Geçen hafta Gazete Duvar’da “Paralel Kamular” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazı da onun devamı. Ve öncelikle belirtilmesi gereken tıpkı kamu kavramının olduğu gibi kanon kavramının da aslında tekil olarak kullanılması gerektiği. Çünkü bu kavramlar tekil halleriyle zaten belli bir çoğulluğu garanti ederler. Ancak bazı toplumlarda çoğulluğun ve farklılıkların bir bütünlük oluşturabilmesi o kadar da kolay değildir. Dolayısıyla bu toplumlarda hem kamunun hem de kanonun çoğul bir halde kullanılmasının mümkün olması bu nedenledir.
Belki en başka konuyla pek alakadar olmayanlar için kanonun ne olduğunun biraz açmak gerekebilir. Kanon Türkçede son zamanlarda yaygınlaşan bir kavram. Özellikle de edebiyat tarihi, eleştirisi ve kuramı bağlamında kullanılıyor. Türkçede bu konuda daha yaygın olan kavram ise klasik. Bunun nedeni ise Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin daha çok Fransızca üzerinden gerçekleşmesi. Çünkü kanon daha çok İngilizcede, klasik ise Fransızcada yaygın. Klasiği anlatmak daha kolay. Aslında geçmişe ait olan ama şimdi de değeri kaybetmeyen yapıtları işaret etmek için kullanılır genellikle. Kanon ise işte bu klasik külliyatın bütününü tekil olarak ifade etme fırsatı veriyor. Aynı zamanda bu bütünlüğe o kadar da eski olmayanlar, örneğin çağdaş olan yapıtları da ekleme imkânı bulabiliyorsunuz.
Ben ise kanonu en azından bu yazıda bir toplumun kültürel beslenme kaynaklarının tamamını işaret eden bir biçimde kullanıyorum. Bu anlamıyla kanonlaşma, siyasal anlamda uluslaşmayı, sosyolojik anlamda toplumlaşmayı mümkün kılan bir süreç. Benzer kültürel kaynaklardan beslenen insanların giderek bir bütünün parçası olması ihtimali yükseliyor çünkü. Bu çerçevede kanon ile kamu arasında genetik bir ilişki olduğu da aşikâr. Yani kanonlaşma kamunun oluşmasını teşvik ediyor. Geniş bir kamunun varlığıysa güçlü bir kanonu mümkün kılabiliyor.
Bu açıdan bakıldığında ulus için de, toplum için de, cumhuriyet için de, kamu için de kanon vazgeçilmez bir işlev görüyor. Osmanlı-Türkiye tecrübesine baktığımızda ise beni paralel kanonlar gibi bir kavrama sürükleyen nedenler mevcut. Bu tecrübenin işin başında güçlü bir kanona dayandığı veya böyle bir kanon üretebildiği pek söylenemez. Bu da aslında uluslaşma ve toplumlaşma sürecinde hâlâ devam eden sancıları açıklayabilir nitelikte.
Ulus da, toplum da aslında güçlü poetik, estetik, edebi bir inşa bir açıdan. Ya da bu yönleri o kadar güçlü olmayan politik, sosyal inşalar hep biraz hamasi, temeli zayıf kalabiliyorlar. Bu tip toplumlarda da paralel kamulardan veya kanonlardan söz etmek zorunlu bir hal alabiliyor.
Bunu belki en güzel Necip Fazıl/Nazım Hikmet ikilemi üzerinden anlatabilirim. Birkaç yıl önce yazdığım bir makalede, bu iki şairin Türkçenin modern ikonları olduğunu iddia etmiştim. Bu önemli isimlerin kanon olamayışlarını o zamanlar kullandığım ifadeyle ancak “mahallî kanon” olmalarıyla açıklamıştım. Kanonun aslında mahallî olmasının mümkün olmadığını bilerek elbette. İşte bugün paralel kanonlar ifadesinin bu mahallî kanon kavramı yerine kullanıyorum.
Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’in kanon olamayışları kendileriyle ya da ürettikleri eserlerin kalitesiyle ilgili değil. Tam tersine bu eserlerin toplumsal olarak algılanışıyla ilgili daha çok. Herkesin bildiği gibi Necip Fazıl bir sağ ikon, Nazım Hikmet ise bir sol ikon. Ama bunlardan hiçbiri Türkçenin genel anlamda kanonu değil. En azından henüz. Başka bir ifadeyle Necip Fazıl sadece sağın kanonu, Nazım Hikmet ise solun kanonu. Sanırım artık paralel kanonlar derken neyi kastettiğim daha iyi anlaşılmıştır.
Paralel kanonların geçerli olduğu ülkelerde toplumun farklı kesimleri birbirlerinden farklı kanonlara yaslanabilirler. Bu kesimlerin kültürel beslenme kaynakları birbirlerinden çok farklı olabilir. İnsanlar ceplerinde birbirlerinden oldukça farklı “yüz temel eser” listeleriyle dolaşabilirler. Bunun elbette bugün Türkiye’de yaşadığımız gibi politik, sosyolojik, ekonomik, kültürel hatta psikolojik sonuçları olabilir.
Harold Bloom çok önemli kitabı Batı Kanonu’nda İngiliz, Alman ve Fransız tecrübelerini karşılaştırır ve İngilizcede Shakespeare’in, Almancada Goethe’nin oynadığı rolü Fransızcada örneğin Racine’den Victor Hugo’ya kadar bir grup yazarın oynadığından bahseder. İngiltere’de Shakespeare’i sadece sağcıların, Almanya’da ise Goethe’yi sadece solcuların okuduğunu düşünebilir miyiz? Bu kulağa ne kadar komik geliyor değil mi? Peki Türkçede böylesine güçlü bir ulusal kanondan söz edebilir miyiz? Bloom’un Fransa için söylediği kafaları karıştırmasın. Fransızcada kanonun “kalabalık” olması farklı toplumsal kesimlerin farklı yazarları kanonlaştırdıkları anlamına gelmiyor. Sadece kanon çantasının daha çeşitli olduğuna işaret ediyor sadece. Türkiye’de ise bugün paralel kanonlardan söz etme ihtiyacı söz konusuysa eğer o zaman Necip Fazıl ile Nazım Hikmet ikilemiyle anlatmaya çalıştığım bir tür kültürel feodaliteden bahsetmek çok da aykırı kaçmaz.
Ancak yazıyı kötümser bir noktada bitirmek istemem. Paralel kanonlar gibi bir kavrama hâlâ ihtiyaç göstermesine rağmen, en azından göreli olarak genç kuşaklarda bunun yavaş yavaş kırılmaya başladığını vurgulamam gerek. Örneğin Necip Fazıl/Nazım Hikmet geriliminin genç kuşaklarda keskinliğini göreli olarak kaybetmeye başladığı söylenebilir. Daha da önemlisi ise benim şahsen çok sevdiğim yazarlardan olan Sabahattin Ali ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın metinlerinin son yıllarda gördüğü rağbet. Bilindiği gibi yakın zamanlara kadar Ahmet Hamdi Tanpınar sağın, Sabahattin Ali ise solun paralel kanonuna dahildi. Oysa bugün en azından bu yazarlar için bu kavramı kullanmak bence o kadar da kolay değil, çünkü bu yazarlar artık toplumun her kesimi tarafından okunuyorlar, yani bir anlamda kelimenin gerçek anlamıyla kanonlaşıyorlar.