Çeyrek yüzyıl önce İngiltere’de başlayan garsonluk macerasına ‘Keçiörenli’ ile başlayıp ‘ilk iş bulma’ öyküsü ile devam etmiştim. Araya başka yazılar girdi. Kaldığım yerden devam edeyim. Anlatacaklarım benim yaşadıklarım olsa da, aynı koşulları tecrübe etmiş sayısız insanın benzer anıları olduğunu tahmin etmek zor değil. Tabii yalnızca ‘yaşamış’ olanlara değil, ‘gitme’ niyeti olup ‘yaşayacaklara da’ bir şeyler söyler belki, ufak tefek garsonluk hatıraları!
Belki ‘ikinci’ yazıyı hatırlayan kalmıştır bu saate kadar; ilk lokantaya, o pahalı Fransız lokantasına çok dil dökerek ve Mısırlı patronu mucizevi bir biçimde ikna ederek girmiştim. Anayasacılıktan önceki mesleğim olan garsonluk, böyle başlamıştı.
Gündüz okul, akşam lokanta. Okul, Güney Londra’da ve çok güzel, dört katlı eski bir binadaydı. Zemin katta çay kahve ve sigara içiliyordu. O zaman iç mekanda sigara içilebiliyor ama o parayı bulup içebiliyorsan tabii. Aylar sonra bir gün bizim Bülent’ten koskoca bir sarı zarfın içinde otuz paket Birinci sigarası gelmişti de, nasıl sevinmiştim zehirleneceğim için anlatamam. Sersemlik işte! Unutulmaz anları ve dost yardımlarını, özel insanların hikâyelerini başka yazıya saklıyorum...
İlk lokanta, tam okulun karşısındaki üç katlı nefis bina. Fransız lokantası. Günlerce her yerde aradıktan sonra okul karşısında iş bulmak ilginç bir rastlantı olmuştu. Okulda daha ziyade çocuk bakıcılığı yapan kadın öğrenciler var. Bir kısmının hali vakti yerinde, çalışmak zorunda değiller. Bir kısmı da çarşı pazar, hamburgerci gibi işlerde çalışıyor. Garsonluk, bulunabilecek en iyi işlerden biri. Her şeyden evvel karnın doyuyor ve sıcak bir ortam. Açık pazarlarda çalışanlar sürekli hasta oluyordu. Ayazı bir felaketti şehrin. Bir de tabii okulda öğrenmeye çalışılan ‘dili’ parlatmak için garsonluk bulunmaz nimetti. Sürekli müşteriyle karşı karşıyasın ve neyse ki İngilizler garsonla sohbeti seviyor. Gerçi bir süre sonra hep aynı şeyler konuşuluyor ama yine de hiç yoktan iyidir.
Patron bir Mısırlı. Kesinlikle kötü bir insan değil. Kesinlikle iyi bir insan da değil. İkisinin ortası. Her ne kadar kırk yıldır Londra’da yaşasa, eşi Alman ve çocukları İngiliz olsa da üzerinden atamadığı ve her fırsatta isteyerek ya da istemeden sergilediği kompleksleri mevcut. Oralıydı ve Fransız lokantası sahibiydi ama oralı değildi işte. Her davranışına sinmişti bu hâl. Üzerinden atamadığı fenalıklarından biri sanırım, şark kurnazı oluşuydu. Şöyle bir pazarlıkla işe aldı beni: Haftada doksan sterlin verecek, tek başıma çalışacağım ama ilk zamanlarda ve kalabalık günlerde kendisi de yardım edecek. Üç katlı ama küçük sayılabilecek bir lokantaydı aslında. Lokantanın mutfak dışı temizliği bana ait. Üç katlı bir bina, tuvaleti, merdiveni vesaire. Ve işin en vahim yanı: bahşişleri patron alacak! Londra’da dokuz ayrı lokantada çalıştım. Biri Türk, diğerleri yabancı mutfaklardı. Yalnızca iki lokantada, akıl almaz bir biçimde ‘bahşişler’ garsonlara verilmiyordu. Türk lokantası ve patronu Mısırlı olan Fransız lokantası. Anlayacağınız, ‘dinde’ güncelleme yaparlar mı yapmazlar mı bilemem, ancak ‘dindarda’ bir güncelleme yapılması, hiç fena olmaz! Her neyse...
Mısırlı patron ne dese ‘Evet’ diyorum haliyle. İki gerekçeyle. Zar zor iş bulmuşum, kaptırmak istemiyorum. Pazarlık gücüm yok! İkinci gerekçem, İngilizce. Evet denildiğinde sorun yok, ola ki hayır demeye kalktığınızda, cümleyi uzatıp gerekçe sıralamak gerekiyor. Doğrusu o kadar zahmetli fiil çekimini hatırlayacak ve yapacak, ne zamanım ne bilgim ne de gücüm vardı. Haftada doksan sterlin ile başladım. Doksan sterlin ile ne yapılabilir? Çok basit. Her hafta otuz beş sterlin pansiyon odasına, kırk beş sterlin okula veriyordum. Kaldı on sterlin. Ayda kırk eder. Bu da, neredeyse mutlağa yakın açlık ve parasızlık demek. Yıllar sonra, yurt dışına eğitime, doktoraya vesaire giden arkadaşların alacakları bursla geçinip geçinemeyeceklerini hesaplamalarını, hep biraz gülümsemeyle izlemek zorunda kaldım. Ayda ‘kırk’ sterlin! Şöyle yaşanıyordu, anlatayım: Markette tespit edebildiğim en lezzetli ve ucuz mamuller ‘elmalı pay’ ve ‘fish finger’ idi. Balık parçalarından altı tane vardı kutuda. Elmalı pay, şimdi hatırlamıyorum, ya altı ya dört adet. Bunlar gün içinde enerji veriyor. Okuldan sonra uğradığım ve bir Cezayirli’nin işlettiği kafede çay kahve içiyorum. Hem ucuz bir yer hem de Hişam, halden anlayan bir arkadaştı! Tabii, akşamları lokantada çalışanlara (ben ve mutfakta üç kişi) yemek var. Fakat bizim Mısırlı, diğer lokantalardan farklı olarak işten önce değil, işten sonra yemek veriyordu! Yani saat 12’yi geçe. Orada çalıştığım beş buçuk ay boyunca, bir iki hafta dışında verilen yemek, pilav ya da makarnaydı. Dedim ya, adamcağız nereden sömüreceğini bilemez haldeydi. O saatte pilavı yiyip pansiyona gidince, bir saat kadar uyumak mümkün olmuyordu tahmin edebileceğiniz gibi. Üç beş kez et yemeği verildiğini hatırlıyorum; o da Ramazan ayındaydı. Müslüman ya bizimki, insafa gelmişti demek ki! Ayrıca bir süre sonra şehirdeki tüm ucuz beslenme ihtimallerini de öğreniyorsunuz zaten. Örneğin adı sanı bilinen hamburgerciler, gibi. Türkiye’deyken prensip olarak karşıydım. Orada, baktım ki en hesaplı beslenme yollardan biri, hemen ‘somut durumun somut tahlilini’ yaparak, arada bir gitmeye başladım, çare yok!
Tabii şunu ihmal etmemeli. Yalnızca benim lokanta değil, hemen her iş yeri kısmen ya da tamamen kaçak çalışanları aynı şekilde sömürüyordu. Bir İngiliz ya da Fransız’ın saat başı ücreti altı sterlin ise, kaçak işçinin iki buçuk, üçtü. Kaçak işçi, iş bulduğu için mutlu olduğundan bu duruma itiraz edemiyordu. Benim kaçaklığım kısmiydi. Tam zamanlı öğrencilerin haftada on beş saat çalışma izinleri vardı. Ancak on beş saat ile geçinmek mümkün olmadığı için... Bazen haftada elli saate yakın çalıştığım(ız) oluyordu. Başka türlü düzenli ödemeleri yapmak ve karın doyurmak mümkün değildi. Tabii yalnızca karnı doyması gereken yaratıklar olmadığımız için, olabildiğince fazla saat çalışmak işime de geliyordu. Her an işsiz kalınabilirdi, örneğin. İki hafta işsizlik, birikmişin tükenmesi demekti. Bir de tabii tiyatro, sinema, müze, gezme tozma...
Müzelerin bedava olanlarını ilk ayda öğrenmiştim. Sinemam, Londra merkezindeydi. Biraz eski filmleri yalnızca ‘bir’ sterline seyrediyordum. Tiyatro vs. daha pahalıydı ama zaman içinde onun da ucuz yollarını keşfettim. Önceden bilet almak yerine, oyundan hemen önce gidiyor, elinde bilet kalanlardan ve son anda satılanlardan alıyordum. Onlarca oyunu ve müzikali, biri hariç (ki bu birini anlatacağım!), bilmem kaçıncı balkonun sütun arkasından hayli ucuza seyrettim. Yani, garsondum garson olmasına da, hiçbir şeyden geri kalmamaya çalışıyordum! Orada yaşadığım süre içinde, elimden geldiğince sömürmek, yararlanmak, görmek ve duymak gibi bir hırsım vardı. Tüm bunları, ayda kırk sterline, bolca yürüyerek ve sonrasında çaldıracağım bisikletim sayesinde yapabiliyordum.
Bir de o yaşta parasızlık pek sorun gibi gelmiyordu sanırım. Aynı koşullarda yaşayan herkesin derdiydi. Nihayetinde bir hedef var, Türkiye’ye dönülecek, Hoca’nın karşısına çıkılıp ‘Bir zamanlar fakir ama onurlu bir genç vardı, hatırladınız mı?’ denilecek, sınavlara girilecek, akademisyen olunacak...
Lokantaya döneyim. Genellikle haftanın altı günü çalışıyordum. Saat altı gibi gidiyor, gece yarısını geçe ayrılıyordum. İkinci el dükkanından tedarik edilmiş, siyah pantolon, siyah yelek, beyaz gömlek, papyon ve siyah ayakkabı. Bir de, küçük masa örtülerini katlayarak pantolon kemerimize sokuşturduğumuz beyaz önlükler. Sömürgen patronum, aynı zamanda bana işi öğreten insandı. Her şeyi ondan öğrendim, bu yüzden tam manasıyla nefret de edemedim! Dedim ya, iyi bir yanı da vardı ama kurnazlığının yanında o iyilik görünmez oluyordu. Temizlik bana aitti, demiştim. Haftanın üç günü de, iç mekanı büyük ölçüde ahşap olan binanın merdivenlerini ilaçlı suyla silip canlandırmak gerekiyordu. Bir de her gün tuvalet temizliği. Yazının başlığı bununla ilgili. Şimdi, bu tuvalet temizliği ayrı bir maceraydı. Bizim Mısırlı’nın faşist ruhlu Alman bir hanımı vardı. Abartmıyorum, öyle Alman disipliniyle filan açıklanamayacak huyları vardı kadının. Haftanın iki ya da üç günü aklınca lokantaya baskın yapıp bizi ve kocasını kontrol eder, işlerin yolunda gidip gitmediğine bakardı. Tuvalet lavabosuna bir takıntısı vardı. Benimle üst kattaki lavaboya çıkar, parmağını ıslatır ve lavaboya sürmeye başlardı. Yahu kadın, o kadar sürersen elbet biraz kir çıkar! O kiri zorla çıkarıp baştan temizlememi isterdi. Yani tam bir kaçık ama ne yazık ki dışarıda geziyor. İşin yoksa bir daha temizle. Fakat neyse ki diğer faşistler gibi bu kadıncağız da pek akıllı değildi. Hep lavaboya bakar, diğer noktalarla pek ilgilenmezdi! Ben de bir süre sonra ister istemez yalnızca lavaboya özenmeye başladım ve sorun çözüldü!
Beş buçuk ay boyunca, hemen her akşamı o lokantada geçirdim. Çok şey var anlatacak tabii. Yalnızca servis yapmaz bir garson, müthiş bir gözlem fırsatı da olur bu işte. İşin en sıkıcı yanı, hiç şüphesiz pırıl pırıl bir mekanın iki üç saat içinde darmadağın oluşu ve gece vakti her şeye yeniden başlamaktı. Bu arada, her lokantanın masa düzeni de farklı tabii. Marifetmiş gibi, misal, her birinde ayrı katlanırdı peçete. Nihayetinde bir bez peçete ama öyle demeyin, bayılıyorlardı bu süslü katlama işine. Yine, şarap açmak, ne büyük bir deneyimdi! Şaka yapmıyorum; hele ki pahalı bir şarabı mantarını parçalamadan, işin içine biraz da estetik katarak açmak, göründüğü kadar kolay iş değil. Şarabı önce o mahzende bulacaksın, peçeteye sarıp getireceksin, göstereceksin, kadının yanında oturan çok bilmiş herif başıyla onay verecek, hemen orada profesyonel tirbuşonla açacaksın, çok bilmişin bardağına bir parmak kadar boşaltacaksın, o çok bilmiş, muhtemelen hiç anlamadığı şarabın kalitesine karar verecek, koklayacak, ağzının içinde şöyle bir yuvarlayacak ve "Tamam" diyecek. Ondan sonra dökeceksin kadehe ama öyle şorul şorul, su gibi değil, beyazı ayrı, kırmızıyı ayrı şekilde dökeceksin. Mantar içeride kırıldı mı, çok mu pahalı bir şarap! İşte o durumda bildiğin bütün duaları okuyup boncuk boncuk terleyerek, çaktırmadan kalan mantar parçalarını çıkartacaksın. Çok zahmetli iş, çok...
Malum, simple present tense ile başlayan macera, öyle ikinci günde past perfect olmuyor. İşe başladığımda en büyük kabusum, siparişi yanlış almaktı. Ya dediğini anlamazsam. Ya yanlış bir şey getirirsem. Ya yanlış insanın önüne koyarsam. Ya toplarken dökersem... Her millet böyle midir bilemem ama ortalama İngiliz müşteri, garsonlara çok nazik davranıyordu. Hemen hepsi biraz sohbet ve mütemadiyen teşekkür ederdi. Malum, dilin parçası sayılır, ‘lütfen’ ve ‘teşekkür.’ Hani diyorlar ya, Türkler Avrupa’ya tuvalet ve hijyen öğretti filan fıstık; keşke onlar da bize biraz lütfen demeyi, teşekkür etmeyi öğretseymiş. Bak şimdi, yine elitist damarım kabardı! Türkiye’de ortalama müşterinin garsonlara davranışı, bana kalırsa insan onuruna aykırıdır. Bizim son derece ‘zarif’ ortalama, yaşamının hiçbir alanında ‘eşitlik’ düşüncesiyle ilişki kurmadığı için, doğal olarak garsonların da bir insan, zarif davranılması gereken ‘yurttaş’ olduğu gerçeğinin farkında değildir. Garsonlara teşekkür edilemediği için, demokrasi de olunamıyor. Nasıl analiz ama!
Her neyse, en matrak hikayeler, yanlış anlamalardan kaynaklanıyordu aslında. Tabii şimdi matrak görünüyor, o zaman az da olsa sıkıntı ve tedirginlik demekti. Dilerseniz, ‘Türk müşterilerin işkence usulleri’ ve ‘bir lisan bir insandır,’ başka yazıların konusu olsun!
O Alman kadın, beş buçuk ay boyunca her hafta iki ya da üç kez gelip ıslattığı parmak ucuyla lavaboyu ovdu, değerli okuyucu. Yaşıyor mudur acep? Yaşıyorsa, hâlâ lavaboyu ovuyor mudur? Ne ilginç insanlar var...
Kitap önerisi: Konunun anlam ve ruhuna uygun bir kitap, George Orwell’ın ‘Down and out in Paris and London’ adlı eserini öneririm. ‘Paris ve Londra’da beş parasız’ başlığıyla Türkçe’de de (İthaki) yayınlandı.