Paul Thomas Anderson, kuşkusuz son 20-25 yıla damgasını vurmuş, en önemli sinemacılardan biri… Özellikle 1997 yılında yönettiği "Boogie Nights" filmiyle kendine has 'dokunuşlarını' hissettirmeye başlayan Anderson, daha sonraki yıllarda birbirinden çarpıcı yapımlarla adeta 'kendi' sinema dünyasını yaratmayı başardı…
Bu hafta vizyona giren "Licorice Pizza", sanki sadece yönetmenin kariyerinde bir sonraki adım izlenimi değil aynı zamanda bir 'özüne dönüş' hissiyatı veriyor. Anderson daha önce zamansal ve mekânsal ciddi 'yolculuklara' çıkmış, bizi bir ara 20. yüzyılın başlarındaki Kaliforniya’ya ("There Will Be Blood"), bir başka sefer ise Londra’nın 50’li yıllardaki moda dünyasına ("Phantom Thread") götürmüştü. Ancak yönetmen, senaryosunun çatısını hangi zaman ve mekan dilimi üzerine kurarsa kursun, filmlerinde hiçbir zaman bir 'alt metin', bir 'açığa çıkmayı bekleyen mesaj' ve 'düz' görünen karakterlerinden patlak veren derin 'psikolojik' travmalar eksik olmadı… Üstelik Anderson bunu tekil şahıslara bağlı kalarak yapmadı, filmlerindeki her (baş)karakter bir akımın, bir sosyal sınıfın veya bir toplumsal 'eğilimin' bir temsiliydi adeta!
"Licorice Pizza" ile Anderson sanki 'özüne', başka bir deyişle 'ilk aşklarına' dönüyor! Yönetmenin daha önce "Boogie Nights", "Magnolia" ve "Punch Drunk Love" filmlerini konumlandırdığı Los Angeles banliyösü, 'San Fernando' vadisini yeni filmi için de kullanıyor. Kendisinin de içinde büyüdüğü ve çok iyi tanıdığı bu mekan Hollywood tepeleri tarafından şehrin geri kalanından ayrılmış, bir bakıma bir 'saklı bölge'!
Anderson’un bu 'öze dönüş' hamlesi, (olgun) bir ilk film havası estirse de aynı zamanda onun gençliğine, öğrenmesine ve artık her anlamda kendisine ait olan estetik gücü kazanmasına göndermeler hatta 'ufak' saygı duruşları barındıran bir yapım çıkarmasını sağlıyor. Yönetmenin bu dokuzuncu filminde psikolojik buhranlar yaşayan karakterlerini saldığı çılgın, baş döndürücü ve bir o kadar dengesiz dünyalara ara verip tazelik taşıyan, naif bir atmosferin hakim olduğu ve diğerlerinin yanında oldukça 'uslu' duran bir film çıkarması bizi ilk anda şaşırtabilir. Ancak Anderson bunu yaparken kendi sinemasından vazgeçmiyor ve filmi diğer gençlik yapımlarının çok üstünde kalmayı başarıyor.
Konudan kısaca bahsedecek olursak... Gary Valentine, 1970’li yıllarda kendi çapında oyunculuk yapan, dışa dönük, 'ağzı iyi laf yapan' ve biraz kibirli bir ergendir. Okul çevresinde karşılaştığı Alana Kane ise kendisine göre yaşça büyük, (25 yaş!) onun iddialı hevesler kuran ve 'büyük' düşünen dünyasına tamamen yabancı genç bir kızdır. Bu iki kişi başta hiç anlaşamasa da özellikle Gary’nin çabalarıyla farklı ticaret işlerine girişirler, ortak olurlar ve çok değişik çevrelere dahil olup hem kendilerini keşfederler hem de aralarında özel bir bağ oluşur.
UNUTULAN VE ÖZLENMEYEN BİR DÖNEM…
Anderson filminin hikâyesini 1970’lere koyarken, kendisinin doğduğu bu yıldaki Hollywood dünyasına da kendince bir bakış atıyor: Filmindeki sinema dünyasının meşhur karakterleri o dönemin 'starlarının' birer yansıması… Döneme damga vurmuş ve çok ünlü olmuş William Holden, John Peters veya Lucy Ball gibi isimler filmde farklı adlarla bir kez daha karşımıza geliyorlar. Sean Penn veya Bradley Cooper gibi oyuncular tarafından canlandırılan bu 'yan' karakterler sanki artık yok olmuş ama bir zamanlar zirvede olan Hollywood 'altın çağının' son temsilcileri gibi duruyor. Ancak Anderson bu 70’li yıllara belli bir nostalji ile baksa da asla bir pişmanlık veya suçluluk duygusu hissettirmiyor. Birçok yönetmen bu geçmiş yılları sadece bir özlem veya hüzün yaratmak için bir araç gibi kullanabilecekken burada hikâye çok farklı yollara sapıyor.
Aksine o dönemin taşıdığı cinsiyetçilik, sıradanlaşmış ırkçılık, polis şiddeti ve petrol krizi gibi birçok yozlaşmış, 'çürümüş' ve itici yanlar filmde zaman zaman yer alıyor. Bu olaylara kayıtsız kalmasa da asla melankolik bir tavır takınmayan Anderson son kertede, adeta büyümemiş bir çocuk edasıyla hala en yalın haliyle bile, hatıralardan yola çıkan bir hikâye anlatarak sinema filmleri yapılabileceğini kanıtlıyor.
İlk bakışta "Licorice Pizza", ciddi biçimde "American Graffiti" filmini hatırlatan 'plan sekanslar' dizilişiyle hikâyesini anlatmaya başlıyor. Bir okuldaki sınıf fotoğrafı çekimi sırasında yaşanan Gary/Alana karşılaşması klasik, safkan, 'ergenlikten yetişkin yaşa' geçişi anlatacak bir gençlik filmi izleyeceğimiz havası estiriyor.
YİTİK ZAMANIN PEŞİNDE…
Bu klasik açılıştan sonra seyirci doğal olarak bu iki ana karakterin bir şekilde yakınlaşacağını, birbirlerinin kusurlarını kabul edip sonuç olarak sevgili olacaklarını bekliyor. Ancak yönetmen bizce burada tabiri caizse 'beklenmedik yerden vuruyor' ve başkarakterlerine olduğu kadar bize de 'yönünü kaybettirecek' bir olaylar silsilesi sunmaya başlıyor.
Öncelikle Gary ve Alana arasındaki 10 yaş farkın (özellikle o çağda!) görünenden çok daha büyük bir engel olduğunun altını çizen hikâye, iki protagonistin arasında bir aşktan ziyade arkadaşça ve bir anlamda platonik bir bağ kuruyor. Romantik komedilerin bilindik şablonlarının bir anda dışına taşan bu anlatım, en çılgınca projeleri kurarak deli dolu ergenliğinden yetişkin bir yaşa geçmeyi reddeden ama sonuç olarak gerçek hayatın sertliği tarafından yakalanan bir ana karakteri (Gary) ve onun bir anlamda 'ilham' kaynağı olan genç kadını ön plana çıkararak, 'klişe' olmuş çiftlere 'sırtını çeviriyor'.
Kendi başına bile yeterince şaşırtıcı olan bu iki ana karakterin yaşadığı olaylar ve girdiği ortamların da sanki 'kendiliğinden' ve biraz başı boş bırakılmış gibi akması seyirciyi büyük ölçüde 'hazırlıksız' yakalıyor. Ancak Anderson bunu hikâyeyi daha da karmaşık bir hale sokup 'ipin ucunu' kaçırmamız için kullanmıyor. Bu gerçeklik ve kurgusal arasında salınan, küçük hikâyelerle ana hikâye arasında mekik dokuyan senaryoda, yönetmen, iki ana karakteri yaşadıkları bütün uçuk durumlar, beklenmedik karşılaşmalara rağmen birbirine daha çok bağlamayı başarıyor.
Anderson’un önceki filmlerinden bildiğimiz ve ele aldığı dönem üzerinde kurduğu büyük hakimiyet ve keskin sınırlar burada yerini uçarı, naif hatta belli açılardan çocuksu sayılabilecek ama yine de büyük seyir keyfi veren bir hikâyeye bırakıyor. Hikâye tabii ki görünür bir şekilde 1973 yılında akıyor ama iki ana karakterin dolaştıkları dünya ve filmin 'labirente' varan yapısı sanki senaryoyu zamansız veya zaman dışı yapıyor.
YARI YOLDA BIRAKMANIN GİZEMİ…
Anderson’un bu filmi sunmasındaki asıl hedefi çok basit ama aynı zamanda sinemanın özünü oluşturan bir özellik oluyor: Kendisi keyif alırken seyirciye de keyif vermek… Filmin gidip-gelen yapısı, birbirine her zaman mantıklı bir şekilde bağlanmayan öykücükler ve olayların biraz yönünü şaşırmış akışı birçok seyirciyi 'yarı yolda' bırakabilir ama bir anlamda bu filmi daha gerçek, daha doğal, daha 'eşsiz' ve sıcak yapıyor. Çünkü beklenmedik karşılaşmalar, buluşmalar ve icatlarla akan bu film aynı zamanda çok hoş, keyifli yaşam kesitleri de sunuyor.
Ancak bahsettiğimiz bütün bu 'uçarı' ve taze hava Anderson’un (yine) önemli konulara parmak basmasının önünü tıkamıyor. Film, özellikle son bölümünde basit bir 'ergenlikten yetişkin yaşa geçişi' yansıtmaktan çok daha fazlasını vaat ediyor. 'Amerikan Rüyası'nın sönüşü, ergenliğin 'ateşi', masumiyetin kayboluşu ve ruhları birbirine çeken görünmez bağlar gibi birçok temayı işleyen yönetmen belki de sinemasının omurgasını oluşturan sembolleri değişik bir yolla önümüze koymayı istiyor.
Filmin adeta 'rehber' görevini üstlenen Gary karakterinde Cooper Hoffman (kendisi maalesef aramızdan erken ayrılan Philip Seymour’un oğlu) ve ilk rollerinden birini oynayan Alana’yı canlandıran Alana Haim gerçekten hikâyeye inanılmaz bir güç katıyorlar. Küçük rollerde de olsa, efsanevi karakterlere hayat veren Sean Penn, Tom Waits veya Bradley Cooper gibi isimleri izlemek ise her zaman büyük keyif verici…
Kısaca "Licorice Pizza", ilk bakışta uslu, izlemesi keyifli ve rahatça akan sempatik film gibi görünen ama altında çok büyük bir yönetmenlik, kusursuz bir sanat yönetimi, gösterdiğinin çok daha fazlasını hissettiren güçlü bir yapım…
Paul Thomas Anderson filmlerini gerçekten özlemiştik!