Paslı büyük bir ot makası
Kimin acısının, kimin travmasının, kimin yarasının daha büyük olduğunu hangi tartıyla ölçebilirsiniz? Her biri soykırımın sonucu olan türlü Ermenilik hallerinin hangilerinin makbul, hangilerinin gayrimakbul olduğuna nasıl karar verebilir, birilerinin üzerini karalama hakkını kendinizde nasıl bulabilirsiniz?
Rober Koptaş*
Kemal Tahir’in dostu ve tilmizi Kirkor Ceyhan, o adı güzel kendi güzel kitabı Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize’deki “Küpçü Hoca” öyküsünde, babası Simon’un, namı diğer Sığı Usta’nın ağzından, 1915’te Zara’nın Ermeni ahalisinin, onları tehcir yoluna, dolayısıyla ölüme göndermeye kıyamayan Osmanlı subayı Yahya Binbaşı’nın (Şam vilayetinden bir Arap’tır) bulduğu çareyle, toptan Müslüman olup hayatta kalmalarının hikâyesini, herhalde hem öykü yayımlandığında fincancı katırlarını ürkütüp o yaşında bir de mahpusluk çekmesin diye, hem belki de travmayla başa çıkmanın bir yolu olarak, tatlı tatlı, okuyanı sürekli tebessüm ettirecek şekilde anlatır. Yahya Binbaşı, Zara’nın batı ucuna inşa edilecek askeri kışla ve lojmanların yapımı sırasında “sadıkâne ve mahirâne” çalışmalarına tanık olup kanının kaynadığı zanaatkârların, yani Zaralı Ermenilerin katledilmelerini engelleyebilmek için onlara Müslüman olmalarını teklif eder ve bu konuda kendilerine yardımcı olacağını söyler. Vakit dardır ve karar vermek için sadece bir gece vardır. Bir hüküm gecesi. Ceyhanyanların evinde, doluya koydum almadı boşa koydum olmadı misali kara kara düşünülen birkaç saatten sonra, aklın yolu bir denilir ve hanecek İsa’ya edilen son bir duanın ardından (“Anam her kelimede ağlıyor, her cümlede yere eğiliyor, elini yerden harmanlayarak öyle bir haç çıkarıyor ki, ömrü sonuna kadar artık çıkarmasa da o boşluğu doldurur…”) Müslüman olma kararı alınır. Böylece, anne Manuş Hatun’un adı, sevip hürmet ettiği rahmetli komşusunun adından mülhem, Şahiban’a döner, evladı Simon’unki ise İbrahim’e. Simon-İbrahim, herkesin din değiştirmek konusunda nihai kararını bildireceği toplanma yerine gittiğinde, eski Ermeni Hıristiyan, şimdi müstakbel Müslüman Türklerden kiminin Hurşit, kiminin Hıdır, kiminin Musa adını almaya karar verdiğini görür. Ancak iş burada kalmaz, İslam’la müşerref olmak o kadar kolay, Müslümanlığın şartı da bir değildir. Birkaç gün sonra “evvelemirde Sünnet-i Şerif” denir, kesip biçme işi de, elbette benim çocukluğumun meşhur Fenni Sünnetçi Sunullah’ına değil, “katır tavlasında baytar yamaklığı yapan pos bıyıklı kart bir Arnavut’a” devredilir. “Arnavut işinin ehli”dir, zira “atları iğdiş ede ede tam pişmiş”tir! Nihayet, “törpüsüz, dağda büyümüş Arnavut, paslı büyük bir ot makası ile hücum” eder. Makasın her yeri gevşemiştir, birden hop diye kesemez, ama Arnavut “zekerini tam dibinden yakaladı mı, daha nefes almana imkân yok”tur. Arnavut çabalar, “o yana bu yana geve geve” koca kasabanın Ermeni erkeklerinin “iş”ini bitirir. Simon-İbrahim, daha doğrusu onun oğlu Kirkor Ceyhan, “boğa olsa dayanmazdı” diye bağlar babasının başına geleni neredeyse zevk alırcasına “geve geve” anlattığı bu dehşetli pasajı.
Birkaç gündür Twitter’da, gazeteci Sibel Yükler’in, soykırım sırasında dinleri ve adları değiştirilen ve o süreçte ve sonrasında kim bilir ne zulümlere maruz kalan Ermeni ninelerin hikâyesini işlediği bir öyküsü vesilesiyle başlayan tartışma, bana başka tonla şeyin yanı sıra, yukarıdaki hikâyeyi de anımsattı. Bu öykü vesilesiyle, Yükler’in Ermeni bir nineye sahip olsa bile, adlı adınca Ermeni bir ailede yetişmediği için ömrü boyunca Ermenilerin Türkiye’de maruz kaldığı muamelelerden nasibini almadığı varsayımıyla, “bir Ermeni olarak” konuşmasının doğru olmadığı, Ermeni kimliğini kullanarak prim yapmaya çalıştığı ileri sürüldü. Meseleye buradan yaklaşanlar arasında başı çekenler kimi Ermeniler olduğu için, Sibel Yükler veya onun şahsında Müslümanlaştırılmış Ermeni ailelerden gelen başkalarının Ermenilikle ilişkisi sorgulandı, onların bu kimliği kendi yararlarına kullanıp kullanmadığı yönünde bir şüphe, en azından tartışmayı takip eden bazılarının nezdinde oluştu.
Öncelikle, Sibel’in çok değer verdiğim bir arkadaşım olduğunu söylemeliyim. Hikâyelerimiz birkaç kırılgan noktada birbirine teyelli, dolayısıyla, yakınlığımız, onu savunmak için bir yazı yazmama engel. Zaten buna ihtiyacı da yok, gerekenleri kendisi söyledi, daha gerekirse de söyleyecektir. Sadece, Sibel’in ailesinin ve yayasının, yani ninesinin hikâyesiyle kurduğu bağı bilen biri olarak, onu Ermeni kimliğini kullanmakla suçlamanın, eğer saf kötülük güdülerinden ileri gelmiyorsa, en hafif tabirle insafsızlık olduğunu düşündüğümü belirteyim. Bunu söylemekten utanıyorum ama, genç bir feminist kadın, Kürt ve muhalif basın gelenekleri içinden yetişmiş bir gazeteci olarak Sibel’in kimilerine yetersiz, yeterince “hak edilmemiş” gelen Ermeniliğinin, o diyelim ki bir gün gözaltılara, tutukluluklara düşerse -“o tür” gazetecilik yapan biri için bu ihtimalin daima yakın olduğuna şüphe edenimiz yoktur herhalde- devlet şiddetinin tetikçilerine pekâlâ yeterli görüneceğini, ona pis gülüşler eşliğinde fazladan kötü muameleden başka bir “prim” getirmeyeceğini de hatırlatayım.
Tartışmanın “davacı” tarafında olanların başka konularda ne düşündüğünü bilmiyorum ve emin olun, bunu, onları tanımıyorum, onlar da kim oluyor tonunda söylemiyorum. Aksine, türlü meselelerde nerede durduğunu bilmediğim birileri hakkında tek bir tartışmadaki pozisyonlarından yola çıkarak toptancı bir değerlendirmede bulunmaktan ar ederim. Ayrıca, bu polemiğin, aylardır son derece şiddetli bir şekilde seyreden TERF tartışmasının bir yan cephesi haline geldiğini de, alttan alta oradaki pozisyonların berkitilmesi için ısıtıldığını da görebiliyorum, ancak meselenin o tartışmayla uzaktan yakından ilgisinin olmadığını düşündüğümden, o zemine dair bir şey söylemeyeceğim. Tartışma sırasında sosyal medyada taraflardan birine şiddet ve hakaret sözleri savuran kadın ve Ermeni düşmanı hesapları ve onların nefret söylemlerini ise kınıyorum.
Meseleyi kişisel düzlemde tartışmanın anlamı yok, çünkü arkaplan her şeyiyle tarihsel, toplumsal ve siyasi. Dolayısıyla ben de burada, öncelikle Müslümanlaştırılmış Ermenilerle, bu meselenin türlü boyutlarıyla ama ondan da çok, Türkiyeli Ermenilerin, yani, Müslümanlaştırılmış ailelerden gelmeyen “Ermeni Ermeniler”in hiç de azımsanamayacak bir kısmının sahip olduğunu düşündüğüm, Müslümanlaştırılmış Ermenilerle sınırlı kalmayan, aşağı ve hor gördükleri başka gruplardan Ermenilere de yönelebilen, ırkçı bir hijyenizmle içli dışlı, kültür ve sınıf tahakkümcü tutumları didikleyeceğim aklım erdiğince. Tekrarlıyorum, Twitter’daki tartışmanın tarafı olan Ermeniler öyledir demiyorum, tanımıyorum onları çünkü; ancak bu mesele etrafında yazıp çizdiklerinin altındaki kimi ara ve arka tonları duyabiliyorum. Duyabiliyorum, çünkü oradan geliyorum ve evim hâlâ orada -ve insanın her şeyden önce kendi kimliğiyle, kimlikleriyle yüzleşmesi, kendi evinin önünü süpürmesi, bu hesaplaşmayı asla bırakmaması gerektiğine inanıyorum.
1915’te Ermeniler şiddetin her türlüsüne maruz kaldılar. Cinayet, göç ettirme, malından mülkünden etme, tecavüz, işkence. Hepsi toplu, hepsi kitlesel… Hepsi sonradan, 1948’de Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde Soykırım suçunun unsurları arasında sıralanacak olan fiiller. Kimi durumlarda insanlar din değiştirmeye zorlandılar, kimi zaman ise, Zaralılar örneğinde olduğu gibi, hayatta kalmanın tek yolu din değiştirip Müslüman olmaktı. Çocuk yaşta alıkonulanlar, yolda belde bırakılanlar, anne babalarını bile bilmeyenler vardı ve onların hiçbir şeyi seçme şansı yoktu. Din değiştirme, daha doğrusu değiştirtme, soykırımdan çok önce de bir taraf için şiddet, diğer taraf içinse bir hayatta kalma pratiğiydi. Örneğin Abdülhamit dönemindeki 1894-96 katliamlarında da başvurulan bir yöntemdi zorla Müslümanlaştırma. Müslüman olun, canınız kurtulsun, bu kadar basit. Bir yazı için, İstanbul’da yayımlanan Ermenice Jamanak Hantes Hayrenanver gazetesinin koleksiyonunu karıştırırken, 1863’te Muş’tan Patrikhane’ye bir mektup gönderen köylülerin, Müslüman komşularının taciz ve saldırılarından bıktıklarını (kız çocukları ve kadınlar kaçırılmakta, sürüler gasp edilmekte, erkekler şiddet görmektedir), Patrikhane devlet nezdinde girişimde bulunup buna bir son verilmesini sağlamazsa, iki yüz hane toplu halde Müslüman olacaklarını yazdıklarını okumuş, epey şaşırmıştım. Şaşıracak bir şey yoktu aslında, Anadolulu Hıristiyanlar, çok önceki tarihlerde, bilhassa 16'ncı ve 17'nci yüzyıllarda da Müslümanlığa geçmişti, yine can, yine mal, yine “namus” derdiyle. Siz hâlâ, bugünkü Türklerin atalarının tamamının Orta Asya’dan göç ettiğine mi inanıyorsunuz yoksa?
Yakın tarihlerde ise, Müslümanlaştırılmış Ermeniler meselesine ilk dikkat çeken Hrant Dink oldu. Agos’un kurulduğu 1996’dan 2007’de katledilmesine dek, her nereden Müslümanlaştırılmış Ermenilere dair bir ses duysa, gazetesi Agos’un sayfalarını o sese açtı Hrant Dink, çünkü kendisinin söylemeyi çok sevdiği gibi, yerin altındaki definelerle değil yerin üstündeki hazinelerle, insanlarla ve onların hikâyeleriyle ilgilenmek gerekiyordu ve Ermeni namına ne varsa silinip süpürülmüş Anadolu’da, Müslümanlaştırılmış Ermeniler, inkâr edilen bir tarihsel gerçeğin en vurucu boyutlarından birini faş ettiği gibi, aynı zamanda, soykırımcı iradeye karşı bir direnişi ve yeni bir yaşam yeşertme umudunu simgeliyordu. Hakkındaki cinai kampanyanın başlangıç noktasının Sabiha Gökçen’in Ermeni kökleriyle ilgili haberi olması tesadüf değildi şüphesiz ve sorunun etrafı mayınla çevrili bir alanın tam ortasında yer aldığını gösteriyordu. Fethiye Çetin’in Palu’nun Habab köyünde doğup ölümden kurtulmuş anneannesi İsguhi’nin, Müslüman adıyla Seher’in hikâyesini anlattığı Anneannem kitabı ise, konunun toplumsal bilince çıkmasında ve benzer hikâyelerin taşıyıcısı olan insanlara cesaret vermekte öncü oldu. Ardından, bu öncülüğün meyvesi olarak, Çetin’in Ayşe Gül Altınay’la hazırladığı ve Türkiye’nin dört bir yanından Müslümanlaştırılmış Ermenilerin torunlarının konuştuğu Torunlar kitabı ve Hrant Dink Vakfı’nın 2013’te düzenlediği Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı ile orada verilen tebliğlerin bir araya getirildiği kitap geldi. İnkâr, sessizlik ve korkuyla örülmüş o kalın duvarda giderek genişleyen bir çatlak oluşuyordu.
Son yirmi yılda, çok sayıda insan, ninesinin, dedesinin, ailedeki bir başka büyüğün aslen Ermeni olduğunu dile getirmeye başladı. Ama en çok anneanneler, babaanneler, nineler, yani kadınlar. Önce kısık, sonra biraz daha yüksek sesle. Daha fazlasını yaşayanlar ve söyleyenler, kendi hayatında Ermeni kimliğini gizli gizli veya açık açık taşımayı tercih edenler de oldu. Sonradan vaftiz olup Miran Pırgiç adını alan inatçı ve sebatkâr -epeyce de deli- bir adamın öncülüğünde Dersim Ermenileri Derneği kuruldu misal; Diyarbakır’da Surp Giragos Kilisesi’nin restore edilmesiyle kilise çevresinde yoktan bir hayat filiz vermeye, Ermenice kurslar düzenlenmeye başladı – ve maalesef birkaç yıl sonra Sur’un gaddarca yerle bir edilmesiyle o hayat bir kez daha yok edildi. Daha önce ihtimal dahilinde olmayan mayalanmalardı bunlar. Yirmi beş yıldır, mesleğim gereği bulunduğum Aras’ta ve Agos’ta pek çok Müslümanlaştırılmış Ermeni’nin hikâyesiyle temas ettim. Bu insanlardan bazıları yakın arkadaşım oldu. Almanya’dan Jasmin, Diyarbakır’dan Fırat, Abdürrahim ve başkaları, Elazığ’dan Murat, İstanbul’dan Aslı, Neval, Özge, Ankara’dan Sibel ve daha niceleri. Onlar ve onlar gibilerin yarım yamalak hikâyeleri, şahsen benim için, geçmişteki şiddete ve sonrasındaki yokluğa inat, dostluk ve dayanışmayla direndiğimiz mevziler oldu. Unutuluşa ve susturuluşa karşı, onların aile tarihlerinden tırnakla kazıya kazıya koparıp ulaşabildikleri her yeni bilgi hazine değerindeydi ve sanki katledilenlerin ruhlarına huzur, katledenlerin ruhuna ise ağırlık veriyordu.
İstanbul’da yerleşik Ermeni toplumunun bir kısmı Müslümanlaştırılmış Ermenilerle ilgili olarak Hrant Dink’in çizgisine paralel düşünse de, bir kesim onları büyük bir şüpheyle karşıladı. Böyledir, her toplumda olduğu gibi Ermeniler arasında da zenofobiyi çağrıştıran duygular ve refleksler işler. Büyük çoğunluğu Anadolu göçmeni olan İstanbullu Ermenilerde de, hâlâ taşrada olanlara veya kendilerinden daha geç tarihlerde İstanbul’a göçenlere, Anadolu’nun zorlu şartlarında Ermeniceyi unutup Türkçe veya Kürtçe konuşanlara, Türkçeyi veya Ermeniceyi şiveli konuşanlara karşı önyargılar vardır. Sadece Müslümanlaştırılmış Ermeniler değil, Sinoplu, Kastamonulu, Sasonlu Ermeniler de -ve hatta Ermenistanlı Ermeniler bile- artık çoktan İstanbul’a yerleşmiş olsalar dahi, bu hislerden nasibini alır, hor görülür. (Kendisi İstanbul’da doğsa da ailesi Kastamonulu olan annem, o aşağılama canını nasıl yaktıysa, aynı muameleyi biz de görürüz kaygısıyla, bana ve ağabeyime uzun yıllar kendi ailesinin de tıpkı babamın ailesi gibi Sivas’tan geldiğini söyledi mesela; artık Sivas’ın Kastamonu’ya göre ne üstünlüğü varsa!)
Kültürel, sınıfsal, dilsel tahakküme dayalı tipik bir Beyaz tavrıdır bu. Genellikle içine kapalı yaşayan, dışarıdan gelecek etkilere karşı had safhada duyarlı Ermeni toplumu her an ve her saniye Ermeniliğinize not verir gibidir. Bu puanlama tamamen dışsal gibi görünen kriterler üzerinden işler. Giyim kuşam, görgü, konuşma, hal ve tavır. Ancak bununla sınırlı değildir, daha politik bir zemini de vardır. Farklı davrananların, cemaatin genel geçer yargılarının sınırlarını aşanların veya onunla oynayanların, cemaatin makbul görünen siyasal pozisyonlarının dışında söz ve söylem geliştirenlerin üzeri hemen çizilir. Sizi Kürtleşmiş, sizi Türkleşmiş, sizi yoldan çıkmış görürler, gösterirler. Onlara göre Ermeni Batılıdır, kültür sahibidir, medenidir; güzel konuşur, “gusto”su vardır, oturup kalkmasını bilir; diğerleri ise bunların zıddını temsil eder. Bu kriterleri taşıyın, bu amentüye eyvallah deyin de ne yaparsanız yapın. Bu yüzden kilisenin içinden çıkıp her türlü etik değeri ayaklar altına alan yozlaşmış bir başepiskoposun on yıl boyunca patriklik makamını gasp etmesine ses çıkarılmaz –yeter ki dışarıdan bir aday gelip patrik olmasındır; bu yüzden iktidarla kol kola girip soykırımı inkârın ateşine odun atan vakıf başkanı tefecilere sen de kim oluyorsun denmez –yeter ki başımıza bir şey gelmesindir; bu yüzden Ermeni adını affedersiniz demeden ağza almayan reisin partisinde yükselen çanak yalayıcılara iki kelam edilmez –gün gelir işimizi görürdür; bu yüzden 1500 senelik Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılmasında bir mahzur olmadığını söyleyen patriğe itiraz edilmez –ne yapsın, mecburdur. Buna karşın, misal Sasonluysanız Ermeniliğinizi ve amentüye biadınızı defaten ispat etmeniz gerekir; Sinoplu-Kastamonuluysanız Poşa, yani Çingenesinizdir, ancak amentünün sularında defalarca yıkanıp pirüpak olursanız içeri kabul edilirsiniz, o da lütfen; siyasi olarak muhalifseniz yıkıcı anarşistlersinizdir ve nihayetinde Müslümanlaştırılmış bir Ermeni aileden gelip Ermeniliğinizi, ailenizin paramparça olmuş hikayesini derleyip toparlamaya çalışıyorsanız siz kim oluyorsunuzdur da kendinizi Ermeni sayıyorsunuzdur. Bu insanların bütün bu hor görülen gruplar karşısındaki tavrını simgeleyecek bir görüntü olarak aklıma, kötü bir koku karşısında baş ve işaret parmağıyla burnunu kapatan bir insanın imgesi düşüyor. Irkçılığın en net gösterenlerinden biridir bu, iyi biliriz: Kimi yerde siyahlar, kimi yerde Araplar, kimi yerde Kürtler, kimi yerde fakirler kötü kokarlar!
Yüzyıllar boyunca, ama özellikle Soykırım’dan bugüne geçen yüz beş yılda, her türlü baskı ve şiddet karşısında kendini korumak için kendi üzerine kapanan, göreli bir huzuru ancak kapalı kapılar ardında, sesini fazla çıkarmadan, görünmez olarak yaşamakta bulan küçük bir topluluğun, yani Türkiyeli Ermenilerin dışarıdan gelene karşı bir şüphe geliştirmesi, büsbütün yok olmamak adına kaygılı bir tutum geliştirmesi anlaşılabilir şüphesiz. Bu ruh halini yakından biliyor ve anlıyorum. Ancak iş kimin Ermeni olarak adlandırılabileceğine vardığında ortaya bir güç ilişkisi ve doğal olarak bazı haksızlıklar çıkıyor. Buna sessiz kalmaksa, haksızlıkları onaylamak anlamına geliyor. Kimlikler, doğaları gereği hareketlidirler, değişip dönüşürler. Ermeniliği hangi sabitlerle tanımlayabilirsiniz? Misal Hıristiyanlığı Ermeniliğin tek belirleyeni yaparsanız, tam da soykırımcı iradeye hizmet etmiş olmaz mısınız? Onlar da Müslümanlaşmaya zorladıkları Ermenilerin Ermeni –dolayısıyla tehlikeli!– olmayacağı fikrinden hareketle din değiştirtmeyi bir araç olarak kullandılar. Müslümanlaştırılmış Ermenilerin kendi Ermeniliği, kendi öz deneyimi adına bir söz kuramayacağını savunmak, o kişinin yüz yıl önceki büyüklerine, evet yayalarına, kırılan giden akrabalarına haksızlık değil mi en çok? Ermeniliği salt dil üzerinden tanımlayacaksanız örneğin, yine Soykırımcı iradenin o dili ve başka dilleri bu topraklardan sildiğini, birilerinin Ermeniceyi konuşamıyor olmasının o politikanın doğrudan sonucu olduğunu unutmuş olmuyor musunuz? Deniyor ki, biz Türkiye’de Ermeni olarak var olmanın tüm zorluklarını yaşar ve zorluklar karşısında korkup sesimizi çıkaramazken, o kimliğin yükünü taşımamış birilerinin uluorta Ermeni kimliğiyle konuşmaları kendilerine avantaj sağlıyor, çünkü onlar kalabalık içinde kolayca yok olabilirken biz Ermeni olarak daima şiddete maruz haldeyiz ve bu fark bizi rahatsız ediyor. Peki siz, Sivas’ta, Tokat’ta, Kahta’da ya da Diyarbakır’da, Müslümanlaştırılmış bir Ermeni olarak yaşamanın zorluklarını biliyor musunuz? Sokakta yolunuz gâvur diye, fılle diye, Ermeni diye kesilip taşlandınız mı? Çocuğunuz sokakta Ermeni “dönmesi” olduğu için akranlarının zorbalığına maruz kaldı, yere haç çizip üzerine tükürmesi istendi mi? Bunların hepsini geçtim, siz hiç sizi çıldırtan sağır bir sessizliğin, ailenizin hikâyesinin ucunu bir türlü yakalayamamanın, geçmişinizin üzerinin itinayla örtülmesinin ve o örtünün bir türlü kaldırılmamasının, sebebini bilmediğiniz, sizi boğan ve çıldırtan o yokluğun acısını yaşadınız mı? Ailenizin bir tarafının katledilmiş, muhtemelen tecavüze uğramış bir soykırım kurbanı, bir tarafının muhtemelen fail olduğu gerçeğiyle tam ortadan ikiye bölündünüz mü? Kimin acısının, kimin travmasının, kimin yarasının daha büyük olduğunu hangi tartıyla ölçebilirsiniz? Her biri soykırımın sonucu olan türlü Ermenilik hallerinin hangilerinin makbul, hangilerinin gayrimakbul olduğuna nasıl karar verebilir, birilerinin üzerini karalama hakkını kendinizde nasıl bulabilirsiniz?
Düşünelim. Ermeniliği ya da başka bir kimliği bir kere ölçüye vurmaya başladığınızda işler nereye varır? Kimine göre Ermeni dediğin eşcinsel olmaz mesela; değil mi, var böyle düşünenler. Bir başkası Türkçe konuşan veya Türkçe müzik dinleyen bir Ermeni’yi hain olarak görürken, bir diğeri Türk bir arkadaşı olanla selam sabahı kesebilir. Hatta bir başka Ermeni, Türkiye’de yaşayan Ermenilerin Türkleşmiş olduğunu, zaten atalarının da 1915’te soykırımcılarla işbirliği yaptığı için hayatta kaldığına inanabilir –bunu diyen bir yazı okudum vaktinde. Oysa tüm bu dışlanan özellikler –eğer böyle toptan bir gerçeklikten söz edilebilirse– Ermeni realitesinin, daha doğrusu realitelerinin parçasıdır. Eşcinsel Ermeniler vardır, Ermenice bilmeyen ya da az bilen Ermeniler vardır, en yakın arkadaşı bir Türk olan Ermeniler vardır, bir Türk’e âşık olmuş Ermeniler vardır ve nihayet Müslümanlaştırılmış bir aileden gelen Ermeniler de vardır. Ermeniliği, ya da başka herhangi bir kimliği, ari, pür, temiz bir demir çekirdekten ibaret sayıp onun dışında kalanları tu kaka etmeye çalışmanın nihayetinde ırkçı bir bakış açısının ürünü olabileceğini görmek o kadar da zor olmasa gerek.
Şunu diyenler oldu: Biz Müslümanlaşmış Ermenilere bir şey demiyoruz, ama Ermeniliğin, hiçbir riski yüklenilmeksizin sosyal medyada birer nick name’le kullanılmasından, bunun “cool” bir şey olarak yarar sağlanmasından rahatsızız. Peki ama sosyal medya zaten isteyenin istediği kisve altında hareket ettiği bir mecra değil mi? Ben bugün Luke Skywalker, yarın Kim Kardashian, öbür gün Prince ya da bugünlerde adı her neyse o olabilirim. Siz de öyle. Ermeniliğinizi neden bu kadar ciddiye alıyorsunuz? Bırakın gerçek adıyla ortaya çıkmak istemeyen birileri Ermeni olmadıkları halde Ermeni adlarıyla var olsunlar sosyal medyada, kime ne, size ne. Eğer saçmalarlarsa kimse onları ciddiye almaz, kimsenin de Ermeniliğine bir halel gelmez, korkmayın. Hem, bence onlar Ermeniliğin cool’luğundan ziyade, Türk olmayı son derece “uncool” buldukları ve herhalde Ermenilere bir sempati besledikleri için alıyorlar Ermeni isimlerini, çok da fena bir fikir değil bence. Ama oralarda anonim olarak veya trollük maksadıyla var olan birileriyle, adıyla sanıyla ortada olan, yaptığı işle, sözüyle, ve evet Ermeni kökleriyle de var olmaya çalışan birilerini aynı kefeye koyduğunuzda, sapla samanı birbirine karıştırmış oluyorsunuz. Ayıptır, yazıktır.
Türkiye’de “Benim de anneannem/babaannem Ermeni” sözünü en çok duyan kişi herhalde yazar Mıgırdiç Margosyan’dır. Fuarlarda, söyleşilerde, etkinliklerde, onunla bir yakınlık kurmak, onun/bizlerin yanında olduğunu belirtmek ve herhalde duygusal bir anlamda kendini soykırımın faillerinden ayırmak, temize çıkmak için, iyi niyetle söylenen bu söz, bizler için, her anneanne veya babaannenin aslında ailesi katledilmiş bir şiddet mağduru olduğunu ve büyük olasılıkla o şiddetin failiyle evlenmek zorunda kaldığını bildiğimizden, ruhlarımızı sürekli acıtan bir bıçağa dönüşüyor, hele ki o cümleyi bu kadar çok duyunca. Mıgırdiç Hoca, geçen yıl Diyarbakır’daki kitap fuarında okurlarına hitap ederken, konuyu bu noktaya getirip, “Hep ninelerinizden bahsediyorsunuz, biraz da dedelerinizden bahsetseniz ya!” deyiverdi bu birikimin sonucu olarak. Böylece sadece alıkonulan ve “nine” gibi zararsız, sevimli bir yüze indirgenen kadınların değil, katledilen erkeklerin ve başka herkesin, hikâyenin tamamının hatırlanması gerektiğine; yüzleşmenin kolay yoldan yapılamayacağına, sadece kurbanla değil, faille de bağ kurmanın ve o sorumluluğu da yüklenmenin önemine dikkat çekti tek bir cümleyle. Bunun doğru bir hat olduğuna inanıyorum. Ancak Mıgırdiç Margosyan’ın eleştirisi, uyarısı, sitemi, hayatını bu türden hassasiyetleri gözeterek tuğla tuğla ören insanlara “Sen Ermeni olarak konuşamazsın!” diye parmak sallamaktan çok daha farklı bir politik duruşu imliyor şüphesiz.
Yazının başındaki Zaralı Ermenilerin akıbetini merak eden olmuştur. Üç yıl Müslüman "gibi" yaşayıp hocalardan dersler aldıktan sonra, 1918’de Mütareke ilan edilip İttihatçılar iktidarı kaybedince onlar da dinlerine döndüler. Ancak bazı aileler gördüklerinden o kadar korkmuşlardı ki, Müslümanlıktan geri dönmediler. Çocuklarına, torunlarına bu bilgiyi hiç aktarmasalar da yaşadıkları ortamda hep “dönme” Ermeniler olarak kaldılar, ne yapsalar, ne etseler gâvur, kâfir olmaktan kurtulamadılar. Şimdi, yüz sene sonra, onların ve onlar gibilerin torunlarından biri ikisi, kendilerinden gizlenen, ancak ruhlarına hep tonlarca ağırlık vermiş gerçeği hissedip Ermeniliklerini hatırlamaya çalışıyor ve birileri de onlara bu hakkı çok görüyorsa, bu ikincilerin, “o yana bu yana geve geve” birilerinin “iş”ini bitirmeye çalışan Arnavut baytar yamağından pek bir farkı kalmıyor gözümde. Önyargılarından ve etnik, kültürel, sınıfsal kibirlerinden mürekkep paslı büyük bir ot makasıyla ruhları sünnet etmeye çalışıyorlar onlar da.
*Yayıncı