“PR” adında bir alan var malum. Halkla ilişkilerin baş harfleri. ‘Halkla ilişkiler’ denilse herkes anlayacağından, daha ziyade PR tercih ediliyor sanırım! Ne demek bu? En sığ tanımıyla, tanıtılmak ihtiyacı içinde olan her kimse; şirketlerin, kurumların, siyasetçilerin, sanatçıların vs. kamuoyuna iyi ve hoş gösterilmeleri. Gereksinim duyulan saygınlıksa saygınlığı, şöhretse şöhreti, seçim zaferiyse o zaferi, tanınırlıksa tanınırlığı sağlamak. Bazen bir insanın/kurumun gerçek hâlini anlatmak bazen de onları olmadıkları gibi göstermek işi. Tabii, belli bir ücret karşılığında! Son zamanlarda daha sık tanık olmaya başladık, tel tel dökülen sistemin ‘piar’ çalışmalarına.
Hayli genç sayılabilecek, altı yedi asırlık bir tarihi olan kapitalizmin yakıtı, en basit söyleyişle emek sömürüsü. Verimliliğin/kâr oranlarının sürekli biçimde artması için, ‘işbölümü’ adı verilen ve kaçınılmaz biçimde ‘hiyerarşiye’ gereksinim duyan olgunun ‘sermayedar’ tarafı, ‘emek gücü’ tarafını sömürmek; ona, yaptığı işin karşılığı olan değerin ‘hayatta tutabilecek’ kadarını vermek durumunda. Haliyle bütün bir ekonomik ve tabii siyasal/kültürel yapı, söz konusu ‘işbirliğinin’ sürmesi için örgütlenmiştir. Bir kez örgütlendikten sonra, ekonomik yapı ile siyaset ve kültürün alanı karşılıklı olarak birbirini belirlemeye başlar. Nihai belirleyen egemen sınıfın çıkarlarıdır.
Bir ülkedeki hâkim düşünce/kültür (en kapsayıcı haliyle, ideoloji) ve siyaset de, o egemen sınıfın kültürü ve siyasetidir. Düşünce, genel kanılar, genel ahlak ve toplumsal ilkeler ‘egemenin’ alanında doğar, serpilir. Egemen sınıf temsilcileri, doğumdan ölüme dek, diğerlerine neyin iyi, güzel ve doğru olduğunu belletir, anlatır. Anlamak istemeyenleri(!) doğru yola getirmek için çok muhtelif araçlar kullanır. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz egemen sınıfın başat niteliklerinden olan, ‘yasal şiddet’ tekeli. Ezcümle, kapitalizm içinde hep ‘karşı çıkan’ ve ‘sorgulayan’ birileri vardır ve huzur bozan bu birileri çeşitli yöntemlerle ‘ikna edilmeye’ çalışılır!
Kapitalizm, tarihsel süreçte sayısız toplumsal form yarattı. Kendisinden önce var ve uzun süre mücadele ettiği olan kurumların (‘din’ gibi) desteğini aldı, bir kısmını (çoğu feodal kalıntılar gibi) zaman içinde yenilgiye uğrattı. Yok edemediğini (emekçi sınıfı örgütlülüğü gibi) düşmanlaştırdı. Kilisesi Mussolini’yi, Hitler’i, Franco’yu destekledi; orduları Allande’yi katletti, hammadde kaynağı olan ülkeleri işgal etti. Eğitim sistemleri, eşitliksiz bir dünyanın kurulması için örgütledi. Basın/yayın organları müesses nizamın sürmesine adandı. Kendi kadınını, kendi erkeğini, kendi çocuğunu, kendi iyi ve makbul yurttaşını yarattı.
Kâr oranlarındaki düşüş katlanılmaz hâle geldiğinde, milliyetçiliğin de mucidi olan burjuvazi, savaş çıkarmakta, sistemlere dışarıdan müdahale etmekte, askeri müdahaleleri desteklemekte hiçbir sakınca görmedi. Demokrasiyi icat eden burjuvazi, baş aşağı gittiği dönemde faşizmi keşfetti.
Tabii tüm bu genel nitelikler, burjuvazisinin gelişmişlik düzeyine, niteliğine bağlı olarak, ülkeden ülkeye farklılıklar sergiledi. Az gelişmiş demokrasilerde o egemen sınıf, sermaye birikiminin sağlanması, halihazırda sistemin sürmesi için emniyet supabı olan asgari düzeydeki sendikal sosyal haklara dahi zorlukla tahammül edebildi. Birilerinin ‘büyük sermayedar’ olabilmesi için devletle arayı iyi tutması, pastadan istedikleri payı alabilmeleri için ‘diğerlerinin’ yok sayılması gerekti. Gelir farklılıkları akıl almaz boyuta ulaştı. Üç beş şöhretli iş insanının geliri, Afrika kıtasını aştı.
Gelinen aşamada, daha önceki krizlerinden farklı olarak kapitalizm, bilişim devriminin etkisiyle doğal sınırlarına ulaşmış durumda, çünkü sistemin mantığı çöktü. Kâr etmek için artık önceki gibi bir emek sömürüsüne ihtiyaç kalmadı. Bilişim devrimi, çok daha az insanın emeğiyle aynı verimliliğin elde edilmesine olanak sağlıyor ve daha da sağlayacak.
Hâl böyleyken, artan gelir farklılığı ve ne yapacağını bilmeyen sayısız insan gerçeğiyle karşı karşıya toplumlar. Bunun olağan sonucu, demokrasilerde, bir vaadi kalmayan sistemi ayakta tutmak için tercih edilen ‘ceberrut’ liderlerin iş başına gelişi oldu. Ve tabii aynı olumsuzluk bir yandan da, gelişmiş demokrasilerde dinmeyen halk hareketleri, farklı yaşam formlarına yönelik büyük bir ilgi yarattı. Kapitalizm elinde can çekişen bir doğa, dünya, tükenen kaynaklar ve neyse ki bu deliliğe dünya çapında baş kaldıran, iklim protestosu yapan milyonlarca ‘çocuk’ ve ‘genç.’
Böyle bir dünya krizinin ortasında, Türkiye’de milli gelirin yaklaşık yüzde 55’i, nüfusun yüzde 1’inin elinde. Az gelişmiş, devlet eliyle yaratılmış burjuvazinin ayakta kalmak için muhtaç olduğu kudret yine devlette. Türkiye burjuvazisi, devlet desteği ve kayırması olmadan evinin yolunu bulamaz. Halihazırdaki sıkışmışlığında, devletin, halkın sırtından kendilerini kollaması beklentisiyle davranıyorlar. Kâr oranları azalıyor. Belirsizlik, tahammül edilebilir sınırları aştı. Bu yüzden biraz daha yüksek sesle demokrasiden vs. söz eder oldular. Aksi olsaydı, kuşkusuz herhangi bir adaletsizlikle dertleri olmayacaktı. Hötzötçü yönetim, kendi yoksul tabanıyla, kurtarılması gereken asalaklar (ve o asalakların kendi iç dinamikleri) arasında tercihte zorlanıyor. Son haftadaki gibi iktidar-sermaye ‘atışmaları,’ söz konusu tercih zorluğundan kaynaklanıyor belli ki. Mesele şu: Halkın sırtından kimler, hangi reçeteyle kayırılacak?
Kayırma için o süfli kapitalistlerin ‘gemi’ metaforuna gereksinimi var. Kayırma için o kapitalistlerin geleneklere, göreneklere, milliyetçi duygulara, dini duyguların sömürülmesine ihtiyacı var. Din adamı kisvesine bürünmüş kimi soytarıların yardım ve yataklığına ihtiyacı var. Kayırma için o kapitalistlerin yapmayacağı hiçbir şey, öpmeyeceği hiçbir el yok.
Kapitalistlerin, üstüne üstlük görgüsüzlük ve aç gözlülükle malûl az gelişmiş ülke kapitalistlerinin ‘kâr’ dışında herhangi bir ‘değeri’ yok. Senin görüp huzur bulduğun bir yeşil alanda o villa görür. Senin görüp huzur bulduğun akan suda o HES görür. Senin kıyısında dinlenmek istediğin bir sahilde o paralı tesis görür. Hatta kıyıların en güzelinde, nükleer santral görür. Onun lehine, senin haber alma hakkın engellenir. Senin bilmemen, duymaman, düşünmemen için ne gerekiyorsa yapılır. Sen ölürsün, görülmez. Sen üzülürsün, umursanmaz. İdam edilecek olsan, o sana daha pahalı bir ‘ip’ pazarlamak ister.
Annene sevgini sömürür. Babana sevgini sömürür. Sevdiğine sevgini sömürür. Çocuğuna sevgini sömürür. Dinini, imanını, inancını sömürür. Kültürünü, iyi niyetini, örfünü sömürür. Sömürü düzeninin siyasal temsilcileri ise üç kuruş kazançla zar zor alabildiğin erzakla hazırladığın iftar sofrasına gelip oturur, misafirperverliğini, çaresizliğini sömürür. O yer sofrasının/sininin önüne yarım saatliğine oturur ki, sen yoksulluğunun gerekçesi üzerinde düşünme. Sen onun neden oldukları üzerine, senin yoksulluğundaki katkısı üzerine kafa yorma. Düşünmeni istemez. Zira düşünmek, nankörlüğe yol açabilir!
Kapitalizm, sen o ‘eşitsiz’ yurttaş konumunu yadırgamayasın diye, yaşamın her anını örgütler. Öyle başarıyla yapar ki bunu, sen karnını ‘emeğinle’ değil, birileri sana ekmek verdiği için doyurduğunu zannedersin. "Aman ha, sakın yemek yediğin kaba pisleme" der, örneğin. O kabın ve yemeğin sahibi sensin oysa; işte bunun farkına varmandan ölesiye endişe duyar.
Onlar, senin gariban hanende biraz oyalanır. Bir iki fotoğraf çektirir. Sen mutlu olursun.
‘Piarcı’larının ‘yoksul evi’ olarak tespit ettiği hanelerdeki iftarlarda fotoğraf çektirip yayınlarken, herhangi bir mahcubiyet hissetmezler mi? O yoksullukta bir payları olduğunu düşünmezler mi? Hissetmezler. Düşünmezler.
Kapitalizm, insanı insanlıktan çıkaran, incelikle örgütlenmiş bir alçaklıktır.