Pavlov, Kürtçe, Diyanet İşleri Başkanlığı ve gençlerin dinden soğuması
Bir siyasi oluşumu temsil ediyorsan, herkes senin oraya ait olduğunu biliyorsa ve ismin orayla özdeşleşmişse, insanların sana yönelik fikirleri bir manada bahsi geçen mecraya da yansıyacaktır.
Rus fizyolog Ivan Pavlov, laboratuvarında köpekler üzerinde gerçekleştirdiği deneylerle sindirim sisteminin nasıl çalıştığını açıklamaya çalışırken rastlantısal bir şekilde öğrenmenin nasıl meydana geldiğine ilişkin önemli bir bulguya ulaşıyor ve asıl alanı olan fizyolojiyi bir kenara bırakarak tesadüfi bir şekilde keşfetmiş olduğu bu yeni alana yöneliyor.
Klasik koşullanma adıyla literatüre giren bu modele göre hayvanların olduğu gibi insanların da öğrenmeleri her zaman için bilinç düzeyinde, bilerek, isteyerek, farkında olarak gerçekleşmiyor. Kimi öğrenmelerimiz, bizden bağımsız olarak adeta reflefksif bir şekilde gerçekleşiyor.
Pavlov’a ve bu kuramın dünya çapında elde ettiği şöhrete bakılırsa daha birçok psikoloğa göre öğrenme dediğimiz şey çevremizdeki uyarıcılara verdiğimiz tepkiler sonucunda ortaya çıkıyor. Kısacası beğendiğimiz bir şarkıyı dinlerken şarkıyı söyleyen kişiye de hayranlık duymamız, beynimizin bir süre mesai harcadıktan sonra ulaşmış olduğu bir sonuç değil, kendiliğinden gerçekleşen bir davranış.
Ya da bir futbol takımına, siyasi bir oluşuma, bir derneğe, bir dini cemaate, bir memlekete özel bir antipatiniz varsa oradan olanlara, orada gördüklerinize, orayla ilişkilendirdiklerinize de muhtemelen aynı duyguyu besleyeceksinizdir. Ve yine, ortaya çıkan bu sonuç, bir süre üzerine düşündükten sonra bilinçli bir şekilde varmış olduğumuz bir sonuç değil, kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuç.
Bahsi geçen öğrenme kuramına eleştirel bir şekilde yaklaşan bilim insanları bulunsa da günümüzde en azından şu kadarının üzerinde mutabakat sağlanmış olduğunu biliyoruz; insanların öğrenmelerinin tamamı olmasa bile bir kısmı bu şekilde gerçekleşiyor. Refleksif, bilincimizden bağımsız, otomatik olarak, kendiliğinden.
Bu yüzden iki kere düşünerek harekete geçmeleri gerekiyor bir davayı, bir fikri, bir kesimi, bir inancı temsil edenlerin. Kendileri için değil, içerisine girerek uyarıcısı olmayı kabul ettikleri mecra için. Ve çok kritik bir misyonu vardır bu insanların; birileri klasik koşullanmayla, uyarıcılara vereceği tepkilerle temsil ettikleri yere ilişkin bir fikir sahibi olacaksa bunun olumlu yönde olmasını sağlamak.
Bir miktar karmaşık görünse de aslında ödev çok basit; bir siyasi oluşumu temsil ediyorsan örneğin ve çevrendeki hemen herkes senin oraya ait olduğunu biliyorsa, ismin orayla özdeşleşmişse, insanların sana yönelik fikirleri bir manada bahsi geçen mecraya da yansıyacaktır. Adilsen adalet, cömertsen cömertlik, iticiysen iticilik, hırsızsan hırsızlık vasfı kazandıracaksındır içerisinde bulunduğun yere.
Psikoloji dersi almak için burada olmadığımıza göre asıl mevzuya geçelim…
Diyanet İşleri Başkanlığından yapılan açıklamaya göre bundan böyle Cuma ve bayram namazı hutbelerine, 8 farklı dil seçeneğiyle, e-devlet üzerinden ulaşılabilecek.
Buna göre Türkiye’de yaşayan bir İtalyan, İslamiyet’i kabul etmişse, Türkçe bilmiyorsa, İngilizce dahi bilmiyorsa, Cuma hutbelerinde dile getirilen konulara merak da duyuyorsa, varsa tabi böyle birileri, e-devlete girerek hutbeyi İtalyanca okuyabilecek. Fevkalade bir hizmet!
Ne var ki ülkemizde yaşayan ve neredeyse tamamının müslüman olduğu milyonlarca Kürdün anadili olan Kürtçe, 8 dilin yer aldığı listeye girememiş. Doğal olarak Kürtler bu durumu biraz şaşırarak, biraz da hayal kırıklığıyla karşıladılar. Böylesi bir hizmete gerçekten ihtiyaç duyduklarından değil hayal kırıklıklarının sebebi, Fransızcanın dahi bulunduğu listeye Fransız kaldıklarından.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın bizatihi kendisinin ilan etmesiyle bu bilgiye ulaşan çok sayıda Kürt, birdenbire kendilerini Pavlov’un klasik koşullanma modelinin tam ortasında uyarıcılara tepki verirken buldular.
Bu öğrenme modelinin insan evladı üzerinde sınırsız bir karşılığa sahip olmadığını belirtmiştik. Nitekim büyük ihtimalle yaşı kemale ermiş olan Kürtler’in önemli bir çoğunluğu bu süreci herhangi bir öğrenme gerçekleştirmeden atlattılar. Yaşı henüz genç olanların içerisinden üst düzey bir dini hassasiyete sahip olanlar da bakış açılarında bir farklılık olmadan yollarına devam edebildiler. Bir olumsuz uyarıcı tek başına, yılların birikimiyle yerleşmiş olan bir düşünceye zarar verecek güce sahip değildir.
Ne var ki herkesin, ayakları yere sağlam basan, yerleşmiş bir dini hassasiyeti olduğunu varsayamayız ki bu süreçten küçük, orta ya da geniş çaplı bir öğrenmeyle ayrılanlar da onlar oldu. Çoğunlukla gençlerden oluştuğunu tahmin edebileceğimiz bu grup, klasik bir şekilde koşullandılar, uyarıcıya tepki verdiler ve sürecin sonunda dini inançlarına yönelik olumsuz bir tutumun zihinlerine yerleşmesiyle günü kapattılar.
Diyanet İşleri Başkanlığı dini temsil ediyor ve doğal olarak orada sergilenen davranışlar insanların dini yaklaşımlarına etki ediyor. Takdire şayan bir davranış ortaya konduğunda, insanlar sadece o davranışı değil aynı zamanda Diyaneti de takdir etmiş dolayısıyla Diyanetin temsil ettiği düşünceye karşı da olumlu bir tutum geliştirmiş oluyorlar. Ama tam tersi de olabiliyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı 8 farklı dilin dahil edildiği yeni bir olanaktan bahsediyor, bunun haberini alan bir Kürt genci Rusçayı dahi bulduğu bu listede kendi anadilini göremiyor, bu durum onda rahatsızlık meydana getiriyor, bu kararı alanlara karşı bir soğukluk belki de kızgınlık hissi geliştiriyor ve bu his kararı alanların temsil ettiği her şeye her görüşe yansıyor. Şimdi bu genç düne göre, az ya da çok düzeyde, Diyanete ve İslam dinine karşı daha olumsuz bir tutuma sahip.
Var olma sebebinin İslam dininin yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılması olan bir kurumun böylesi bir davranışın sonuçlarını öngörebilmesini beklemek uçuk kaçık bir beklenti olmasa gerek.
*Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü