargı süreçlerini, kadınların değişen hayatlarını avukat Diren Cevahir Şen, Sezin Uçar ve 'Canına Tak Eden Kadınlar' kitabının yazarı gazeteci Sibel Hürtaş’la konuştuk.
‘MEŞRU MÜDAFAA GENİŞ YORUMLANMALI'
Avukat Diren Cevahir Şen, “Kadın cinayetleri var diyoruz. Sonuç olarak, şiddet anında yaşamak için karşısındaki adamı öldürmek zorunda kalan kadınlar da var” diyor söze başlarken ve hayatta kalma refleksinin kanuni karşılığının meşru müdafaa olduğunun altını çiziyor: “Feminist bir dille söylersek kadın hayatına sahip çıkıyor. Boynuna kemer dolanmışken can havliyle yerde bulduğu bir şeyi uzaklaştırmak için adamın bacağına saplıyor ya da kafasına silah dayanmış… Bulduğu ilk fırsatta hayatta kalmak için öldürmek zorunda.”
Şen, hayatın her alanına sirayet eden, sistematik bir erkek şiddeti olduğuna dikkat çekerek, meşru müdafaanın sadece olay anında değil, geniş yorumlanması gerektiğini vurguluyor: “Bakıldığında bu kadınların çoğunlukla şiddet öykülerinin olduğunu görüyoruz. Nişanlılığında ya da flört döneminde başlamış, olay anına kadar sistematik bir şekilde sürmüş.”
Şen, benzer davalardaki kadınların genel bir profilinin olmadığını anlatıyor: “Kadınlar bu eylemi politik bilinçle yapmıyor. Nevin (Yıldırım) Isparta, Yalvaç’ın bir köyünden. Name (Öztürk), 30’larında dindar, muhafazakar, namazında niyazında Erzurumlu Müslüman bir kadın. Semra Özata, Ordulu, Karadenizli bir kadın. Gurbet (Çetinkaya) ablanın hayatı başka, Diyarbakırlı. Kürt, Türk, Laz, köylü, kentli, işçi, emekçi kadınlar. Bu kadınlar sağ çıkmasaydı adına kadın cinayeti dediğimiz şey olurdu. Özgecan sağ çıkabilseydi muhtemelen o adamlardan biri ölmüş olurdu. Şule Çet, Ayşe Paşalı bu kadınlar öldürülen kadınlar. Sağ çıksalardı, canlarını kurtarmak için meşru müdafaada
bulunacaklardı.”
Şen, “öz savunma” tanımlamasının daha örgütlü, daha politik, daha ideolojik bir şeye işaret ettiğini söylüyor: “Öbür tarafta anlık yaşama refleksinden bahsediyoruz biz” diyor.
‘PERİŞAN, MAĞDUR HİSSETMİYORLAR’
Avukat Sezin Uçar, benzer davalara “özsavunma dosyaları” demeyi tercih ettiğini ifade ediyor: “Tekil olarak ortaya çıksa bile toplumsal bir nedenden kaynaklı eylem biçimlerinden bahsediyoruz.” “Her özsavunma dosyasında, meşru müdafaa olup olmadığı konusunda tartışmak zorunda kalıyoruz” diyor Uçar ve mahkemelerin, toplumsal bir olgu olarak kadına yönelik şiddet tartışmalarının önünü açmak istemediklerini ekliyor: “Yasanın aradığı o anlık bir meşru müdafaa. Şiddetin yıllardır sürmesinin bir önemi yok.”
Uçar, şiddete karşı çıkmanın da son derece politik bir tutum olduğunu, yerleşik siyasi kodlarla bakıldığı için politik bir tepki olarak değerlendirilmediğini ama esasen değerlendirilebileceğini söylüyor: “Kadınların kendi hayatlarıyla ilgili bir karar almış olması bile başlı başına politik bir tutum. Sonuçta, kadının kendi devrimi oluyor.”
Uçar, kadınlarda pişmanlık emaresi görmediğini aksine ruhsal bir rahatlık gözlemlediğini paylaşıyor: “Çocukları babasız kalıyor, hapis yatıyorlar, uzun süre çocuklarından ayrı kalıyorlar. Bunlara rağmen perişan, mağdur hissetmiyorlar. Aynı olayı başka bir zamanda başka koşullarda yine yaparlardı.”
Uçar, “Özsavunma hakkını kullanan kadınlar arasında dini inancı kuvvetli kadınlar da var” diyor. Bu noktaya dikkat çekmesinin sebebini ise şöyle açıklıyor: “İslam inancında can almanın günah olduğuna inanan, cennet ve cehennem tasavvuruna inanan bir kadın dahi yapıyor. Yapmak zorunda kalıyor.”
Uçar son olarak şunları söylüyor: “Şule Çet’le, Name Öztürk’ün duruşması aynı gündü. Bir tarafta yaşayabilmiş bir kadın diğer tarafta öldürülmüş bir kadın. Durum tam tersi olsaydı, Name öldürülmüş olsaydı biz o gün mahkemede başka tablonun içinde olacaktık.”
‘NE POLİSE NE AİLEYE NE DE MAHKEMEYE ANLATABİLİYORLAR
Dayak, cinsel şiddet, çocuğuna yapılan işkence ve dayanma gücü kalmayıp kocasını öldüren kadınların hikâyelerinin anlatıldığı 'Canına Tak Eden Kadınlar' kitabının yazarı Sibel Hürtaş, kitabı için cezaevinde görüştüğü kadınların hiçbirinin pişman olmadığını söylüyor. “Ya o beni öldürecekti ya ben onu” dediklerini aktarıyor. Hürtaş, kadınların bir şiddet sarmalının içinde olduğunu ve o sarmaldan kurtulmak için başvurdukları yolları şöyle anlatıyor: “Hepsinin ilk başvurduğu yol, ailelerine, baba evine dönmek fakat aileden bir yardım eli uzanmıyor
onlara. Baba evlerine gittiklerinde yaşadıkları cinsel şiddeti anlatamıyorlar. Fiziksel şiddeti anlatmakta bir sorun yok zaten olabilir görünüyor. İkinci başvurdukları yol, genelde polise gitmek. Polis müdahil olmak istemiyor ya da ‘Siz karı- kocasınız, barışırsınız’ deniliyor. Üçüncü başvurulan yol intihar. Bu yol çok istisnai bir yol. Kitap için görüştüğüm otuz kadından ikisi intiharı denediklerini anlatmışlardı.”
Hürtaş, görüştüğü kadınların “plansız cinayetler” işlediğini gözlemlediğini paylaşıyor: “Bir kadın kocasından kaçmak için mutfaktan balkona kaçıyor. Acaba kendimi buradan atsam mı diye düşünüyor, çocuğu aklına geliyor. Mutfağa geri dönüyor ve kocasını öldürüyor ama sonrasında adamı kucağına alıp, hastaneye taşıyor. Yine pişman değilim demişti.”
“Benim konuştuğum kadınların hiçbiri cinsel şiddete uğradıklarını mahkemede anlatamamışlardı” diyor Hürtaş: “Çünkü bu kadınların birçoğu kocaları tarafından başkalarıyla para karşılığında beraber olmaya zorlanan kadınlar. Bunu anlatabilmek çok güç. Bunu ne polise ne ailelerine ne de duruşma salonunda anlatabiliyorlar. Anlatsa da durumun değişmediğini Nevin Yıldırım’da gördük. Nevin yaşadığı cinsel şiddeti anlatmasına rağmen aynı cezayı almış bir kadın. Erkek yargı hiçbir şekilde kadının içinde bulunduğu bu travmatik durumu aşmasını istemiyor.”
Hürtaş da konuştuğumuz diğer avukatlar gibi medyanın da hukukun da “Bu raddeye nasıl gelindi?” sorusuyla ilgilenmediğine dikkat çekiyor: “Erkek öldürdüğünde, kadın cep telefonunu kimden almış, ne mesajlar gelmiş, evlenmeden önce kimle birlikteymişe kadar inceleniyor. Aynı şeyi anaakım medyada da görüyoruz. ‘Gazeteci’, muhtarla gidip konuşuyor. Muhtar, kadın şöyleydi, böyleydi diyor.”
Çalışması için, Adalet Bakanlığı’nın izniyle cezaevlerine girebildiğini belirten Hürtaş, bir anısını da paylaşıyor: “Bir bürokrat çağırmıştı beni, demişti ki, sizin bu yazı dizisini yapmaktaki amacınız nedir? Sizi okuyan kadınlar, gitsinler kocalarını mı öldürsünler. Oysa erkeğin işlediği her türlü cinayet yazılıyor. Bu zihniyette başka muhafazakar bir kılıf da var.”