Annesi Celeste, ailede başka bir futbolcu istemiyordu. Ona kalsa, oğlunun doktor veya öğretmen olmasını isterdi. Eşi Dondinho, yetenekli bir futbolcuydu. Tek bir maçta beş kafa golü atmasıyla biliniyordu. Ardından sakatlanıp gözden düşmesini izlemek ona çok acı vermişti. Bedenden ise zihne güvenmek daha iyiydi. Bu yüzden oğullarına ampulün mucidi Thomas Edison’dan mülhem Edson adını vermişlerdi. Ve görünüşe göre bu tercihleri işe yaramıştı da. Edson zeki bir çocuk çıkmıştı.
Ama annesinin isteği gerçekleşmeyecek, babasının izinden gidecekti. Tüm dünyanın onu tanıdığı şekilde Pelé’yle tanışması da bu sayede olacaktı. Bauru sokaklarında çıplak ayaklarıyla top sürerken bu isimle bağıracaklardı ona.
Edson, babasına onun için bir Dünya Kupası kazanacağına dair söz verdiğinde henüz dokuz yaşındaydı. 15 Temmuz 1950’ydi. Radyo, Maracana’dan felâket haberleri veriyordu. Brezilya finalde Uruguay’a 2-1 kaybetmişti. Ve babası radyonun başında ağlıyordu. Edson, babasının ağladığını görünce ona bu sözü vermişti. O zaman için imkânsız bir söz gibi görünüyordu. Edson için öyle olabilirdi. Ama Pelé için bu dünyada her şey mümkündü.
SATÜRN’DEN DÜNYA'YA
Nitekim sekiz yıl sonra, daha on sekizine basmamışken, İsveç’te, Dünya Kupası’ndaydı. Edson için bu hâlâ inanılmazdı. Pelé ise Galler’e bir, Fransa’ya üç gol atarak ona cevap vermişti: “Evet, gerçekten buradasın, tüm bunlar gerçek.”
Edson, Pelé sayesinde sözünü tutmuştu, Brezilya sonunda dünya şampiyonuydu. Pelé ise bir siyahî olarak beyazların karşısına dikilerek hem insanlığın o dönemki yasalarını çiğnemiş hem de havada asılı kalarak attığı gollerle fizik kurallarını yerle bir etmişti. Artık ülkesinde bir halk kahramanıydı. Ve futbolun ilk süper yıldızı.
Peki İsveç’teki o Dünya Kupası’nda oynamasaydı bu kadar harika olur muydu? Santos’taki takım arkadaşlarından Pepe, “Belki de dünyanın onu tanıması biraz daha uzun sürerdi. Ancak onun kaderinde dünyanın en iyisi olmak vardı” diyor.
John Berger, “Nasıl karşılaşırsak karşılaşalım, güzellik daima bir istisnadır, hep bir şeylere rağmen var olandır. Bizi etkilemesi de bundandır” der. Pelé de öyleydi.
Futbola başladığında, Brezilya’da siyahîlerle beyazların aynı etkinliklere katılmasını önleyen engeller vardı. Ayağında ayakkabı yoktu, ama insanların ayakkabılarını parlatıyordu. Bu yüzden o her şeye rağmen var oldu. Dünyanın ilk siyahî süper yıldızıydı. Bir istisnaydı. Her adımında bu dünyadan olmadığını hissettiren ilk futbolcuydu. Satürn’den Dünya'ya fırlatılmıştı. Aynı zamanda gelecekten gibiydi. Bugün futbolda icat edilmemiş hiçbir şey kalmadıysa bu en çok onun yüzündendi.
Ondan sonra da çok büyük futbolcular geldi elbette. Ama önce Pelé vardı. Gogol’ün paltosu misali, futbolun tüm büyülü isimleri de onun sarı formasından fırladı. O yolu açandı. Buzu kırandı. Futbola diğer adını verendi: Güzel Oyun. Onun doğuşu, futbolun da yeniden doğuşuydu. Ölümü de futboldan yeri doldurulamaz büyük bir parçayı alıp götürdü. Onun gidişiyle artık bir adı daha var futbolun: Eksik Oyun.
'PELÉ'NİN ÜLKESİNİ GÖREMEYECEK MİYİM?'
1970’te futbol, televizyonlarda ilk kez canlanmış ve renklenmişti. O yıl Meksika’da düzenlenen Dünya Kupası, tüm zamanların en parlağıydı. Çoğu insana göre asla eşi benzeri olmayan bir takımyıldızı parlaklığına sahip ‘70 Brezilya’sı da aynı şekilde. Finalde İtalya’ya karşı elde ettikleri 4-1’lik galibiyet ise Pelé’nin futbol üzerindeki etkisinin silinmez mührüydü. O maçtaki açılış golü, o muazzam sıçrayışı, kafa vuruşu ve top ağlarla buluştuğunda Jairzinho ile tutkulu kucaklaşmaları, Pelé’nin havaya kaldırdığı sağ yumruğu… Futbolun hareketsiz, çerçevelenmiş tek bir fotoğrafı olsa, akla ilk bu an gelir.
Türkçenin en iyi şairlerinden Ülkü Tamer’in de o Dünya Kupası’nın ardından Pelé sayesinde Brezilya konsolosluğundan özel vize aldığını biliyor muydunuz?
Tamer, 1972'de Mexico City'den Rio de Janerio'ya gidecektir. Vize için Brezilya Büyükelçiliği'nin kapısını çalar, ama kimse açmaz. Israrla devam edince yaşlıca bir adam kapıyı açar, Noel tatili nedeniyle elçilikte görevli kimsenin olmadığını, bir sonraki hafta gelmesi gerektiğini söyler.
Kapıyı açan kişiye, "Evet ama yarın Brezilya'ya gitmem gerek" der Tamer. Görevli "maalesef" anlamında kafasını iki yana sallar. Tamer pes etmez, "Ama taa İstanbul'dan geliyorum" der. Görevli yine kafasını sallar. Ardından Tamer, "Ben şimdi Pelé'nin ülkesini göremeyecek miyim?" diye sorunca bu kez görevlinin gözleri parlar: "Siz Pelé'yi biliyor musunuz?"
Tamer ona iki yıl önce Dünya Kupası’nı kazanmış Brezilya Millî Takımı'nı kalecisinden forvetine kadar saymaya başlar: “Felix, Alberto, Everaldo, Clodoaldo, Brito, Piazza, Jairzinho, Gerson, Tostao, Pelé, Rivelino…”
Bunun üzerine görevli, Tamer'i büyük salona davet edip biraz beklemesini ister. Az sonra pijaması ve robdöşambrıyla büyükelçi gelir, "Arkadaşım Brezilya Millî Takımı'nı ezbere saydığınızı söylüyor" der. Tamer hiç beklemeden bir kez daha sayar kadroyu ve büyükelçiyle koyu bir futbol sohbetine başlarlar.
Ardından büyükelçi masadaki çıngırağı sallayıp başka bir görevliden mührü getirmesini ister. "Brezilya şampiyon oldu, ama golü siz attınız" diyerek özel vize anlamına gelen mührü pasaporta basar. Ertesi gün Rio Havalimanı’nda ahiret soruları sorulan yolcular uzun bir sıraya dizilirken, özel vizeli Ülkü Tamer krallar gibi yoluna devam eder.
Şimdi cennetin krallığının kapıları da futbolun kralına ardına kadar açık. Girişte büyük bir karşılama töreni. En başta Didi ve Garrincha, sonra Johan Cruyff ve Diego Maradona. Ülkü Tamer de orada mıdır? Peki ya Pelé’nin büyük hayranı canım dedem? Elbette oradalardır. Tüm zamanların en iyi futbol takımı göklere taşınmış. Hiç kaçar mı?