Mussolini solcu bir ailenin oğluydu ve dindar bir ailede büyümemişti. Bu nedenle ilk gençlik yıllarında Kilise özellikle de Vatikan karşıtı görüşleri savunmaktaydı. Ancak Faşist Parti’nin kuruluşu ile Mussolini samimi veya değil değişim geçirerek örnek bir Katolik gibi davranmaya başladı. 40 yaşından sonra Katolik olduğunu hatırlayan Mussolini’nin altmışına merdiven dayamışken birdenbire İtalyan ırkını da keşfetmesi de onun pragmatikliğine yorulabilir.
Geçen hafta enteresan bir ‘tarih kitabının’ (okurların söylediğine göre bu bir tezden uyarlanmış bir kitapmış) analizini yapmıştık. Elbette buradan maksat karşımıza birini alıp bilek güreşine girmek değil. Ama bazı kitaplar, fikirler, iddialar zamanın ruhunu yansıtırlar. İçlerinden bir örnek seçtiğinizde zaman kazanırsınız; zira benzeri olan yüzlerce metni yorumlamak böylece daha da kolaylaşır. Türk’e Tapmak da böyle bir kitaptı. Aslında çok daha eğlenceli kısımları da vardı ama gazete yazısı için fazla teknik kaçtığından es geçtim. Ama kitabın değişik iddialarından olan Hitler ve Mussolini gibi totaliter diktatörlerin ‘ifrat derecesinde’ ruhban karşıtı olmaları meselesine değineceğimi söylemiştim.(1) Onur Atalay’ın bir cümleyle geçiştirdiği ve hiçbir kanıt verme gereği duymadığı bu konu üzerine David I. Kertzer, Türkçe çevirisi 500 sayfayı aşan malumat aktarıyor.(2)
Kertzer’ın çalışması Mussolini ve Faşist Parti’nin hiç de ruhban karşıtı olmadıkları gibi faşizmin yükselişinde Vatikan ve Katolik Kilisesinin nasıl canla başla çalıştığını ayrıntılı biçimde anlatmakta. Koskoca Katolik Kilisesi içinde Faşist çetelerin şiddetine, Etiyopya ve Libya’da yapılan katliamlara, parlamentonun lağvedilip tüm muhalefetin susturulmasına kem küm eden alt düzeyde rahipler var elbette. Ancak bunlar o kadar azlar ki kitapta birkaç tanesine numunelik olarak değinilmiş. Kilisenin yüzde 99,9’u kardinalinden, metropolitine, köy papazından rahibesine Faşistleri hararetle desteklemiş. Faşist Parti yürüyüşlerine katılmışlar, Duçe’yi çılgınca alkışlamışlar. İtalyan siyaset sahnesinde belki de ilk kez binlerce rahibe sokaklara dökülüp Duçe'yi selamlamış. Kilisenin bu denli, tüm kadrolarıyla siyaset içine girmesi İtalyan tarihinde görülmemiş bir olgu. Önceleri biraz demokrat olanlar da sonradan yola gelmişler. Çünkü Papa Pius XI ve çevresi gerçek tehlikenin komünistlerden, masonlardan ve Anglo-Sakson liberalizminin çürütücü ideolojisinden (yani geleneksel Protestan karşıtlığından) geldiğini savunmaktaymış. Papa hemen her konuşmasında “Mussolini İtalya’nın Katolik kimliğinin tek koruyucusudur o giderse maazallah komünistler, ateistler ülkeye hakim olur, aile değerleri ve Kilise yok olur” demekteymiş. Pius XI ve diğer ruhbanların bu türden yüzlerce radyo konuşması ve basılı beyanı var.
Mussolini solcu bir ailenin oğluydu ve dindar bir ailede büyümemişti. Bu nedenle ilk gençlik yıllarında henüz İtalyan Sosyalist Partisi (PSI) üyesi; hatta partinin önde gelen liderlerinden biriyken o dönemki çağdaşları gibi Kilise özellikle de Vatikan karşıtı görüşleri savunmaktaydı. O dönemde İtalya seküler ve laik anayasalı bir ülkeydi ve İtalyan Birliği, Vatikan’a ve Kiliseye karşı verilmiş büyük ve kanlı bir mücadele sonucunda kurulabilmişti. Hatta Vatikan, İtalyan devletini de Mussolini iktidara gelene kadar –Kilise arazilerine el koyduğu için- resmi olarak tanımamaktaydı. Ancak Faşist Parti’nin kuruluşu ile Mussolini samimi veya değil değişim geçirerek örnek bir Katolik gibi davranmaya başladı. Çocuklarını ve kırk yaşından sonra kendini vaftiz ettirdi. Vatikan’ın 19. yüzyılda İtalya birliği kurulurken kısıtlanan haklarını geri verdi. El konulan manastır malları, servetleri iade edildi. Vatandaşlık kavramı üzerine inşa edilen seküler İtalyan birliği algısının yerini Katolik toplum birliği söylemi aldı. Ruhbanların maaşlarını arttırdı. Okullara zorunlu din dersi koydu. Sınıflara ve devlet dairelerine haç asılması zorunlu hale geldi. Kutsal günler resmi bayramlara dönüştürüldü. O güne kadar hiçbir İtalyan başbakanın yapmadığı şekilde konuşmalarına Tanrı, Kilise övgüleri ekledi. Dine dönük eleştiriler ise yasalarla kısıtlandı. Dini nikah özendirildi hatta Mussolini de karısıyla dini nikahla yeniden evlendi. Sayısız kitap, dergi, dini değerlere aykırı oldukları gerekçesiyle yasaklandı. Liste uzayıp gidiyor.
Atalay’ın Mustafa Kemal Türkiyesi ile Mussolini İtalya’sı arasında benzerlikler kurma çabalarındaki acelecilikler ve acemilikler işte bu nedenle mizahi sonuçlar veriyor. Neyse bu konunun bir diğer ilginç boyutu da din ve faşizm ilişkisi açısından bana göre Müslüman dünyayı da ilgilendirmesi. Zira daha önceki bir yazımda İslamofaşizm kavramına karşı çıkanların faşizm tanımlarındaki hataya değinmiştim. Bu bakış açısına göre bir Müslüman faşist olamaz; zira İslami kimlik bir kere ırkçılığı yasaklamaktadır. Bu türden görüşleri savunanlar ne yazık ki faşizm derken Almanya’daki Nasyonal-Sosyalizmi düşünüyorlar. Halbuki ‘Akdeniz tipi faşizmin’ (yani aslında asıl faşizmin) ırkçılık konusunda da din ve sekülerizm ilişkileri konusunda da Almanya’dan tamamen farklı bir yol izlediği muhakkak. Bu İspanya’da da, Portekizde de İtalya’da da böyle. Bu kuşaktaki faşizmler ırkçılıktan tamamen münezzeh olmamakla birlikte onların temel dayanak noktası ırk değil, dini ve milli kültürdü. 1938’e kadar Mussolini ırk kavramıyla alay ederdi. Gerçi son yıllarında o da Yahudi karşıtı bazı ırkçı yasaları yürürlüğe koydu hatta bu nedenle Papa Pius XI’le ilk kez arası açılır gibi oldu. Zira Papa Katolikliğe geçen Yahudileri artık Yahudi olarak kabul etmiyordu. Oysa Almanya’dan ithal edilen ırk yasaları vaftiz olsalar da Yahudileri Yahudi kabul ediyordu.
Mussolini’nin 1939’dan sonra birdenbire genetiğin önemini keşfetmesini ise tarihçiler Almanya’dan gelen baskılara dayandırıyor. Vatikan’ın desteğini alabilmek için 40 yaşından sonra Katolik olduğunu hatırlayan Mussolini’nin altmışına merdiven dayamışken birdenbire İtalyan ırkını da keşfetmesi onun pragmatikliğine yorulabilir. Ancak İtalya’da Yahudilere yapılan baskıların hafifliği bunların gerçekten de Alman dostları hoşnut etmeye çalışmak için yapılan İtalyan işi gösteriler olduğunu hissettiriyor. Mesela Faşist Parti üyesi Yahudilerin üyeliklerini iptali olayı bile İtalyan faşizmi deneyiminin Almanya’dan ne denli farklı bir iklime sahip olduğunu göstermekte. Nitekim Yahudi karşıtı yasalar yayınlandığında (1939) Akdeniz tipi akrobasiler de devreye girip başta Mussolini'nin kendi Yahudi doktorları olmak üzere, Yahudi kökenli askerlere, bürokratlara ‘vatan hizmetine yaptıkları katkılara vefa borcu olarak’ özel ayrıcalıklar tanınmıştı. Yahudilere dönük kısıtlayıcı kanunlar, I. Dünya Savaşı kahramanları, muvazzaf askerler, falan nişanı alanlar, şu kadar vergi vermiş olanlar istisna gibi eklemelerle kısa zamanda gevşeyip tavsadılar. Bu oyun, Almanlar İtalya’yı 1943’te doğrudan işgal edip gerçekten Yahudilerin peşine düşene kadar sürecekti.
Akdeniz tipi faşizmlerin dinle olan enteresan ilişkilerinin Müslüman dünya açısından da önemli olan bir yanı da aslında büyük bir aile olan Katolik aleminin merkezi olan Vatikan’ın pekala ulusal kimliklerle hatta şovenist bir dille hareket edebilmesiydi. 19. yüzyıl boyunca ve faşizm döneminde Vatikan’a dönük en büyük eleştirilerden biri İtalyan olmayan kardinal sayısının azlığı, Latin Amerika’dan (mesela Brezilya gibi devasa nüfusa sahip Katolik bir ülkeden) hiç kardinal olmaması, papaların hep İtalyanlar ya da Avrupalı Katolikler arasından seçilmesiydi. Faşizm-din ilişkisi tartışmalarında sürekli olarak İslam’ın teorik ümmet birliğinin Müslüman dünyayı şovenizme, ırkçılığa ya da faşizm türevlerine karşı koruyan bir tür panzehir olduğunu ileri sürenler bence Akdeniz faşizmi deneyimini iyice incelemeliler. Teoride tüm Katoliklerin tek bir ümmet olmaları on yıllar boyunca Vatikan’ın Latin Amerikalıları, Filipinlileri, Afrikalıları vb dışarıda tutan anlayışla idare edilmesine hiç de engel teşkil etmemişti. Bu kabukların kısmen kırılması ancak faşizm yıkıldıktan ve Batı Avrupa liberalleştikten sonra mümkün olabildi. Bu açıdan güya tek bir aile olduğu söylenen Müslüman ümmetinde de çok sayıda devlet, dini grup, hareket vb. bırakalım milliyeti, kritik noktaları, önderlikleri belirli kabilelerden gelmeyenlerle bile paylaşmamakta.
Netice olarak Müslüman ülkelerde faşizm olmaz önermesinden kastedilen Nasyonal-Sosyalizm ise buna katılıyorum. Nasyonal-Sosyalizm gibi disiplinel, kararlı, kurallı Apollonik bir sistem zaten Müslüman dünyada olamaz. Onun için öncelikle bilim, teknoloji, sanayi falan lazım. III. Reich, Germen ruhuna has bir rejimdi. Bir de Hitler’in ‘Fahri Aryanlar’ olarak nitelediği Japonlar böyle bir rejim kurmakta zorlanmamışlardı. Böyle bir sistem Akdeniz Avrupa’sında olamazdı. Olamadı da. Akdeniz tipi faşizm Etiyopya’da mızraklı kabileler karşısında bile dağılan içi boş bir küçük köylü, kent yoksulu hareketiydi. Ama Akdeniz tipi faşizm bence coğrafi, düşünsel, tavırsal yakınlıklar nedeniyle Müslüman dünya için olabilirliği yüksek bir sistem ve olmakta da. Benim Nasyonal-Teokratik demeyi tercih ettiğim bir dizi Müslüman ülkede aslında Akdeniz tipi faşizmle hemhal rejimler varlığını sürdürmekteler. Sahte güçlerini de teknolojide ve bilimde gerçekten başarılı olan Nasyonal-Sosyalistlerin aksine sadece edebi söylemlerle ve geçmişin ruhlarını sürekli olarak yardıma çağırmakla sağlıyorlar.
NOTLAR:
(1) Lise mantık kitabı çizgisiyle hareket eden metin kendi önerme ve kanıtlarını kendisi üreterek okuyucunun hafızasına şunu yerleştirmekte: Bütün totaliter diktatörler kötüdür. Totaliter liderler din ve ruhban karşıtıdır. Öyleyse din ve ruhban karşıtları kötü ve totaliter insanlardır.
(2)David I. Kertzer, Papa ve Mussolini, çev. Ahmet Arslan, Ayrıntı, 2018.