Yazıma başlamadan önce iki not iletmeliyim:
Öncelikle bu yazımı yazabilmemi sağlayan kızım Lal’e teşekkürü borç bilirim; zira beni Judy Chicago ile tanıştıran onun sevgisi ve tutkusu oldu. Kızım lise öğrencisiyken Amerikalı IB programı öğretmeni, bir NYC seyahati organize etti. Müzeleri kapsayan bu gezinin kızımın ufkunu açacağını biliyordum ve aslında biraz da şartlarımı zorlayarak bu gezisini desteklemiş; onu göndermiştim. Lal orada Brooklyn Müzesi’nde şimdi size anlatacaklarımla tanıştı ve belki de onun yaşam çizgisinde bu tanışıklığın bir önemi oldu; ödevini bu sanatı üzerine hazırlamıştı.
Diğer bir konu ise başlıkla ilgili. Bu çarpıcı bir başlık ve kimileri için indirgemeci veya magazinsel algılanabilir; bu konuyu da baştan belirtmek istedim. Zaten Judy de başlığa ilham veren sergisini açtığında, ülkesi Amerika’da bu tür yorumlarla karşılaşmıştı; başlığı tam da bu sebeple böyle seçtim. Evet bugün size feminist ve aktivist sanatçı Judy Chicago’dan bahsedeceğim.
Judy Chicago, çığır açan ve düşündürücü çalışmalarıyla sanat dünyasında önemli bir etki yaratmış, tanınmış bir sanatçı. 20 Temmuz 1939 tarihinde Chicago, Illinois'de Judith Sylvia Cohen olarak doğmuş, daha sonra kendi kimliğine bürünmek ve erkek egemen topluma bir mesaj vermek amacıyla adını Judy Chicago olarak değiştirmiş.
Annesi dansçı olan Judy’nin babası Marksist ve işçileri örgütleyen, kızına hayran bir baba imiş; ona siyasi bilinç ve sosyal adalet tutkusunu babasının aşıladığını belirtiyor sanatçı bir röportajında. Çocukluğunda ebeveynleri ona güçlü bir özgüven vermiş. O ise bu özgüvenle hayata karıştığında bir kadın olarak arzularının elde edilemez olduğunu düşünmüş; yetişkin yaşamını böylece “dünyaya uyum sağlayamadığı” veya “engellerle karşılaştığı” bir süreç olarak betimliyor. Sanata duyduğu tutkunun ardında bu düşünceler yatıyor olmalı ve bu hiç de rastlanmadık bir durum değil.
Chicago, Chicago Sanat Enstitüsü ve California Üniversitesi, Los Angeles'ta (UCLA) eğitim almış ve 1964 yılında yüksek lisansını tamamlamış. 1960'ların ve 1970'lerin feminist hareketinden büyük ölçüde etkilenmiş olan Chicago'nun sanat pratiğini cinsiyet eşitsizliği ve kadın hakları konularına yönelik aktivizm şekillendirmiş. Hayatı boyunca cinsiyete dayalı ayrımcılığa maruz kalmasına rağmen üniversitede, çalışmalar yapan bir kadın sanatçı olarak iz bırakmaya olan kararlılığı, bu dönemdeki üretimlerine yansımış. Bir kadın sanatçı olarak Los Angeles sanat ortamını “kadınlar için misafirperver olmayan” bir ortam olarak nitelendirdiği için onu The Dinner Party isimli kült eserine götüren yolun başlangıcında, doğrudan cinsiyetine atıfta bulunan imgeler kullanmış. Çağdaşı olan birçok erkek arkadaşı gibi çeşitli tekniklerde ustalaşan sanatçı, piroteknik ve fiberglas dökümün yanı sıra oto kaporta boyama işlerini öğrenmiş. Bir yandan da akademik çalışmalara devam etmiş. Sanat dünyasında kendinden önce gelen kadınların varlığının yok denecek kadar az olması, Judy için itici güç olmuş diyebiliriz; zaten hep öyle değil midir: yoksunluk bizi yaratıcı kılar.
Judy feminist sanatın kült bir ismi olarak anılıyor artık. Ben feminist değilim, bilakis bu konudaki politik görüşüm hemcinslerimi kızdırabilecek kadar farklıdır. Kaldı ki günümüzün geniş tabanlı cinsiyet rollerinde salt feminizmi savunmak diğer herhangi bir fanatizmden farksız görünüyor bana. Diğer yandan söz konusu haksızlığa uğrayan bir kadını savunmak ise, sırf kadınlığı yüzünden maruz kaldığı zorbalığa, ayrımcılığa, eşitsizliğe elbette tüm gücümle direnir ve sesimi çıkarırım. Bunu, insan olarak yapmayı tercih ederim; kadın olduğum için değil. Feminizmden uzak olmam patriyarka karşı olmadığım anlamına gelmesin tabii.
Söz konusu hayvanlar olduğunda, çocuklar olduğunda veya hiç konuşulmayan erkekler olduğunda da gerektiğinde aynı direnci gösteririm; gösterilmesi gerektiğini savunurum. Cinsiyetin tanımı ne kadar genişlerse genişlesin ortada kaçınılmaz bir ayrım var. Rollerin fiziki özelliklerden bağımsızlaştığı gerçeği ile yüzleşiyoruz aslında. Sadece ak ve karanın olmadığı, karanın ak, akın kara olabileceği ve pek çok gri tonun da varlığını kabullenmemiz gereken bir çağdayız. Benim görüşüm, ayrımları kabul edip, her canlının kendi doğasını kabul etmek, anlamak ve hakkını teslim etmek üzerine gelişmiş durumda; toplum için bu bakış açısı henüz ulaşılmaktan çok ötede bir yerde.
Tüm ayrım cinslerin bilek gücü ve doğurganlık ile gelen temel fiziksel özelliklerinde. İnsanlığın var oluşundan bu yana bilinen, değiştirilemez ve somut bir ayrım bu. Bu farklılıkların ve rollerin gerektirdikleri doğrultusunda uyum ve tamamlayıcılık içinde yaşandığı bir dönem kuşkusuz olmuştu. Güçlü olan tarafın dış yaşamda, doğurgan olan tarafın da ev yaşamında daha aktif olması giderek bu durumun getirdiği avantajları ve dezavantajları yarattı. Doğuran kadının evi çekip çevirmesi, çocukları büyütmesi beklendi. (Asıl kırılma noktalarından biri burası)
Dışarıda güç gerektiren işlerle uğraşan ve daha sonra ticaretle tanışan erkekler ise kuralları yazdı. (Bu da diğer kırılma noktası) Erkek egemen bir sosyal yapı ortaya çıktı ise acaba kadınlar doğurmayı isteyerek, ve bu rollerini kabul ederek, buna boyun eğdikleri için olabilir mi? Veya aslında sıkı bir sosyalist olan Simone de Beauvoir gibi pek çok düşünürün, yazarın, sanatçıların çalışmaları kadının uğradığı haksızlıklar üzerine yoğunlaşınca bu onları gerçekten de tanımlandıkları gibi feminist mi yapıyor yoksa sadece düşünür ve aktivist mi? Bu ikonik isimler gerçekten de feminizmin savunduğu gibi her alanda, ama her alanda bir eşitliği savunuyorlar mı ve buna öncülük ediyorlar mı? Yoksa düşünsel ve yaratıcı üretimlerinde kadını merkeze almaları mı onlara bu yakıştırmayı yapıyor? Çağlar boyu süregelen bir durum bu ve oldukça fazla katmanı var.
Bu ve benzeri düşüncelerim bir kadın olarak feminizm hareketine olan ilgimi ve merakımı geride bırakmıyor. İlk kez 1837 yılında Charles Fourier isimli sosyalist bir felsefeci tarafından öne sürülen bu düşünce ve kelime, 1872 yılında Fransa’da ve Hollanda’da yaygınlaştı. 1890’larda İngiltere’de hüküm süren kavram Amerika kıtasında 1910 yılında ulaştı. Çoğu 30’lu yıllarda doğan feminist ikonların içinde bulundukları sosyal atmosferi düşünmek için bu gelişimi de bir kenara not etmek istedim. Bu tür sorgulamalarım nedeni ile Judy Chicago’yu -her ne kadar kendisini kendi de böyle tanıtsa da- feminist bir sanatçı olarak değil; kadın sorunlarına odaklanan bir sanatçı olarak görmeyi kendi adıma tercih ediyorum. Kadın hakları savunucusu olmak, kadın araştırmalarına yoğunlaşmak feminizm demek değil çünkü. Feminizm, her alanda mutlak ve tam bir eşitlik isteyen bir hareket.
Judy’nin etkisi altında kaldığı isimlerden biri Gerda Lerner. Lerner kadınların tarihini gün yüzüne çıkaran önemli akademisyenlerden biri. Kadın araştımaları alanında dünya üzerindeki ilk lisansüstü programları kuran kişi. Kendi eğitim yaşamında, programda olmadığı halde kadın tarihine odaklanmış, bu alanda dersler vermiş, doktora tezini tüm akademisyen danışmanlarının itirazlarına rağmen Güney Carolina’dan Grimke kardeşler hakkında, “Köleliğe Karşı İsyancılar” başlığı ile 1967 yılında tamamlamış. Lerner 1969 yılında, kadınlar tarafından ve kadınlar hakkında yapılan tarihi savunan bir organizasyon olan Kadın Tarihçiler Koordinasyon Komitesi'nin kurulmasına yardımcı olmuş. 1971'de Amerikan Tarihinde Kadın adlı ders kitabını yayınlamış. 1972'de Sarah Lawrence'da Amerika Birleşik Devletleri'nde kadın tarihi alanında ilk yüksek lisans programının öncülüğünü yapmış. Kadın hareketinden güç alan yeni nesil kadın akademisyenler mesleğe böylece grime Hevesi duyarak pek çok insan kadın tarihine yönelmeye başlamış.. Lerner kendini bu alanı geliştirmeye adamış, konuşmalar yapmış, yaz enstitüleri düzenlemiş ve 1979'da daha sonra Kadın Tarihi Ayı'na dönüşecek olan ilk “Kadın Tarihi Haftası”nı organize etmiş. İşte Judy Chicago böyle bir kadının girişimlerini, etkilerini izleyerek kendi politik ve sanatsal duruşuna yön vermiş.
Sanatçı’nın tarihe iz bırakan en önemli eseri altı yıl süren bir çalışmanın ürünü olan ve 1979'da sergilenen "The Dinner Party" isimli devasa bir enstalasyon. Bu eser, 39 adet tarihi ve efsanevi kadın ikonu için özel olarak tasarlanmış bir akşam yemeği düzenini betimliyor. Üçgen bir formda düzenlenen masa üzerindeki seramik tabaklarla temsil edilen her bir kadın ikonun kendi görselliği, cümlelerle ve notlarla, müthiş bir malzeme cümbüşü içinde sunuluyor.
Lerner’in akademik ortamda yarattığı farkındalık sonucu ve onunla birlikte sunulan "The Dinner Party", feminist sanatın çığır açan bir eseri olarak kabul edilmiş, geleneksel sanat tarihine meydan okumuş ve tarih boyunca kadınların başarılarını kutlayan bir eser olarak günümüze ulaşıyor.
Eser sıkça patriyarkal düzene meydan okuyor. Sanki bu akşam yemeği partisine katılanlara şöyle sesleniyor: Buyurun oturun, size bu akşam yemeğinde tarihte veya mitolojide yer edinmiş önemli bir kadını sunuyorum, onu yaşamaya, anlamaya ve hazmetmeye hazır mısın?
İlk bakışta, The Dinner Party, canlı renkleri ve karmaşık detaylarıyla kutlamacı ve davetkar bir sahne gibi görünüyor. Ancak, daha yakından incelendiğinde, izleyici Chicago'nun esere dahil ettiği isyankar unsurları fark etmeye başlıyor. Her biri mitolojide veya tarihte iz bırakmış kadınları simgeleyen bu tabaklardaki renkli desenlerin birer vajinayı betimlediği görülür. Zaten üçgen şekilli masa da dişilik simgesi olarak tercih edilmiştir.
The Dinner Party'nin amacı, kadınların seslerinin ve katkılarının tanınıp kutlandığı bir alan yaratmaktı. Chicago, farklı kültürel geçmişlere ve zaman dilimlerine ait kadınları dahil ederek, tarihteki kadınların çeşitliliğini ve gücünü vurgulamak istemiş bu eserinde. Ayrıca, kadınların toplumda sıklıkla göz ardı edilen ve değersiz görülen emeğini vurgulamak için nakış ve seramik gibi geleneksel el sanatları tekniklerini kullanmış bu yerleştirmeyi ortaya çıkaran unsurlarda.
The Dinner Party, Judy Chicago ve sanatçılar, zanaatkarlar ve araştırmacılar dahil olmak üzere yüzden fazla gönüllü ekibi tarafından oluşturulmuş bir eser. Projenin tamamlanması beş yıldan fazla sürmüş. 1974'ten 1979'a kadar kolektif biçimde kadın emeği ile üretilen bu eser onu bir girişimin, bir hareketin de somut çıktısı haline dönüştürüyor ve böylece salt bir sanat eseri olarak algılanmasının önüne geçilmiş oluyor. Chicago ve ekibi, masada temsil edilen 39 kadını titizlikle araştırmış ve öyle konumlamış; sanatçı ayrıca her masa düzenini tek tek tasarlamış ve tüm bu insanlarla birlikte tek tek işlenmesini sağlamış.
Masanın üçgen olan gövdesi huş ağacından üretilmiş, tabaklar ve diğer masa eşyaları seramik ve porselenden yapılmış. Tabaklardaki karmaşık desenler, boya ve seramik tekniklerinin bir kombinasyonu kullanılarak oluşturulmuş. Her biri bir vajina deseni ancak bunlar bir yandan da çiçekleri anımsatıyor; her birinin kendine özgü dokuları ve renkleri bulunuyor.
Masa örtüsünde, tarihe önemli katkılarda bulunan ancak masada yer alamayan diğer 999 kadının adı yer alıyor. Genel olarak, The Dinner Party, birçok yıl boyunca dikkatli planlama ve uygulama gerektiren emek yoğun ve işbirlikçi bir çabanın ürünü.
Eser ilk kez 1979'da sergilendiğinde, izleyiciler ve eleştirmenler arasında çeşitli tepkilere neden olmuş. Birçok kişi eserin ölçeği ve amacı karşısında etkilenirken, her masa düzeninde görülen detaylar ve zanaatkarlık takdir edilmiş. Masada çeşitli ve tarihsel olarak önemli kadınların yer alması, geleneksel tarih ve sanat anlayışlarını sorgulamak üzere övülmüş.
Ancak, The Dinner Party aynı zamanda eleştiri ve tartışmalara da yol açmış. Bazı izleyiciler, açıkça bu sembolizm ve imgeler ile karşı karşıya olmaktan rahatsızlık duymuşlar; feminist öğelerin böyle sergilenmesini rahatsız edici bulanlar olmuş. Tabaklar için dişi genital şekillerin kullanımı ve genel olarak kadınların deneyimlerinin ve bakış açılarının vurgulanması, provokatif ve ayrımcı olarak görülmüş.
Genel olarak, Dinner Party, sanat dünyasında cinsiyet, temsil ve güç konuları üzerine önemli tartışmalara yol açan bir polarize edici eser. Judy Chicago'nun feminist sanata cesur ve yenilikçi yaklaşımını övenler olurken, diğerleri sanatta bu kadar açıkça politik mesajların kullanılmasının etkili olup olmadığını sorgular hale geldi. Karışık tepkilere rağmen, Dinner Party feminist sanat tarihinde önemli ve etkili bir eser olarak kalmaya devam ediyor ve halen ikonik kadınları hatırlatarak onları kutluyor.
Eserin en çarpıcı yönlerinden biri, geleneksel erkek egemen sanat dünyasının kasıtlı bir şekilde bozulması olarak ortaya çıkıyor. Eser Chicago'nun feminist ikonografisini ve sembollerini kullanarak, izleyiciyi kadınları sanatta temsil etme ve anlatıları sorgulama konusunda teşvik ediyor. Kadınları masanın üzerine yerleştirerek, Chicago, onların deneyimlerinin ve bakış açılarının tarihimizi ve kültürümüzü şekillendirmedeki önemini vurguluyor; kadınların varlık mücadelesine güçlü bir katkı sunan bu eser yazımın başında bahsettiğim gibi Brooklyn Müzesi’nin kalıcı koleksiyonunda sergileniyor.
"The Dinner Party"nin yanı sıra, Chicago, 60 yılı aşkın kariyeri boyunca resim, heykel ve karışık medya enstalasyonları da içeren çeşitli eserler yarattı. Sanatı genellikle cinsiyet, güç ve cinsellik temalarını keşfeden, cesur renk ve form kullanımıyla öne çıkan eserlerden oluşuyor. Chicago son yıllarda, sınırları zorlamaya ve gelenekleri sorgulamaya devam ediyor. Yeni medya ve teknikleri keşfediyor ve eserleri çevre değişikliği, sosyal adalet ve #MeToo hareketi gibi çağdaş konuları üzerine yöneltiyor.
Chicago'nun etkileyici sergilerinden biri olan 2015 tarihli , "The End: A Meditation on Death and Extinction" isimli sergi, Washington, D.C.'deki Ulusal Kadın Müzesi'nde gerçekleşmişti. Bu sergide özellikle ölüm ve çevresel yıkım temalarını keşfeden ve karışık medya çalışmalarından oluşen eserler yer aldı. Chicago'nun kendine özgü stili ile ortaya koyduğu bu güçlü ve düşündürücü deneyim, izleyicilerin kendi ölümlerini ve doğal dünyanın kırılganlığını düşünmeye teşvik ediciydi.
Chicago'nun hayatı ve sanat kariyeri, statüko ile mücadele etme ve kadın hakları için savunuculuk yapma taahhüdüne adanmış gibi. Yenilikçi ve cesur çalışmalarıyla, yeni nesil sanatçıların önemli sosyal ve siyasi konuları ele almasının yolunu açan ve farkındalık yaratan nitelikte.
Sanatçının değerinin çok da geç anlaşıldığını kenara not etmek isterim.
Yıllar önce kızımın ilgisi doğrultusunda ülkemizde bulumadağım kitapları yurt dışından tedarik etmek durumunda kalmıştım ve açıkası ülkemizde az bilinen bir sanatçı olduğunu gözlemlediğim için bugün özellikle yer ayırmak istedim.
Bu isteğimi motive eden bir gelişme ise sanatçının içinde bulunduğumuz dönemde Londra’da bulunan dünyanın öncü sanat galerilerinden Serpentine’deki sergisi. Revelations (Vahiyler) başlıklı serginin basın toplantısı geçtiğimiz hafta gerçekleşti ve sanatçının duyurduğuna göre 200 kadar basın mensubu bu toplantıda yerini aldı.
Sanatçının Londra'daki bir kurumdaki en büyük kişisel sunumu olan bu sergi, adını Chicago'nun 1970'lerin başında şu anda 1038 kadının başarılarını simgeleyen anıtsal bir enstalasyon olan ve burada size kısaca anlatmaya çalıştığım The Dinner Party isimli eserini (1974–79) yaratırken kaleme aldığı yayınlanmamış resimli el yazmasından alıyor. Bu el yazması ilk kez Serpentine ve Thames & Hudson tarafından yayınlandı ve sanatçının kendine özgü renkli dünyasını yansıtan son derece özel bir baskı ile 5000 Pound fiyatı ile satışa sunuldu.
Taslağın bölümleri etrafında tematik olarak düzenlenen sergi, Chicago'nun altmış yılı aşkın süredir araştırdığı bir araç olan çizime odaklanıyor. Sanatçının kariyerinin izini süren sergi, 1960'lı ve 70'li yılların arşivsel ve daha önce görülmemiş sanat eserlerini, erken soyut ve minimalist eserlerini bir araya getiriyor; renkli dumanlar ve havai fişeklerin kullanıldığı mekana özel performanslarından görüntülerin yer aldığı sürükleyici bir video enstalasyonu; Akşam Yemeği Partisi (1974–79), Doğum Projesi (1980–85) gibi büyük projelere ilişkin hazırlık çalışmaları; ve PowerPlay (1982–87) ve onun çalışma sürecini ve yıllar süren araştırmalarını ortaya koyan not defterleri ve eskiz defterleri sergide yer alıyor. Bu çalışmalar, AR uygulaması, video kayıt kabini ve görsel-işitsel bileşenler de dahil olmak üzere çok disiplinli ve katılımcı unsurlarla güçlendirilerek ziyaretçilerin Chicago'nun sanatının genişliğini keşfetmesine olanak tanıyor.
Chicago, bu son sergisinde aslında geçmişi ile yüzleşiyor. Kariyerinin erken dönemlerinde soyut resimlerden oluşan önemli bir ve minimalist çalışmaları uzun süre göz ardı edilmiş ve takdir edilmemiş bir sanatçı olarak, pek çok eserin ilk kez bu sergide izleyici ile buluşturuyor. 60 yıldır sürekli üretmiş ve halen üreten bir sanatçı olarak Judy Chicago’nun her bir eseri patriyarkaya mesaj taşırken, The Dinner Party, hafızalara kazınan bir sanatsal üretim olarak dünyanın sanat tarihindeki önemini koruyor.