Paramparça aşklar, ebeveynsiz ve sevgisiz çocuklar
Çocuk sahibi olmanın dünyanın en güzel şeyi olduğuna eminim, yanlış anlaşılmasın. Yine de tüm bunlar üstüne düşünmemeyi, daha basit sorumluluklardan ölüm gibi kaçarken bir çocuğun kaderini üstlenmenin çoğu insan için bir kaza, sorgulanmamış zorunluluk ya da eni konu düşünülmemiş bir sözde ‘karar’ oluşunu… Geçmişin sorgulanmamış aidiyetlerini sevmediğim gibi günümüzün de bu sallapati, huzursuz, obur, elli gram ondan elli gram bundan, ‘koy koy suyundan da’ tarzı var oluşunu da sev(e)miyorum işte. Başka türlüsü mümkünmüş gibi geliyor.
“Çin’de ebeveynleri 4 yıl önce trafik kazasında ölen bir bebek, taşıyıcı anneden doğdu.”
Bu sabahın erken saatlerinde rastladım bu habere. İnternette yayılan haberler her zaman güvenilir ya da ‘haber’ olmayabiliyor, önceki bir tarihe ait bir haber yeniden dolaşıma sokulmuş olabiliyor mesela. O nedenle biraz bakındım, doğru görünüyor. Kaynağı beijingnews olan haber önceki gün de The Guardian’da ve BBC Türkçe’de çıkmış. Kan dondurucu, değil mi?
İlk aklımdan geçenler:
- Hayatı ve insan doğasını bu kadar zorlamak dehşet verici. Frankenstein yaratmak gibi, o ne ya… İki ölü üremesin en azından, lütfen…
- Nefis bir bilimkurgu-korku öyküsü konusu. (Yazsam mı?)
- 2-3 yıla yerli dizi çıkar bundan. (Ortaya yazmasam mı, lazım olur? Neyse, kökü bende nasılsa, salayım gitsin… ) Tabii bizde bilimkurgu değil, melodram olur. Fakir kız, zengin oğlan, miras reddi, aşkta yüze gülüp bebekte gülmeyen talih, aşık çiftin kazada ölümü, zengin ailenin suçluluk duygusuyla karışık soy sürdürme çabası… Olur yani.
‘Aşırılı’ hikâye seviyoruz, bir kez kafaya koyduktan sonra da göç kervanı göç yolunda düzülüyor. Senede kırk dizi çıkıp ikisi hayatta kalıyor, rekabet çetin. Bu nedenle, aslında iyi bir hikâyenin ön koşulu olmayan türden ‘derhal çarpıcılık’lar bizde önemli. Çünkü süre, sayı, nitelik ve nicelik bakımından çok deneyimli bir izleyicimiz var. Her tür insanla beraber olmuş, bu sayede de esasen diyelim esmerleri sevdiğini test etme imkânı bulmuş, yine de canı değişiklik çektiği için arada bir dövmeli bir kumrala ya da ön dişi çıkık bir sarışına da ilgi gösterebilen bir çapkın düşünün. Bizde izleyicinin durumu biraz böyle. Evet seçimleri hiç de şahane ve incelikli değil ama onunla aynı masaya oturmak istiyorsanız da bunları göz ardı etmek mantıklı değil.
‘Hikâye’den çıkıp konumuza ve gerçeğe dönelim. Anne babası dört yıldır toprağın altındayken doğan bir bebek… Bildiğim kadarıyla, iklim şartları ne olursa olsun dört yıl, iskeletten ibaret kalmak için yeterli süre. Cesedin tüm yumuşak dokuları ortadan kalkıyor yani, geriye sadece kemikler kalıyor. İki adet iskelet ve bir bebek. Korkunç değil mi?
Tüp bebek yoluyla çocuk sahibi olmak isteyen çiftin dondurulmuş embriyoları varmış. Embriyolar, Nanjing Hastanesi'nde sıvı bir nitrojen tank içinde, eksi 196 derecede muhafaza ediliyormuş. (İnsan doğacak bu ortamdan, düşün!)
Çiftin aileleri kazadan sonra bu embriyoların kullanılabilmesi için uzun süre yasal mücadele vermiş, artık ne akla hizmetse? Ayrıntıları haberde yer alan zahmetli bir süreçten sonra ilgili işlemlerin yasal olduğu Laos’ta bir taşıyıcı anne aracılığıyla döllenme gerçekleşmiş, doğum da Aralık 2017’de Çin’de olmuş. Bebeğin adı Titian; tatlı, şeker, şirin manasına geliyormuş. İki iskeletten doğan bir Şirin. Talihsiz yavru, distopik bebe Şirin.
Düşünsene, anne babasını doğumdan hemen sonra yitirmiş bir çocuğa bile bu süreci açıklamak ne kadar zor. Genel olarak da doğum sürecini çocuklara anlatmak… “Sıvı nitrojen tanktan geldin sen yavrum,” mu diyeceksin. Leylek hikâyesinin bari masalsı bir tatlılığı var.
Çiftin ebeveynleri artık nasıl bir hırsa düşmüşlerse bu Rosemary’nin bebeğinden beter ürkütücü durumları hiç düşünmemişler. Doğayla bu kadar oynamanın bilinemeyen, kestirilemez sonuçlarını da. Şeytanın Avukatı (Devil’s Advocate, yön: Taylor Hacford) filminde, gelmiş geçmiş en karizmatik şeytanlardan olan John Milton (Al Pacino) “Kibir, en sevdiğim günahtır,” diyordu ya hani. Bir şeyi sırf yapabildiğin için yapmak da en büyük kibir herhalde…
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin hızı bakımından öyle bir çağdayız ki öngörüler, hayal gücü yer yer zayıf kalıyor. İnsan, her durumda en çok ‘insani’ haller üzerine işletebiliyor çünkü zekasını. İnsan merkezli ve olan bitenin insana, ilişkilere ne yaptığıyla ilgiliyiz esasta. Küçük yeşil uzaylılar gelip dünyayı istila etmedi ama işte bak, yapay zeka, robotlar, klonlama, ne ararsan var. Kabaca bildiğim kadarıyla spermsiz, iki yumurtalı embriyo ile babasız bebek, yani iki kadının bir kız çocuk üretmesi de teknik olarak mümkün mesela. Ama iyi bir fikir mi acaba? Bu çocuk işi bu derece bilimkurgusallaştığında ürkütücü geliyor.
Teknolojiyle aram her zaman iyi olmuştur. Neredeyse cümleleri birbirine çatabildiğim andan beri yazdığım halde, bilgisayarın varlığına minnettarım. Beynin hızına daha uygun olduğunu düşünüyorum. Ya da öyle alıştım, bilmiyorum. “Eski güzel zamanlar” diye iç geçirerek izlediğimiz, okuduğumuz dönemlerde sıcak suyla duş almanın bile saatler alan bir mesele olduğunu bilmek hep bir “yine de bugüne şükür,” dedirtir. Bir adada telefonsuz, tabletsiz, bilgisayarsız, elektriksiz on gün geçirsem elim ayağım titrer, epeyce şehir insanıyım, kendimi kandıramam. Teknolojinin hayatımıza yaptıklarının büyük kısmını seviyorum yani. İkisini birbirinden ayırmak zor görünse de, insana ve ilişkilere yaptıklarının bir kısmını sevmiyorum.
Gelecek önemli bir telefonu beklemenin insanı bir mekâna bağladığı zamanlardan sonra her an her saniye ulaşılabilir olmanın getirdiği ironik ‘kopuk’luğu… İki insanın araya bir ekran girmeden beraber on dakika bile geçiremeyişini…. Sessizlik ve hareketsizliğin bir nevi depresif hal, derhal giderilmesi gereken bir sorun gibi algılanmasını…
Seçenekler arttıkça hiçbir şeyi seçemez hale gelişimizi… Şeker kamyonuna düşmüş şımarık çocuklar gibi ömrü ve birbirimizi ucundan emerek tüketişimizi… Hiçbir şeyin tadına varamayışımızı… Her anın fotoğrafını çekerken hiçbir anı yaşamayışımızı, orada bile olmayışımızı… Bir çırpıda sevip bir çırpıda unutmayı… Ne acıya ne sevince ne aşka ne de yasa gerekli zamanı ayırışımızı… Bir gıdım gerçeklik, sahicilik için küçük parmağımızı verecek haldeyken burnumuzun dibine geldiğinde ‘gerçek’ anlardan hemen kurtularak maskelerimizi kuşanıp koşa koşa kalelerimize geri dönüşümüzü sevmek mümkün mü?
Çocuk sahibi olmanın çoğunlukla çok bencilce gerekçelere dayanmasını, çocuğun sevginin ürünü değil kısmi harcanmış hayatların telafi mekanizması olarak dünyaya gelmesini… Çoğu çocuğun ebeveyn, bazı ebeveynlerin ergen gibi oluşunu… Bütün bu proje bilmişlikler, gösterişler çağında sokakta o kadar çok kimsesiz çocuğun oluşunu ya da?
Çocuk sahibi olmanın dünyanın en güzel şeyi olduğuna eminim, yanlış anlaşılmasın. Yine de tüm bunlar üstüne düşünmemeyi, daha basit sorumluluklardan ölüm gibi kaçarken bir çocuğun kaderini üstlenmenin çoğu insan için bir kaza, sorgulanmamış zorunluluk ya da eni konu düşünülmemiş bir sözde ‘karar’ oluşunu… Geçmişin sorgulanmamış aidiyetlerini sevmediğim gibi günümüzün de bu sallapati, huzursuz, obur, elli gram ondan elli gram bundan, ‘koy koy suyundan da’ tarzı var oluşunu da sev(e)miyorum işte. Başka türlüsü mümkünmüş gibi geliyor. Daha gündelik riskler içeren basit kararları gerçekten ve hızla alsak, bazı hayati kararlardan önceyse kendimizi biraz geriye çekip soluklansak… Tek ömrümüz var tamam anladık da, bu kadar bencil olmasak… Olurmuş gibi.
Bu ilişkisiz ilişkilenmeler, bu korkunç belirsizliklerle bezeli janjanlı ihtimaller çağında, kendi bedenimize yaptıklarımızı çocuklara da yapmayalım. Bir yandan hayat sonsuzmuşçasına bir hor kullanma bir yandan da zamanın tüm etkilerini silme ve inkâr çabası… Dondurulmuş, bekletilmiş hayallerimizden çocuk olacağına, az çok sevgi dolu, anlayış ve gelecek içeren beraberliklerden çocuklar doğsun… Doğamıyorsa sokaklardaki binlercesine sahip çıkalım, olmaz mı?
Bu da böyle hafif bir hafta sonu yazısı olsun. Ya da ağır, bilemedim. Bahar gelmekle kalmasın, tenimize değsin, ruhumuza güneş sızsın dilerim...