Gün geçmiyor ki ülkenin saygın bilim insanları sosyal medya üzerinden bir linç kampanyasına konu olmasın. Herkesin ilmini okumaksızın pandemideki “büyük oyunu” çözdüğü, gerçek bilgi kaynaklarıyla ilişkimizin marazi bir hal aldığı bir ülkede bu değerlerimizi savunmak, falanca kişi “yalnız değildir” hashtaglerinin ötesine geçmediği sürece, otomatik pilota bağlanan akıl-dışı söylemler, internetin bilgiyi hızlı tükettiği bir çağda dalga dalga büyüyor.
Doğruların nesnellik yerine bir takım duygu, önyargı ve motivasyonlarla belirlendiği hakikat-sonrası (post-truth) ortamında yanlış bilgi, doğrulanmış bilgiye göre katbekat hızlı yayılıyor; ilaç karşıtlığından aşı karşıtlığına dek tüm inkarcılık biçimleri geniş kalabalıkları mıknatıs gibi çekiyor. “Esasında hayatta iki şey vardır,” der Hipokrat, “Bilim ve bireysel düşünceler. İlki bilgiye yol açar, ikincisi cehalete”. Yani sorun artık sadece bilimsel üretim değil, bilimsel veriyi halka doğru iletişim stratejileri eşliğinde ulaştırmak halini aldı. Bunda da Türkiye özelinde hekimlere büyük rol düşüyor.
Oysa, bağrımıza basmamız gereken nice değerli bilim insanımız, tamamen anti-entelektüel düzeyde gelişen ve popüler kültürün belli başlı öğeleriyle desteklenen temelsiz argümanlar zinciri içerisinde, o günün günah keçisi ilan edilip, pandeminin tüm virüs yükü, yıllarını verdikleri kariyerlerine yükleniyor.
Yetmiyor, korona virüsü aşı olmaksızın dut pekmezi içinde tereyağı eriterek veya zencefil-zerdeçal-sarımsak kürüyle yenmeye çalışandan, “korona virüs Türklere bulaşmaz” diyenlere, hastalığı kapmak için insanların yüzüne öksürmesini isteyenlere, bilgiden çok ilgiye gereksinim duyanlara, tüm bilimsel verileri hiçe sayarak aşının kısırlık yaptığı konusundaki yalan yanlış bilgilere dek her şey ışık hızıyla yayılıyor.
Modern çağın birçok farklı alanında olduğu gibi tıpta da güncel bilimsel veriler ışığında etik ve gerçeklikten dayanak alan bilim insanlarının karşısında popülist ve oportünist görüşleri savunanlar, popülerlik uğruna halk sağlığını tehlikeye atmaktan kaçınmıyorlar.
Kalp yetersizliği olmasına rağmen yetersiz doz aşı yaptıran hastalarının durumu hakkında takipçilerini şeffaflık içinde bilgilendiren veya mRNA aşısı yapılan erkeklerde çift doz aşının ardında sperm sayısı ve kalitesinde artış belirlendiği konusunda halkı bilimsel grafiklerle aydınlatan hekimlerimiz aslında tıp bilimini fildişi kulesinden indirip bizlerin ilgi ve bilgisine sunuyorlar ve “Haydi Türkiye aşıya” diyorlar.
Tıbbı kendi ilgi alanlarının ötesine taşıyarak etki alanı yaratmaya çabalayan, “sorun yaratan” değil “sorun çözen” olma rolünü üstlenen tüm hekimlerimiz manipülasyon, uydurma, parodi haberler ve komplo teorileri karşısında bizleri ikna yarışına girmiş durumda. Bunun için de, bir yandan hastalarının hayatını kurtarırken, diğer yandan örneğin ülkelerde son altı ayda toplam ölümlerin artış oranı ve aşılama oranlarını grafiklerle paylaşıyorlar; tek doz aşılıların neden “aşısız” kabul edilmesi gerektiğini yoğun bakımlardaki yatış oranları üzerinden tane tane açıklıyorlar.
Bir ayda Türkiye’de korona virüs kaynaklı ölümlerde hafife alınmayacak bir artış olduğuna, bir yılda gripten ölen insan sayısının çok üzerinde bir rakamla karşı karşıya bulunduğumuza, üç günde neredeyse 800 vatandaşımızın öldüğüne dikkat çekiyorlar; salgının baskılanması için yetkililere telkinlerde bulunuyorlar. Hatta WhatsApp gibi kapalı platformlarda da yayılan yalan ve yanlış haberlerle, Dünya Sağlık Örgütü’nün infodemi dediği sorunla mücadele ediyorlar. Hem de şu veya bu aşı şirketinden para aldıkları yönünde karşılaştıkları tüm karalama kampanyalarına rağmen...
Söz konusu olan, birçok açıdan sosyolojinin babası kabul edilen Emile Durkheim’ın modern toplumlardaki “organik dayanışma” olarak adlandırdığı, toplumdaki iş bölümünün neticesinde uzmanlaşmış faaliyetler içerisinde olan bireylerin toplumdaki karşılıklı bağımlılıktan kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirmeleri, kolektif bir bilinç doğrultusunda birbirlerini yaşatmalarıdır.
İki yıldan uzun süredir hepimizi esir eden pandemi ve infodemi ortamında tıp ilmine dair elitist olmayan, hiyerarşisiz, tamamen dayanışmaya ve bilgi paylaşımına dayalı bir dünya yaratılmasında, bu organik dayanışmanın toplumun tüm katmanlarına yaygınlaştırılmasında, meslek etiğini içselleştirmiş, erdemli ve her şeyden önce iyi yürekli hekimlerimizin önemli bir rolü var.
Yıllardır gecelerini gündüzlerine katıp yaptıkları yurtiçi ve yurtdışı araştırmaların sonuçlarını herkes için anlaşılması olanaksız bir dilde aktarmak yerine, bilimin bizim dünyamıza inmesinde ve yaşantımızın kolonya-maske-mesafe üçlemesi dahilinde ayrılmaz bir parçası olan bu sorunsalın kendi bilgi ve öngörü birikimleriyle çözülmesinde, yel değirmenlerine karşı mücadele eden Don Kişot’lar oldular. Hatta vargücüyle ifade edilen “falanca hekim yalnız değildir” şeklindeki toplumsal desteğe rağmen, velev ki yalnız olsalar bile inandıklarından vazgeçmeyecekleri ortadayken...
Herkesin bilim insanı kesildiği, insan yaşamını birebir etkileyen bir konuda kakofoniyi ve kulağa hoş gelen ama boş sloganları yaygınlaştıran bir ortamda, sosyal medya üzerinden gelen yüzlerce soruyla da tek tek ilgilendiler; medya mensuplarının sorularına da net, açıklayıcı ve samimi yanıtlarla içimize su serptiler. Etrafımızda yaşananları birçok açıdan daha iyi çözümleyip canımızı nasıl koruyacağımıza dair yol çizdiler.
Bilim insanlarımız, pandeminin körüklediği mezenformasyon çağında, Parrhesia’yı (hakikati söylemek) yeni normal haline getirmek için çabaladılar; gayretlerine de tıbba olan tüm bağlılıklarıyla devam ediyorlar.
Antik Yunan’dan günümüze miras kalan Parrhesiastes hakikati söyleyen kişiyi tarif eder. Fransız feylesof Michel Foucault’ya göre, doğruyu söyleyen kişi sadece dürüstçe düşüncesini söylemekle kalmaz, aynı zamanda o şeyin doğru olduğunu bildiği için onu söylemeyi tercih eder. Bu kişi kendi çıkarını korumak yerine ahlaki sorumluluğunu yerine getirmeyi, sessiz kalmak yerine gerçekleri haykırmayı tercih eder. Çünkü anlatılan “hepimizin” hikayemizdir.
Pandemi döneminde bedeli ne olursa olsun hakikati söyleyen, bunu da üstenci bir bakış yerine, bizden biri olarak, bize kol kanat gererek yapan tüm bilim insanlarımıza bu vesileyle teşekkürü borç bilirim. Onların hakikat elçiliği sayesindedir ki yaşam umudumuz büyüyor ve hayat her geçen gün bilim ışığında akıyor. Stephen Hawking’e kulak verirsek, “yaşamın olduğu yerde, umut da vardır.”