Bu sayfada kendisini zaman zaman “paşaport” namıyla ağırladım. İçimden de “paşa limanı” diyordum. Ulaşamadığımız yer. Uzun uzun da söz edemiyordum tabii, sadece geçerken dokundurmakla yetiniyordum. Öyle ya, her şey bitmişti de bir pasaport derdimiz, bir seyahat özgürlüğümüz mü kalmıştı? Hayatlar gidiyordu sorgusuz sualsiz... Mahcubiyetten pasaportun sözünü bile edemiyorduk. Ama sonra işte her yaştan hayat, Ege’nin “ah almış” sularına, sırf pasaportsuzluktan da kayıp kayıp gitti...
Sadede gelelim. Yargı reformu paketinin yayımlanması sonucunda pasaportlara kavuşma imkanı doğunca, KHK’lerin paşaportsuz bıraktığı vatandaşlar da dilekçelerini yazmaya ve belgelerini hazırlamaya başladı.
İZMİR MARŞI RİTMİ İLE...
Ben de pasaportumun üzerindeki tahdit kaldırılsın diye dilekçe vermek üzere Ankara Valiliği Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüğüne doğru yola koyulduğumda kendimi neredeyse gerçek bir “vatandaş” gibi hissediyordum. Minibüs, metro ve sonra da yaklaşık 1.3 kilometrelik bir yürüyüşle vatandaş hissetme mahalline vardım. Önce evden minibüse, sonra da metro girişinden trene kadar olan mesafeyi de kaydettiğinden, cep telefonumdaki aylak adımları sayma aplikasyonu 2.2 kilometreyi göstermişti bile. Hızla hesabımı yaptım. Dönüş yolunu ve uğrayacağım yerleri de düşününce rahatı rahatına 6 kilometrelik bir yürüyüşü bugün de cepte bilebilirdim. Keyfim yerindeydi. Ne kadar uzun yürürsek o kadar iyiydi...
İçimden, “Pasaport İzmir’de bir semt adı değildir, değildir...” diye diye, İzmir Marşı'ndan esinle bir ritim tutturmuştum. Akköprü metro istasyonu çıkışındaki kestane kebapçının verdiği yol tarifinin Google haritalardan da sağlamasını yaparak yola koyuldum. Trende kulak misafiri olduğum iki genç kızın konuşmasını düşünüyordum bir yandan. “Çorum çok küçük bir şehirdir” diyordu blucinli olanı. “Orada asla kaybolmazsın.” “Sever misin Çorum’u” diye soran arkadaşına, “Severim. Yaşadığım yerlere alışırım. Alıştığım yerleri de severim” diyordu. Bu kadar net. Bu sene üniversiteye Ankara’ya gelmiş. Ankara’da da hiç kaybolmamış. Çocukken böbrek hastasıymış ve sık sık Dr. Sami Ulus Çocuk Hastanesi'ne giderlermiş. Bu yüzden zaten bilirmiş Ankara’yı. Yanındaki dupduru güzel yüzlü başörtülü arkadaşı, “Ankara’da da hiç kaybolunmaz ki zaten. Bütün yollar Kızılay’a çıkar” diyerek konuşmanın ferahlığına net bir katkı koymuştu. Kaybolmamak mühim mesele. Allah herkesi esirgesin. Ne diyeyim... Bir zamandır içten içe kendimi “kayıp” gibi hissettiğim de çok oluyor.
Söz konusu vatandaşlık işleri binası önüne “pasaportumuzu verin” temalı küçük bir eylem koymak üzere vekillerimizlen beraber gitmişliğim vardı. Fakat o gün bina önüne zeplinle inmeyi tercih etmiş olacağım ki, şimdi geçmekte olduğum yerleri hiç mi hiç hatırlamıyordum. Tarif üzerine, üst geçitten geçip Beypazarı Caddesi’ne dönünce Ankara’da değil de başka bir şehirdeymişim gibi garip bir duygu içimi şöyle bir dolanıp geçti. Neşe veren bir duygu. Ağaçlı, sakin, güzel bir cadde. Saçmasapan mimarileri ve Fransız balkonlarıyla yeni binalar bile hoşluğunu bozamamış. Bir binanın giriş katının pencere önlerini, “vatandaş”ın biri şapşahane kırmızı çiçeklerle donatmış. Çok güzeldi... Lütfen pencere önlerini ve balkonlarınızı çiçeklerle donatın. Hepimize iyi gelecek. Size söz veriyorum.
Sadık okuyucularım (ki en az dört kişi olduklarını tahmin ediyorum) hatırlayacaktır. İki yıl kadar evvel OHAL İnceleme Komisyonu’nu kürk mantomlan ziyaret edip sonra da kaleyi tırmandığım günlerde, havalı olmaya çalışıyorduysam da epeyce hüzünlü ve güvensizdim. Bugün ise öyle mi ya, paşa limanına doğru emin adımlarla ilerliyordum işte. Birazdan o ilk adımı atacaktım. Sanki on beş günde bir yurt dışına çıkarmışım da şimdi çıkamıyormuşum gibi içimi ezik ezik ezikleyen pasaportsuzluğa bir son verecektim. Elimde gerekçeli beraat kararım, elimde kesinleşme şerhi. Elimde dilekçem... Çıkmışım bir dalgadan, vurmuşum sokaklara / Sokakta tank paleti / Sokakta düdük sesi / Sarı sarı yapraklarla dallarda / İnsan iskeletleri... Pardon ya, daldım gittim yine. Nereden nereye? Kelimelerin ritminin peşi sıra sürüklenmemek lazım böyle. Kaybolmamak önemli.
KAPI DİPLERİNDEKİ İBİŞLERİ SAYACAK DEĞİLDİM
Tamam tamam, olayları Ankara Ortabatı Adliyesindeki toz bulutlarından başlayıp kraliçenin cenaze provasından geçerek yazacak değilim. Bu minval bir şeyler evvelce yazmıştım zaten. Bugün tüm referanslarım kendime gitsin. Boşuna mı yazıp duruyoruz. Kolayına buhar ettirmem ben o anıları... Dünya kraliyet ailelerini epeycene ihmal ettim bu aralar zaten, kraliçeleri ve prensesleri hakeza. Oysa gerçekten içimde derin bir yangın var. Saraylara filan biraz açılabilseydim iyiydi. Fakat “Yetti Gari” eylemleri dünyayı kasıp kavururken saraylarda dolaşıp, prenseslerin yüzlerindeki çilleri ve kapı diplerine tünemiş ibişleri sayacak değildim. Başka zaman...
Sokaklardan usul usul geçtim. Kafkaesk vatandaşlık binasına girdim. Allah’ım bu bahçede bu kameriyeler hep var mıydı?
Kimlik kartının fotokopisini çıkarmak ve dilekçe ekindeki belgelere onu da eklemek gerekiyormuş. Çektirdim tabii. Tahdit bürosu olarak tarif edilen odaya girdim. “Buraya değil, kantinin yanındaki genel evraka vereceksiniz dilekçenizi” dediler. Bürokrasi asla bir kerede ondurmaz, bir kerede de öldürmez. Süründürür... Asansör kullanmak yerine labirenti dolaşarak indim aşağı. Orada da, “Ama o tahdit odasında ‘havale’ yazdıracaktınız” dediler. Gerisin geri oraya doğru çıkarken söz konusu büronun tatlı kadın elemanlarıyla koridorda karşılaştım. Ayaküstü “havale” notunu yazıverdi biri, sağ olsun. Heyhat ki genel evraka gittiğimde az evvel çektirdiğim kimliğin fotokopisi elimdeki evrak demetinden buhar olup uçmuştu. Bu kadarı artık çok fazlaydı. O saate kadar tam dört kez “vebalı” gibi “KHK’lı” tanımı kullanılmıştı hakkımda (ve tabii gözümün önünde, kulağımın dibinde). En nefret ettiğim şey oldu tabii, durup dururken gözlerim doldu... “Bulursunuz merak etmeyin” diye seslendiler arkamdan.
Kopyayı düşürmüş olabileceğim yerleri kontrol ede ede fotokopi birimine vardım. Hayır yeni bir kopya daha çektirmek değil, ortaya saçılıp “kaybolan kimliğimi” derhal bulmak istiyordum. Böyle kaybolamazdı(m). Kantinin oralardaki bir eleman ne aradığımı anlayınca, “onu yerde buldum ben, giriş kapısının camına yapıştırdım” dedi. Koştur koştur giriş kapısı... Yine heyhat, kimliğimin olması gereken yerde yeller esiyor. Gidip adamı da alıp getirdim, “Nereye yapıştırdın kimliğimi, göster” dedim. Yerinde artık yeller estiğini o da kabul etti. Bedbaht bir biçimde kayıp kimlik kopyamın izini sürmeyi bırakıp fotokopi birimine döndüm. Bir kopya daha aldım. Dilekçe ekinde verilmesi gereken yere götürdüm. Oradakiler de kimlik kopyamı bulamamış olmama esef edip derin bir üzüntüyle yüzüme bakınca, demek ki mühim bir hadise var burada diye düşündüm. İşim artık bittiği halde ayrılamadım vatandaşlık binasından.
'SENDİN O, TANIDIM SENİ...'
O binayı kayıp kimliğini (kopyasını) bulmuş bir “vatandaş” olmadan evvel asla terk etmeyecektim. Yaşar Kemal’in iz sürücüleri gibi en baştan aldım. Bahçedeki kasımpatıların arasına baktım, yan yatmış çiçeklerin altını yokladım. Krizantemlerde kimlik krizime çare aradım. Bahçede, çok emin olamamakla birlikte, ıspanaklar arasına gizlenmeyi başararak yüzlerce insanı hasta ettiği anlaşılan güzelavrat otuna bile rastladığımı sandım. Fakat bizzat kendi kimliğime rastlayamadım. En nihayet danışmaya giderek kayıp bir kimlik kopyası getiren oldu mu acaba diye umutsuzca sordum. Bir uçtan diğer uca bir şeyler biliyormuş gibi seslendi danışmadaki ufarak adam! “Kimlik kopyası mı bulduydun sen?” Öte uçtaki bankonun ardında oturan adam başını kaldırdı ve eliyle “Gel, gel” dedi bana. Bir oğlum olmasa da bu adam kesin olarak oğlum yaşındaydı. O yüzden de böyle eliyle “Gel” yapınca, “vatandaşmışım” gibi değilse de “gençmişim” gibi hissettim. Yüzüme baktı. “Buldum onu ben, cama yapıştırmışlar. Vatandaşın kimliği camda sergilenir mi? Aldım oradan danışmaya sordum. Sonra sahibi çıkmayınca da yırtıp attım.” Gözümdeki kuşkuyu görünce, “Sendin o, tanıdım seni. Senin fotoğrafın vardı üzerinde. Yırttım attım, merak etme” dedi.
İş fena halde ciddileşmişti. “Nereye attın?” diye sordum. Ayak ucundaki çöp sepetini gösterdi. “Sendin, yırtıp attım” dedi tekrar. Eğilip baktım. Çöp kutusu neredeyse boştu. Oraya atılmamıştım. Orada bana benzeyen hiçbir şey yoktu. Bu sefer danışma bankosunun oradaki kağıt çöpünü işaret etti. “Oradadır o zaman” dedi. Oraya doğru seğirttim. Eğilip baktığımda hoyrat bir elle kimliğinden yırtarak ayrılmış kendi yüzümle karşılaştım. Olmayan oğlumun olduğu yaşlardaki fotoğrafım mütebessim bana bakıyordu. Bu kimliğin bir an evvel değişmesi, fotoğrafın yenilenmesi gerekiyordu. Aslında o işi de bu grotesk binada yapıyorlarmış. Bir ucundan ona da başlayayım dedim. Fakat “vatandaşlık” ofisinde ikinci bir kez kaybolmayı göze alabileceğimi hiç sanmıyordum. Vazgeçtim ve çıkışı aradım. “Vazgeçmeyin ve çıkışı arayın” dedim kendi kendime aynı esnada.
Her zaman ama her zaman bir çıkış vardır bebeyim. Yeter ki kendi çıkış yolumuza bizzat kendimiz dikilmeyelim... Paşaportumuzdan da paşa gönlümüzün gezdireceği limanlardan da vazgeçmeyelim. Zira pasaport sadece İzmir’de bir semt adı değildir...