Elindeki kitabı rastgele bir yerinden açıyorsun. Gözüne ilişen ilk cümlelerden okumaya başlıyorsun. Okuduğun satırlar, yaşadığın açmaza ya da müphem bir geleceğe dair bir şeyler söylesin, “baht dönüşüne” dair ipuçları versin istiyorsun. Fal gibi. Kitap falı. Fal baktıran da rüyasını yorumlatan da belirsizlikten bir an evvel kurtulma telaşındadır. Falda ve rüyada ısrarla geleceği arar. Oysa psikanaliz bize rüyalarımızın uzak ya da yakın geçmişe ait malzemeden bilinçdışımızın türettiği özel bir tür düşünce olduğunu söyler. Neyse bu kısmı uzatmayayım...
Zaten Maj Sjowal de ölmüş... Malmölü komiser Martin Beck’in polisiye maceralarını anlatan dizinin sosyalist yazarı. Sjowall, on kitaplık bu diziyi 1960’ların ikinci yarısından başlayarak, hayat arkadaşı Per Wahlöö ile birlikte yazmıştı. Evde uzun zamandır hiç gözüme ilişmeyen bu romanlara dün birdenbire rastlamıştım. Etrafa yığılı kitaplara yer açmaya çalışırken, sararıp solmuş Martin Beck romanlarını bir kutuya doldurmuştum. Beş dakika sonra ise onları kutuya kapatmaya gönlüm razı gelmemiş, adeta sayfaları okşayarak eski yerlerine dizmiştim. Hayatın tuhaf tesadüfleri var...
Dün on beş günden sonra ilk kez dışarıya çıktım. Uzun uzun yürüdüm. Japon kirazı ağaçlarının altından dolandım. Yüzlerdeki maskeler olmasa normal bir dünyada yaşadığımızı bile düşünebilirdim...
Normal bir dünya. Ne tuhaf şey... Ahmet Altan’ın Bir Daha Dünyayı Göremeyeceğim dediği geliyor aklıma yine. Peki, dünya ahalisinin milyonlarca üyesinin, “Bir daha dünyayı görecek miyim?” endişesiyle evinin karanlığında kalakalması tesadüf mü şimdi?
Sağ tarafa kolumu uzattım ve elime gelen kitabın ilk sayfasını açtım. Pasolini, Teorama (s.119). “Karanlık bir derstir: Kurallara uymayı, ödevleri savunan babalarımızı, babalarımızın babalarını haklı çıkartan bir ders. Gerçekten de hiçbir şeyi dışlamaz...”.
Karanlık tüm dünyayı içine almış görünüyor. Babalarımızın babası haklı çıkmış görünüyor. Yeşil sabunlar, kapı dışında çıkarılan ayakkabılar, limon kolonyaları haklı çıktı... Mahalle hayatı ve balkonlar haklı çıktı. Olsun. Bir ara-yol bulabiliriz. Hiç değilse yeşil sabunla ve balkonlarla bir sorunumuz yok...
Gerçekten rastgele açtığım sayfanın, karanlıktan söz ediyor olması tesadüf mü?
Tesadüfün ötesine geçen şeyler de var. Kargo trafiğini mümkün mertebe azaltmaya çalıştığımızdan, Nurdan Gürbilek’in yeni kitabını sipariş etmeyi de şimdilik düşünmüyorduk. Hiç beklemediğim bir anda kitap elime geçti. İrfan Aktan dün erken saatlerde aramış, okumayı tamamladığı kitaptan söz etmişti ve sağolsun bana da aynı gün ulaştırdı. Kapağını kaldırdım. İkinci Hayat: Kaçmak Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler. Kökenler ve Başlangıçlar: Tekne, Ülke, Yurt. Eve Dönmenin Yolları: Liman, Borç, Çukur, Tepe... Böyle böyle akıyor. Düşüncenin ilk odaklandığı mevzu ev, “evi dağılan” ve yersiz yurtsuzluk. Benjamin’den, Adorno ve Jay’e, Conrad’dan Said’e ve Latife Tekin’e, evin mecazi ve gerçek anlamına, tekinsizliğine ve yersiz yurtsuzluğa ses kazandıran külliyat yardımıyla, edebiyat eserleri yanında filmler ve popüler diziler yoklanıyor. Ev yoklanıyor. Bir liman olarak yazı ve kurtulamadığımız bir borç olarak taşra yoklanıyor... Eve dönen erkekler yoklanıyor.
Gürbilek’in sorusu çok kritik bir soru: “...yitirileni ve gelmekte olanı birlikte düşünebilecek miyiz? Ev dağıldığıyla mı kalacak, yoksa o kaybın içinden daha geniş bir yurt tanımına varabilecek miyiz? Kapısını başkalarına sımsıkı kapatmış bir kompartmana, bir kişisel hücreye mi dönüşecek ev, yoksa o koruyucu hücreyi geniş bir ortaklık zemininde yeniden tanımlayabilecek miyiz?” (s.13).
Sabahın erken saatlerine kadar hiç uyumadan İkinci Hayat’ı okudum. Pandeminin başında bu denemelere denk gelmemiz, bir daha göremeyeceğimizden kaygı duyduğumuz bir dünyada, İkinci Hayat’a rastlamamız tesadüf mü? Kehanet mi, ne?
Farklı isimler tarafından farklı vurgularla açıklanmaya çalışıldığı gibi, “pandemi” de mecazi ve gerçek anlamıyla kaçınılmaz hale gelmişti zaten. Edebiyat ve sanat insanı da edebiyat ve sanat eleştirmeni de bunu seziyor, hep sezer... Biliyorsunuz.
Ahmet Altan’ın Dünyayı Bir Daha Görecek miyim’i de böyle erken bir sezgidir. Onun küçük hücresinin dışındaki dünyayı görme arzusunu çoktan aşan bir sezginin ürünü.
Orhan Pamuk’a ne demeli? Dört yıldır üzerinde çalıştığı Veba Geceleri pandemiyle birlikte yola koyuluyor. Niye veba? Vebayı veya İspanyol gribini kim hatırlıyor? Veba Geceleri de anlaşılan o ki, fal ya da rüya yorumu gibi, geçmişi yokluyor görünürken, içten içe sezilmiş bir pandemi üzerinden geleceğimizi de konuşuyor. Öyle tahmin ediyorum.
Nurdan Gürbilek tarihsel deneyimin adını koymuş bence: Öyle post most değil. İkinci Hayat. Pandemi hiç gündemimizde olmasaydı bile bu kitap bende gerçek bir İkinci Hayat düşüncesi uyandırır, birçok şeyi bundan böyle bambaşka biçimde yapmak gerektiği yönünde bir çabayı tetiklerdi...
Pandeminin gelişine dair kendi sezgilerimi ve tesadüflerimi de düşündüm bugün. Yeni yıl vesilesiyle yazdığım, “Çıkıp nereye gidecektim” başlıklı yazıyı hatırladım. O yazıda bizi başkalarının ve başkalarını da bizim cehennemimizden koruyan serinlikli mesafeler dilemiştim. Dilemez olaydım. Yılın olayı “mesafelenmek” oldu... İkinci Hayat’ı okudukça sezgiler kadar düşüncelerdeki çakışmaları da görür gibi oldum. Mart ayı ortalarında bir Medyascope programımın başlığını, Adorno’ya göndermeyle, “Ev Bitmiştir” koymuş ve bu söz ışığında pandemiyi okumayı denemiştim. Sonra, Kaos GL’nin “karantina” sayısı için yazdığım kısa yazıda Edward Said’in düşünceleri ışığında, “eve sürülmemizi” düşünmeye çalışmıştım.
Çok kişi şöyle ya da böyle pandemi kapıya dayanınca, “ev”i düşündü zaten, Yersiz yurtsuzluğu... Çok kişi yaşanmakta olan şeyi çok önceden sezdiğini ve tedirginlikle beklemekte olduğunu da gördü.
Nurdan Gürbilek ise pandeminin öncesinde yazmayı tamamladığı yazılarda bu konuları öylesine sezip geçmek ya da düşünüp geçmek yerine, buradan bir İkinci Hayat çıkarmış. Çağın dağınık sezgi ve düşüncelerine romanları, filmleri ve karakterleri yeniden okuyarak çok etkileyici bir akış ve bir ses kazandırmış. Kültür birikimimizde evi ve evin dağılışını, yurt edinmeyi ve yurtsuzluğu olduğu kadar İkinci Hayat’ımızı da görmeye çalışmış.
Edebiyat ve kültür eleştirisinin rüya yorumuna da fal bakmaya da benzer bir yönü var bence. Geçmişi yoklarken, geleceği bir “tasarım” olarak gören bir şey. Eleştiri çabasını kıymetli kılan, hayata katan, gündelikle buluşturan ve sahici kılan bir şey...
Nurdan Gürbilek ısrar ve inatla, görece gözlerden uzak bir hayat içinde, bu sahici çabayı sürdürüyor. Israr eden ve kendini tekrar riskini de belirli ölçülerde göze almaktan kaçınmayan sağlam bir külliyat oluşturuyor. İkinci Hayat yoğun referanslar arasında zaman zaman muvazenemizi bozan anlatımı ve tam vaktinde odaklanıldığı halde, hak ettiği kadar derinleştirilmediği duygusuna yol açan merkezi temalarıyla, yine de çok güçlü bir etki yaratıyor ve sarsıcı bir öz-irdelemeye sevk ediyor. Hem bireysel, hem de toplumsal. Gürbilek’in hemen hiç yoklamadığı kimi meseleleri de onun eleştiride açtığı imkanlar sayesinde zihnimiz tamamlaya çalışıyor diye düşünüyorum.
Böyle işte tesadüfler içinden, rastgele açılan bir sayfa içinden, okuduklarımız ve yazdıklarımız içinden tam olarak neyi yapmadığımızı ve neyi tam yaptığımızı da görüyoruz. Kendi tesadüflerimizi görüyoruz. Gürbilek’in kitabını sabahın erken saatlerinde bitirdiğimde, kendi adıma pandemiden sonra bambaşka olacağını umduğum bir ikinci hayat tahayyül ettim.
Yeter ki ikinci bir şansımız olsun...