Peyk'le çorbacıda buluştuk!

Peyk'in solisti İrfan Alış'la söyleşmek üzere konser çıkışı çorbacıda buluşmak için sözleştik. Güzel bir konser, lezzetli bir çorba ve kafa açan bir sohbetle geçen gecenin etkisi uzun süre geçmeyecek...

Abone ol

DUVAR - Peyk'in solisti İrfan Alış'a Facebook'tan mesaj yazdım. Antalya konseri öncesi ya da sonrası vakit olursa onunla görüşmek ve İrfan Alış portresi yazmak istediğimi anlattım. İrfan Alış “Tamam,” dedi ve buluşmak için konser sonrası gidecekleri çorbacıya davet etti beni.

İrfan Alış, toplum normlarına uyarlanmış bir insan değil. Sohbeti de öyle. Başlıyor ama nerede bitireceğini hiçbir zaman kestiremiyorsunuz. Bu yüzden de benzersiz ve tekrarı mümkün olmayan bir konuşma çıkıyor ortaya.

'KİM SANA 'BUNU YAP' DİYOR?'

Peyk'in temeli 1991 yılında Bakırköy Ebuzziya caddesindeki tren istasyonunda atılmış. O vakitler İrfan Alış ve gitarist Serdal Ersoy istasyonda ve civarında işporta tezgah açıyorlarmış. İrfan Alış eşofman altı, Serdal Ersoy ise çim adam satıyormuş. “Galiba bir önceki sene gittik ve gördük. Hatta ağlayacaktık orada biliyor musun. Tren istasyonunu kapatmışlar; artık orası kapalı. Oysa bizim çok anımız var orada; Peyk'in müziğinin ilk günleri orada başladı. Her şey aslında orada başladı yani. İnanılmaz bir başlangıç bence,” diyor İrfan Alış o günler için ve ekliyor: “Peyk diye bir şey yoktu, her şeyden önce biz arkadaşız. Yıl 91, Serdal'ı o günden beri tanıyorum. Müzik dış kapı mandalı yani.”

Ama Peyk iyi müzik yapıyor. Sanırım iyi olmalarının da en önde gelen sebebi bu. İrfan Alış, “Yani birçok insanın hayal ettiği şeyi yapıyoruz. Ve birçok insana yapılmamış teklifler de bize yapılıyor. Ama bizim amacımız o değil. Bizim amacımız, onlara hiç bulaşmadan sadece üretim yaparak bir şarkı ile nereye gidebiliriz. Promosyon olaylarına girmeden, bilmem bir sürü şeye koşturmadan, işin kolayına kaçmadan yani. Hani Nâzım da diyor ya, işin kolayına kaçmadan, onun gibi yani. Bir şeyi yapmak, devirmek, var olan sistemi iyiye doğru götürmek yani,” diye anlatıyor bu durumu.

'KARE KAFA, İŞİN ASLI BÖYLE'

“Bir araya gelmemiz tamamen rastlantı,” diyor İrfan Alış “İyi gitar çalamayan bir gitarcı vardı, kafada başlar her şey.” Serdal Ersoy ekliyor: “Hâlâ çalamıyor!” “Bir kere, bir yetenekle doğuyorsan, varsa o, vardır. Yoksa da yoktur. Ama sadece yetenekle de bu iş olmuyor,” diyen İrfan Alış devam ediyor: “Bu ülkede hikâye anlatan çok insan var, boş hikâye ama. Berbere gidersin, 10 dakikada her şeyi anlatır. 'Şu çocuk var ya, babasının parasını yiyor' der. Ama çocuğa sorsan, bilmem nerede okuyorum, projeler yapıyorum diye anlatır. Ama herif işsizdir yani. Ben de öyleyim; anlatıyoruz işte, müzik yapıyoruz falan diye. Peyk müzik filan yapmıyor, kayıt yapıyor. Şu haliyle bile insanlar şaşırıyorlar. 'Bir sürü enstrüman filan var, nasıl buluyorlar' diyorlar.”

Soldan sağa grup üyeleri: Barış Tokgöz, İrfan Alış, Serdal Ersoy, Ertan Çalışkan, Özgür Ulusoy

Serdal Ersoy araya girip “Bir de bir şöyle bir şey var, dünyada bir benzeri yok; bizim müziğin benzerini yapan birileri, bir grup yok,” diyor. İrfan Alış, “Özgün bir şey olmalı, kendine özgü,” diye onu destekliyor ve Serdal Ersoy şu örneği veriyor: “Moğollar Düm-Tek albümü yaptılar, onunla hikâye bitti. Ondan sonra bin tane daha şarkı yapsalar da o başkaydı, onu aşamadılar. Hatta o albümle ödül aldılar, bir sonraki sene Jimi hendrix'in aldığı ödülden bahsediyorum. Şu ana kadar başarılmış en büyük müzik olayı.”

'KİM 'KÖŞELERİ KAP' DİYOR?

İrfan Alış sözün burasında direksiyonu başka bir yöne kırıyor: “Mesela bir sürü genç çocuk var, bu çocuklar yıllardır var. Bunların peşinde bir takım piyasa insanları var. Onları sahnelere götürecekler ve onlar çalışacaklar. Onların ekipleri oluşacak, sektör oluşacak. Ve sonra bu çocukları belli bir sistem içerisinde bir şeye kanalize edecekler. Dolayısıyla bu onlar için dönüştürücü olmayacak, sistemin içine girip entegre olacaklar. Ama eğer boktan bir sistem varsa ortalıkta, ki öyle: Şu anda kayıt yapılan her müzisyen sadece yüzde 8 alıyor. YouTube para vermiyor. Spotify veriyor mesela, 3 - 4 şarkıda bile çok faydasını gördük. Plak şirketleri para vermiyor, seni desteklemiyor. Plak şirketleri senin varolan enerjini alıp, kartel oluşturup 'bizden başkasına gidersen' diyor, mesela bir tane mekân var, 'biz orayı kapattık' diyor, 'sen oraya giremezsin.'

“Binlerce menajer çarpışıyor hafta sonları; çaldıralım, bilmem ne yapalım falan. Ama Peyk'in konser yapma sorunu yok. Ben düğün salonu kiralarım, yine konserimi yaparım. Buraya iki kere geldim hayatımda. Hiç kimseyi tanımam etmem. İnsanlar toplanmış gelmiş; ama 100 kişi, ama 50 kişi, ama 500 kişi, ama 200 kişi; fark etmez. Çaldık biz bu insanlara, geçen sene de çaldık. Bizim için önemli olan sahneye çıkıp şarkılarımızı çalmak. Bunun dışında bir şey yok. Sahne şovumuz yok, gereksiz tanıtımımız yok; bilet sattık ve yürüdük. Devam ediyoruz Ankara'ya.”

“Sadece müzikten para kazanmanın yolu yok mu?” diye soracak oluyorum, İrfan Alış yanıtlıyor: “Sadece müzikten para kazanmanın bir yolu var. Mesela bir menajer ayarlarız, o da ayda on tane konser ayarlar, festivaller bulur, onlara çıkarız, rahat olursun; ama gıkını çıkarmayacaksın fazla.” “Niye istemiyorsunuz böyle bir hayat?” diye bir kez daha sorduğumda ise “Niye isteyeyim ki öyle bir hayat, kaç para verecek o hayat benim özgürlüğümü elimden almak için?” diye yanıtlıyor.

Sonra yine devam ediyor: “Hepimizin bir sorunu var ekonomik anlamda. Biz bunu dışarıda çözüyoruz. Müzikle fazla karıştırmadan. Biz mesaj verme kaygısında değiliz, hikâye anlatıyoruz; benim hikâyem de bu. Niye bilmediğim şey hakkında konuşayım, bildiğim şey bu.” O zaman o hikâyenin nerede, nasıl başladığını öğrenmek istiyorum.

'SULU BİR ŞAKA BU HAYAT'

Hikâye İrfan Alış'ın içine doğduğu koşullarda başlıyor: “Ben 13 yaşında çocuk işçi olarak hayata başladım. Babam işten ayrılmıştı. Ve benim hayat şartlarına bakışım farklı. Mesela kurban bayramlarında, 'hayvanlar ölüyor' filan falan diye düşünemiyordum bile. Çünkü sadece kurban bayramlarında et yiyorduk biz. Diğer zamanlar et olmuyordu evde. O yüzden kurban bayramını bekleyen bir çocuktum ben. Mesela şimdi hayvanları yememe mevzusunu anlayabiliyorum. Ama o zamanlar bunu anlayacak şartlarımız yoktu. Duygusal yaklaşmaya da gerek yok, şartlar buydu; anne işçi, baba işçi.

“Çocukluğunda müzik yapmam zordu; çünkü çevremdeki insanların müziğe bakışı bambaşkaydı. Mesela öğretmenlerim bendeki yeteneği defalarca keşfetti. İlkokul, ortaokul; hocalar geldi, bu çocuğu konservatuvara yazdırmanız gerekiyor çünkü bu çocuk çok yetenekli falan filan. Çünkü ben hakikaten sıfırdan melodi üretebilen biriyim. Böyle bir şansım var. Ama bunu görebilen birkaç insan da ailemi ikna edemedi o zamanlar. Çünkü annem ve babamın düşüncesi şuydu; bizim gibi adamlara bu işler olmaz. Bunlar zengin işi. Kafa öyle yani, anladın mı?

'VAROLAN KATLANMAK ZORUNDA'

“Bir yandan da onlara hak vermek lazım çünkü annem ya da babam bir ay işsiz kaldığında aç kalacak durumda olduğu için, bunun korkusunu yaşayan insanlar. Soluk bile alamıyorlar. Ya şimdi düşünelim, Suriye'den gelen bir aile mesela. 500 liraya bile çalışıyorlar. İşte tüm aile 2000, 3000 lira ile İstanbul gibi bir yerde tutunmaya çalışıyorlar. O miktarda parayı toparlamak da büyük bir başarı. Çünkü Suriyeli dediğin anda yarı fiyatına çalışıyorsun. Mesela mandalina bahçesinde çalıştırılan, tarımda çalıştırılan Suriyelilerin halleri içler acısı. Zaten kapitalizm de bunu anlatır insana: Sen Suriyelisin, zaten para isteme kardeşim! Bak! Şurada bir kadın yatıyor. Antalya'da belki şu anda 75 bin tane daire boş. Her şey budur işte, dünya budur.

“Önceden Bulgaristan'dan gelen 'soydaşlarımız' vardı, muhacir. Onlara da aynı muameleyi gösterdiler. Sonra onların çocukları büyüdü, çoğu doktor oldu; zaten bizden daha kalifiye insanlardı, şimdi hepsi kendi işlerini kurdular, kendilerini kurtardılar. Ama ilk geldikleri zaman, o yaşlıları hatırlıyorum, üstlerindeki önlükleri çıkarmazlardı. Komünist düzenden geldikleri için işçi sınıfı, sınıf bilinci vardı yani adamlarda. Mavi işçi önlükleri, kafalarında da böyle siyah garip bir şapka vardı. Ve çok güzel sucuk, rakı, şarap yaparlardı. Her şeyi yapmayı bilirlerdi. Ve biz o yüzden onlarla 'Bulgar muhaciri' diye dalga geçerdik. Çünkü biz de Karadeniz muhaciriydik. Onu aşağılamaya çalışırdık.”

'HER YOL ROMA'YA ÇIKMAZ'

Bir sorunun hiçbir zaman tek bir yanıtı yoktur. Dolayısıyla hikâye burada bitmiyor. Şöyle devam ediyor İrfan Alış: “Ben askerden önce müzik yapmıyordum hiç, elime gitar dahi almıyordum. Ne zaman doğudan döndüm, müziğe başladım. Çünkü doğudan dönünce hayatımın gerçekleri değişti. Doğuya gitmeseydim büyük ihtimalle sigortalı bir iş bulup, evlenip çoluk çocuğa karışmış biri olacaktım. Hep fakir çocukları vardı orada, koğuşun en zengini bendim, düşün.

“Müzik genetik de olabilir. Mesela babam çok iyi söz yazardı, şarkı sözü değil, şiir. Amcam çok güzel şarkı söylermiş filan, öyle şeyler söylerler. Çok iyi sesi varmış. Ama onların hiçbiri benim yaptığım tarz müzikle ilgili değil. 15 yaşında falan ilk kez Nina Simone'un sesini duyuyorum; ama Nina Simone olduğunu bilmeden! Ve ondan sonra şarkıyı ezberlemeye çalışıyorum hızlı hızlı; çünkü radyoda şarkı bitince bitecek. Ve muhteşem bir şarkı, hemen hissediyorum. Nasıl hissediyorum bilmiyorum, bir şarkı iyi ise iyidir.

'YALAN, DOLAN, TALAN, DOLAN'

“Türkiye'de üretilen müziklerin büyük kısmını beğenmiyorum. Bunun öyle ukalalıkla, ben her şeyi bilirimle, entelektüelikle ilgisi yok. İyi değiller; çünkü evrensel değiller. Ama insanların tercihidir, saygı duyuyorum. Sonuçta insanlar politikacıları da seçiyorlar, ona da saygı duymak zorunda kalıyoruz. Ben politikacıları yetersiz görüyorum. Neden yetersiz görüyorum? Politikacı olmayı bir meslek olarak kabul ettikleri ve o formları değiştiremedikleri için. Politika yasal dolandırıcılıktır. Neyse! Aynı şekilde müzisyenler de, hekimleri de, öğretmenler de var. Kalıpları yıkamayan insanlar.

“Nina Simone'un önce sesinden etkilendim, daha sonra hikâyesine baktım. Benimle çok benzer yönleri var. Niye? Çünkü o da acılar çekmiş, gereksiz konuşmuş, her şeye el atmış, gitmiş siyahlar için direnişlerde çalmış. Ve sonunda rezil olmuş; hastalıkları var, depresyonları var. Sanatçılardan örnek insan arayan insanlar var bu ülkede; 'sanatçı örnek olmalı bu topluma.' Niye örnek olacağım abi bu topluma? Bu toplumun neyine örnek olayım. Bu toplum ördeğe tecavüz ediyor abi! Bu toplumun önemli bir kesimi kadın şiddetine legalize etmiş!

“Serdal diyor ki, 'İrfan ne kızıyorsun ya, Pink Floyd bile sevmeyen insanlar var!' Ha onlarla çorba içmeye gideceğimi çok fazla düşünmüyorum; önyargılıyım yani. Büyük ihtimal 'öküzdür' diyorum yani.”

Bu arada, bahsi geçen çorba da nefis! İlk kez tattığım “kaşık batmaz” adlı bir çalışma. Zaten İrfan Alış çorbamızı içerken “Konser filan hikâye, bu çorbayı içmeye geldik abi! Bak bu gerçek, gerçek bir yemek işte” demişti. Yemeği çıkar, müziği koy, Peyk'in tarifi işte: Gerçek müzik.

'AĞARDI RENGİ, SAKALIMIN, SAÇIMIN'

Bu gerçeklik halinin İrfan Alış'ın çalıştığı işlerle de bir ilgisi var: “Şu ana kadar yaptığın işleri sayarsan 15'i falan buluyor. Mesela şimdi müteahhitliğe başlayacağım. Garsonluk yaptım, çekirdek sattım, dönercide çalıştım, İngiltere'de tarlalarda çalıştım, sokaklarda çaldım İspanyollarla iki buçuk ay, gezdim, alüminyum doğrama, pimapen, elektrikçilik, gazete bayiliği, kaynak makinesi distribütörlüğü, otel fotoğrafçılığı, butikçilik, tekstil toptancılığı, işportacılık yaptım, eşofman altı sattım; Serdal da çim adam sattı!

“Peyk şarkılarını seven insanların yaşları belli bir seviyenin üzerinde oluyor. Sözleri anlıyor, 'yaşanmışlık var' diyor, samimi buluyor. Şimdi benim anlatmamı boş ver; ben ne üretmişim ona bakalım. Ben oradan, o geçmişten, mesela senin kafanda nasıl bir Peyk var, diyorsun ki 'elit bir müzik, herkes gibi değil'; kafadan bunu diyorsun yani. Anlaması zor, bilmem ne; bu imajı vermiş mi sana. Niye vermiş? Çünkü öyle bir müzik. Benim ne olduğumun önemi yok artık; çünkü ben oyum aslında. Ben ne anlatırsam anlatayım, o sözleri yazan benim.

'MAKİNELER YORGUN, İNSANDAN...'

“Fabrikada işçi olmak nasıl bir şey biliyor musun? Pavlov'un Köpeği gibi. Günde 3 kez zil çalıyor. Herkes hazırlanıyor zil çalmadan bir dakika önce. Tuvalete gidiyorlar filan falan. Neden? Çünkü çişe filan zaman harcamak istemiyor. O an 15 dakika çay molası var ve 15 tane dakikayı dibine kadar kullanmak için bütün çişler önceden yapılıyor. 'Niye beş dakikamı tuvalette harcayım, kuyruk oluyor bilmem ne oluyor' diye düşünüyor. Orada da usta başları oluyor, 'olmaz' diyor '15 dakikada gidin.' Genelde eski astsubay oluyor bunlar. Onlar arasındaki mücadele işte.

“Şimdi bir şarkı yazıyorum. Mesela ben küfre doğru gidiyorum devamlı. Küfür kullanma gibi bir alışkanlığım var. Toplumla ilgili bir sıkıntım var; bu ikiyüzlülükten tiksiniyorum. Müzisyenlerin de ikiyüzlü olmaları, yırtmaya çalışmaları, küçük hesaplar peşinde olmalarından aynı şekilde. Oysa ona gerek yok, zaten yırtacaksın. Sadece iyi müzik yapmalısın. Ama o diyor ki, ben bilmem kimi kovalamalıyım.

“Son zamanların popüler isimlerine bakalım mesela; müziği bana çok uzak olanlar değil de yine bizim gibi bağımsız takılan şarkıcılara bakalım. Ben sadece dinlerim ve müziğine, söylediklerine bakarım. Tek kriterim bu. Ama Türk toplumu öyle değil. O der ki, '100 milyon izlenen şarkıyı dinledin mi?' 100 milyon dinlendiği için dinlemek istiyor. Sırf kazandığı için büyük takımı tutan insanlar gibi.

'GÖZ ALICI VE GÜZEL'

“Bugün çok içtendi, güzeldi. Subbass yok, ses ayarı yok, vokalimi duyamıyorum, açamıyorlar çünkü. Oradaki ses sisteminde basslar yok, davulu arkadan duyuyoruz. Reverb yok, tune yok. Ama tesisata bok atan müzisyen de, müzisyen değildir. Bildiğin ezbere çalıyoruz yani. Ama siz dinleyici olarak bunu hissetmiyorsunuz. Ben mesela saklanıyorum müziğin içinde duyamadığım zamanlarda. Maç günü, maç saatinde (Türkiye-İzlanda maçı) konser yaptık ve doluydu. Ha, maç olduğunu bilseydik konseri de almazlık yani.”

İrfan Alış'ın İngiltere'de tarlalarda çalıştığını duydunuz az önce. Peki, neden gitmiş oraya, neler yapmış? Şöyle yanıtlıyor: “Yırtmaya gittim. Herkes gibi. Eğitim bu işte. Okul insana hiçbir şeyin okulda öğretilmeyeceğini öğretir. Tarlalarda mevsimine göre Brüksel lahanası, lahana, patates, çilek topladım. Bir de karakollarda mankenlik yaptım. Hani suçlular var ya, Olağan Şüpheliler, 11 kişi lazım. Böyle, suçluyu araya koyuyorlar, 10 pound. Öyle rahat iş ki, lazım olunca seni arabayla alıyorlar, 10 dakika sonra paranı veriyorlar, imzanı atıp gidiyorsun.”

'NE OLDU BANA?'

Peyk şu isimlerden oluşuyor: İrfan Alış (vokal), Serdal Ersoy (gitar), Ertan Çalışkan (davul), Özgür Ulusoy (keman,klavye), Barış Tokgöz (bas). Ve o gece onlarla yeterince konuşamadığım için kusura bakmasınlar. Muhtemelen onlar da hallerinden memnunlardı bu konuda, neyse. Başta da söylediğim gibi, amacım bir İrfan Alış portresiydi. Fakat kendisiyle tanışınca bunun o kadar da kolay olmadığını tecrübe ettim. Evet, büyük oranda ona dair bir fikir edinecek kadar kendisi hakkında bir dolu şey anlattı. Ama daha konuşacak çok şey, söylenecek çok şarkı var.

Zaten bir yerden sonra İrfan Alış “Röportaj burada biter, biz gidiyoruz yatmaya,” dedi ve bitirdik. Umarım bu bitiş şimdiliktir ve devamı gelir...

O geceye ait plansız bir şekilde, bir anı olsun diye Sobe isimli şarkıyı kaydettim. Ses kötü oldu ama İrfan Alış'ı izlemek keyifli: