Yaşama
Sanatı kitabının yazarı Crispin Sartwell’in, dünyayı
bir sinema filmi seyreder gibi tecrübe etmemizle ilişkili bir derdi
var. Kitabında bunu anlatıyor. Bu “modernist insan deneyimi
kavrayışına karşı, deneyimin varoluşa dinamik bir katılım olduğu
kavrayışını geliştirmemiz” gerektiğini söylüyor. Crispinciğim birer
organizma olarak çevremizle aramızdaki ayrımın sadece pratik bir
ayrım olduğunu da sözlerine ekliyor. “Çevrenin parçalarını
özümlediğimiz gibi, kendi parçalarımızı da çevremizde eritiriz. Biz
çevre içinde hareket ettikçe, çevre kelimenin tam anlamıyla bizim
içimizde hareket eder. (...) Bana göre, insan bilgisini mümkün
kılan, çevreye tamamıyla gömülü oluşumuzdur” diyor.
Çevreye tamamıyla gömülü oluşumuzu böyle kavradığımızda, bir
“yangın”ı kendi hayatımıza değen bir tarafı olmadığında bile,
ekrandan bir filmi izler gibi izlemekle kalamıyoruz. Evleri ve
ormanlarıyla o çevre içimizde yanıyor. Yanıyoruz.
Bazıları da yanmıyor şüphesiz. Komşusu yanarken, “Yananistan”
diye manşet atma ibişliğini yaratıcılık sanıyor. Bu başlığın
altından fışkıran ırkçılığı gözden kaçırmaya bile yeltenmiyor.
Dünyanın parmakla göstereceği bir gazetecilik gerçekten
de...
Aklıma gelmişken, çiçeği burnunda bakanımız, yakın bir gelecekte
dünyanın parmakla göstereceği bir ülke olacağımızı söylemiş. Berat
Albayrak. Oysa uzunca bir zamandır parmakla gösteriliyoruz zaten.
Öyle ya, dünya üzerinde kaç medeni ülke, din adamı olsun, gazeteci
olsun, başka ülke yurttaşlarını casus diye, aylar hatta yıllarca
hapiste tutuyor? Sonra bir telefon ya da sert bir tivit üzerine bu
insanları serbest bırakırken de, haksız yere hapis yatılmış onca
ayın hesabını vermiyor. Var mı böyle bir ülke? Mesela Yunanistan
yangınının da, Ahed Tamimi’nin isyanının da
neredeyse ortadan ikiye bölebildiği kaç tane ülke var ayrıca? Akla
gelebilecek her türlü yurt ve dünya meselesi bizi elma gibi ortadan
ikiye ayırıyor.
“Gerçek dolar bu değil” diye diye doları uzaya fırlatan, “gerçek
din bu değil” diye diye... Kaç ülke var?
Neyse ki bu mevzulardan daraldığımda kaçabileceğim şeyler
keşfettim. Yaşama sanatı ile ilişkili şeyler bunlar. Bir ikisini
sizinle paylaşayım isterim. Mesela Bülent Şık yazılarına kaçıyorum.
Öyle iyi geliyor ki insana. Dünya yansa, sağlıklı beslenme üzerine
yazmaktan vazgeçmiyor. Zira dünya yangınlarının bir tarafında
beslenme rejimlerinin olduğunu çok iyi biliyor ve çok iyi
anlatıyor. Bülent Şık’ın bu hafta Bianet’e yazdığı yazıya bir bakın isterseniz. Bir
de görsele bir peynir tabağı koymamışlar mı, insanı bitiriyor
gerçekten.
Dünyada peynir üzerine tat, peynir tabağı hazırlama üzerine
sanat tanımam. Yaşama sanatı. İnsanı Hayyam eder vallahi. Her ne
kadar Şık’ın yazısının peynirin hayatımıza kattığı hoşluklarla bir
ilgisi yoksa da arsızlık ve yolsuzluk gündeminin peynir üzerinden
ele alınması insanın havasını değiştiriyor. Şık şöyle açıklıyor bu
seçimini: “Peynirdeki sahtecilik önemsiz bir konu belki; ama
yolsuzluk ve ahlaksızlığı olağan kılan her konuyu mesele yapmak,
görünür kılmak gerektiğini düşünüyorum.”
Üstelik peynir hayattır bence. Yanında kuru kayısı, kuru incir,
çeri domates, nane yaprakları ve ceviz de varsa hele... Diyet
yapmaya çalışıyorum iki gündür biliyor musunuz? Dünya koca bir
peynir tabağı...
Beslenmeden söz açılmışken, dün birkaç posta börülce şokladım.
Sanırım beş paket oldu. Milaslı kayınvalidem sıcak suya atıp iki
çevir ve çıkar demişti. Sonra da soğumaya bırakacakmışım. Öyle
yaptım ama aslında bir türlü aklım yatmadı bu işe. Bunun neresi
şok? Asıl o fokurdayan sudan alıp buzun içine atmak ya da soğuk
suyun altına tutmak lazım. Şok dediğin öyle olur. Bülent Şık’a
ideal şoklama nasıl yapılmalı diye feysten soracaktım ama ayıp olur
diyerek vazgeçtim neyse ki.
Yazacak ve okunacak bir dolu şey var. Söz de, yazı da çok. Bir
tarafta koca bir dünya var. Her köşesinde yürek yangını dahil
yangınlar ve çaresiz insanlar. Diğer tarafta ise bitimsiz bir
betimleme çabası, yazılar, sözler... Fakat söz ve yazı betimlediği
şeyin içinde erimiyor nedense. Anlattığı şeyi bilmeye çalışan bir
erimeden söz ediyorum. Pek az yazıda var bu. Yazı ya da söz bir
tarafta duruyor, anlatılan şey öte tarafta. Biri diğerini
nesneleştiriyor, tüketiyor. Organik değil yazılar. Benim yazılarım
da değil. Ben zaten bir rüzgar esintisiyle yazıyorum, bir yere
yerleşip organikleşemeden sürüklenip başka bir yere gidiyor
yazdıklarım.
Bazı olaylar var mesela, yazılmasa da olur. Hatta çok daha iyi
olur. Fakat okuyucu ilgisi garantili olaylar bunlar. Bu yüzden de
bolca yazılıyor. Burada yazının nesneleşmesinden söz edebiliriz.
Öte tarafta da bazı yazılar var olayları ya da olguları
nesneleştiriyor. Kendi çevresine gömülü, önemsiz ve hiçbir şeye
işaret etmeyen, zıttırıbıttan bir olayı alıp memleket meselesine
dönüştüren yazılar. Sözün büyüsüne kapılmış yazılar. Bence gerek
yok. Yazı ya da söz böyle olmak zorunda değil. Dünyayı sallamak
veya vurdu mu oturtmak zorunda değil. Yazı ve söz “bilmek” içindir.
Bilmek de Crispin Sartwell’in dediği gibi, “arzu duyulan bir kimse
ya da bir şeyle iç içe geçmektir. Bilmek bir film seyretmekten çok
sevişmeye benzer.”
Yazının bilmekle ilişkisi oldukça incelmiş vaziyette. Bilmek
dediysem illaki ağır, teorik meselelerin etrafında dolaşan bir
bilmeden söz etmiyorum. Dünyadaki herhangi bir toz zerreciğiyle
bağlandığımız noktayı açığa çıkaran bir bilme. Crispin Sartwell’in
Yaşama Sanatı kitabını bilmekten yola çıkarak, böğürtlen reçelinin
rayihasına doğru ilerleyen bir bilme.
Kimileri de dünyaya ve gündelik hayata “ahlaki” herhangi bir
noktadan hiç bağlanamıyor zaten. Filistin direnişinin altın bukleli
kızı Ahed Tamimi’ye baktığında onu da görmüyor bu bakış. 10
yaşından bugüne her fırsatta polisin karşısına diktiği küçücük
bedenini görmüyor. Ona baktığında Filistin isyanının içinde erimiş
bir özdeşliği değil de, “Batılı” bir projeyi görüyor. Başını
örtmediğini ve esmer olmadığını görüyor. Blucin giydiğine
odaklanıyor. Evinin avlusuna zorla giren bir İsrail askerine attığı
tokat için 8 ay askeri cezaevinde hapis yatmış olması da kesmiyor
bu “proje” komploculuğunu.
Kendisini televizyon yapımcısı ve yazar olarak tanıtan bir kadın
(ki öyle), tivitırda şunları yazabiliyor: “Tıpkı bir ABD'li ve
İsrailli gibi giyinen Ahed Tamimi'ye hapishanede ne kadar da iyi
bakılmış öyle. İsrail hapishanelerinde onca Filistinli şehit
ediliyor, işkence sonucu akli dengelerini kaybediyorken, Ahed ne
kadar da kilo almış! İsrail, bir teşekkürü hak etmiyor mu sizce?!”
Soru işaretinin ardına da ünlem yerleştiriyor. Kötücül duygularını
daha daha net ifade edebilmek için sanırım. Arkadaş televizyoncu
ya, bir TV dizisi repliğiyle sesleneyim kendisine, “Bi saçmalamaz
mısın lütfen?”
Bunları yazmalı mıyız? Belki de hayır, yazmamalıyız. Sosyal
medya paylaşımlarının önemli bir kısmı da Ahed Tamimi’yi sımsıkı
kucaklıyor çünkü. Birçok kişi Yunanistan yangınını bizzat kendi
yangını olarak kavrıyor. Yaşama sanatı belki de hayatın ve
deneyimin bu kısmını daha çok görmektir. Birbirimizde kendimizi ve
tüm dünyayı tanımaktır.
Gündeliği kesintilerden ve fragmanlaşmadan korumaktır asıl olan.
Mevsimlerin gelip geçiciliğinden börülceleri korumak, taze
güzellikleri şoklayıp saklamaktır. Direniş biraz da budur
belki.
İçinde eridiğimiz ve içimizde eriyen çevreyi göremeyen, ne
uğruna direnecek ki zaten?