İtiraf etmeliyim; dinliyorum, okuyorum, izliyorum ama gittikçe
daha az kavrıyorum. Olan biteni anlamlandıramıyorum artık. Her şey
öylesine birbirine girdi ki ben pes ediyorum. Sizi bilmem. Beynin
de bir istiap haddi var tabii. Benimkisinin devreleri yanmak üzere.
Bir anlasam size de anlatacağım ama anlamıyorum işte. Haksız mıyım
sizce? Anlatayım kararı siz verin.
Korona ile başlayacağım. Bir ülkenin yöneticileri, aldıkları
kararların sonuçlarının binlerce cana mal olduğunu bile bile o
kararlarda ısrarcı olmaz değil mi? Hayatın kendisi, doğanın mantığı
bize böyle söylüyor. Ucunda ölüm varsa, küresel salgının
bitirilememesinin sorumluluğunu paylaşmak söz konusuysa bir
yöneticinin bu sorumluluğu azaltacak, ölümleri durduracak
politikaları uygulamaya koyması beklenir. Görünüşte bunun öyle
tartışılacak bir yanı da yoktur. Peki ama eğer yaşamın mantığı bize
bunu söylüyorsa, mart ayından bu yana Türkiye’de salgının kontrolü
amacıyla izlenen politikaları, alınan kararları nasıl
açıklayacağız? Gerçeğin üzerinin örtülmesinin iktidara da bir
yararı yokken neden ısrarla istatistikler saptırıldı? Hükümetin,
ülke tarihinin gördüğü en büyük ekonomik bunalımın içindeyken
turizm gelirlerini kaybetmeme telaşı, her şeyin yolunda gittiği,
başarıdan başarıya koşulduğu izlenimi yaratma gayreti, yaratılan
yeni sistemin açıklarını gözlerden ırak tutma arzusu gibi pek çok
açıklama yapılabilir, yapılıyor da. Ama küresel ölümcül bir salgın
söz konusuyken bunların hiçbiri, gerçeğin üzeri örtülerek yaratılan
zararın açtığı gediği kapatmaya yetmiyor. Benim de aklım böylesi
bir tercih yapılırken içinde bulunulan öngörüsüzlüğün, körlüğün
dehşetengiz büyüklüğü karşısında karışıyor. Anlayamıyorum. Hatta
dehşet içinde kalıyorum. Laf çevirme ustası haline gelen
bakanların, bürokratların, onlar adına konuşan sözüm ona
gazetecilerin kendilerini düşürdükleri durumu görememeleri de beni
dehşete düşürüyor. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum.
YETER!
İstifalar mesela… Ne kadar istifa denebilirse artık. Bir bakan
Instagram hikayesi olarak istifasını kamuya açıklıyor. Üstelik
ekonomiden sorumlu bir bakan bu. Saatler sonra “görevden
affedildiği” açıklaması geliyor. Bu çıkışın nedeni hâlâ
tartışılıyor. Binbir Gece Masalları sönük kalır aktarılan “kulis
bilgileri (!)” yanında. Her biri ayrı masal. Peki ne oldu da böyle
bir görevden af meselesi ortaya çıktı, bunu anlamak bu kadar önemli
mi? Oysa bu siyasal magazinin arkasında asıl dehşet verici olan,
bakanların politikaların belirlenmesine ve uygulanmasına özgür
iradeleriyle katılmalarının imkanının Osmanlı’nın kulluk sistemini
andırır biçimde ortadan kaldırılmış olması değil mi? Unvanı bakan
olanlar kendi iradeleriyle istifa bile edemiyorlar. Kamu görevlisi
değiller artık. Siyaseten bekaları tek adamın iki dudağı arasından
çıkacak bir sözüne bakıyor. Padişahın kulu sayılan Osmanlı
vezirlerinden farkları yok. Padişah arkasını dönünce birtakım
entrikalarla kendi çıkarları için eyleyen o vezirler gibi,
anlaşılan bunlar da yerlerinde kalabilmek, elde ettikleri çıkarları
sürekli kılabilmek için meşruluğu tartışılır ilişki ağlarını,
cemaat ilişkilerini kullanmaktan çekinmiyorlar. Aslında
güvenebilecekleri başka bir şeyleri de yok. Ben burada yönetsel
yapının unsurları arasındaki ilişkinin artık modern devlete özgü
kavramlarla açıklanamaz hale geldiğinden başka bir şey göremiyorum.
Ortaya çıkmakta olanı, herhalde dehşetin yarattığı bir
kıpırtısızlıkla izleyen koca bir ülke, kendi enkazı altında kalmaya
yaklaşırken öylece bakakalan bir ülke görüyorum. Hele bazılarının
bu yıkımdan kendisi adına bir fayda elde edebileceği masalına
sonuna kadar inanmış olması karşısında paniğe kapılıyorum.
On dokuz yıla yakın bir süredir iktidarda olan bir siyasal parti
içinden yetişmiş politikacılar, en tepedekinden en alttakine,
sürekli muhalefette gibi davranıyor. Bunca zamandır
değiştirmedikleri yasa, dokunmadıkları norm kalmadı aslında. Ama
yine de bütün bu zaman zarfında öznesi oldukları eylemlerin
hiçbirinin sorumluluğunu üstlenmiyorlar. Son günlerde yine hukuk
reformundan söz etmeye başladılar. Hukuku yerle bir eden onlar
değilmiş gibi. Çoklu baro sistemi son hamleleri değil miydi? Hukuk
reformu dile gelince, bunca hukuksuzluğa herhangi bir itirazını
duymadığımız (veya en azından ben duymadım) hukukçu Bülent Arınç,
derin bir uykudan uyanırken üniversitede öğrendiği evrensel
ilkeleri anımsamış olacak ki ortaya atılıverdi. İnanın ne bu çıkışı
anladım ne de Cumhurbaşkanı'nın bu çıkıştan rencide olmasını.
Rencide olan olana… Ayrıca istifa edecek olan eder değil mi? Yok
öyle değilmiş. Cumhurbaşkanı'nın atadıkları ancak onun izniyle
istifa edebiliyorlarmış. Aklım almıyor benim bu biat anlayışını.
Anlamıyorum yahu, gerçekten anlamıyorum. Onlar rencide
olmuşluklarıyla atışırken adları üzerinden birbirlerine
çıkıştıkları Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş yıllardır tutuklu.
Yeni rejimin tutsağı yüzlercesiyle birlikte… Bir yandan hukuk
reformundan bahsederken, öte yandan da “bazılarının” asla gün yüzü
göremeyeceklerini ima etmek nedir? Şahsım devletinde hukuk böyle
şahsi kin gütmelere kurban ediliyor işte. Gerçekten pes!
Hukuk reformu müjdesi (!), haklar ve özgürlükler meselesinin
bizzat Adalet Bakanı'nca dile getirilmesinin şokundan henüz
kurtulamamışken, Alaattin Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’na yazdığı tehdit
mektubunun ardından bizzat Devlet Bahçeli tarafından dava arkadaşı
ilan edilerek korunmasına tanık olduk. Eşzamanlı olarak
Cumhurbaşkanı Kürt sorunu olmadığını ilan etti. Terörle mücadele
vardı. Atanan kayyımlarla mükemmel biçimde yönetilen kentleri
sıraladı. Buralarda büyük işler başarılmıştı. Derin devletin
mafyatik bağlantıları artık gün gibi ortadaydı. Kimsenin kimseden
saklayacak bir şeyi de yoktu. Derin devlet üst düzey
politikacılarımızın iftihar dolu sözleriyle böylesine apaçık ortaya
serilirken sizin gözleriniz büyümüyorsa, kulağınızın işittiğini
beyniniz almayı reddetmiyorsa sorun bende demek ki… Pes ediyorum
ben de.
Son söz, kadına yönelik şiddetle mücadele ile ilgili. Her
sayının eğilip büküldüğü bu ülkede erkek şiddetine kurban verilen
kadınların sayısında bir azalma olduğu müjdesini veren bakanın
inandırıcılığı bir yana, şiddeti yine ahlaki zeminde “ayıp”
sözcüğüyle kınamasının bende yarattığı duygu sadece ve yine dehşet.
İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmeyi aylarca gündemde tutan bir
hükümet, kabadayılara yaraşır bir dille kadına yönelik şiddeti
ayıpladı. Bu cümleyi yazarken bile beynim isyan halinde.
İşledikleri suçtan utanç duymaya davet edilen erkekler, yine
yırttı. Ben öyle anladım. Utanç duyduklarını, pişman olduklarını
ama tahrik edildiklerini, yoksa kendilerinin öyle kadına el filan
kaldırmayacaklarını üzerlerinde eğreti duran ceketin yakasına doğru
boyunlarını bükerek söylediklerinde hakimler de affeder artık o
erkekleri. Ne de olsa “iyi hal” söz konusu. Utanmışlar ya! Pes!
Liste uzayıp gidiyor. Bir girdabın içinde savruluyoruz. Benim
dehşetim büyüyor. Pes diyorum pes!