PhilHelenizm: Olimpiyatların icadı ve Avrupa tahayyülü
Olimpiyatlar, icad edilmiş bir gelenektir, Antik Yunan’ı ve Avrupa’yı aynı kökene bağlar ve böylelikle bilhassa Almanya ve Fransa, PhilHelenizm denilen hamilik hikayesi üzerinden, Yunan yarımadasını ve Küçük Asya’yı hem fiilen, hem arkeolojik, hem de coğrafi olarak kolonize etme hakkını kendisinde bulur.
Johann Joachimm Winckelmann, modern sanat tarihi, estetik ve
arkeolojinin kurucusu olarak kabul edilir. Onun sanat, estetik,
heykel üzerine yapmış olduğu, tanımlama, tasnif ve restorasyon
çalışmaları, Avrupa fikrinin ortaya çıkmasında, en az Erasmus, Kant
ya da Napoleon’un katkıları kadar önemlidir, hatta belki daha
önemlidir. Winckelmann, özellikle “Lacoon” heykel
grubu, “Kızını Koruyan Niobe” ve “Ölen
Galyalı” gibi heykelleri dönemleyerek, tarihsel dönemleri
estetik yaklaşımlara göre ayırır ve bu ayrıştırmadan da, Yunan ve
Roma medeniyeti arasındaki farkları temayüz etmeye koyulur. İlk
bakışta önemsiz gibi görünen bu tasnif, pek çok bakımdan önemlidir,
öncelikle Yunan ve Roma arasındaki oran-orantı ve simetri
farklılıkları etraflıca belirlenir. Fakat, Winckelmann’a
göre, kategorizasyonda, simetri ve oran-orantı meselesinden
daha önemli olan, heykellere sinmiş olan duyguların ruhudur.
Dolayısıyla, Avrupa aslında belirli bir simetri, bir medeniyet
tahayyülü ve bunların tüm üsluba yansıdığı bir duygulanım
biçimidir. Bu duygulanımlar ve estetik nizamın arkasında da
elbette, Antik Yunan dünyasının, bilhassa ‘eros’ta cisimleşmiş
olan, erdemleri ve Diyonizyak coşkusu vardır.
Bu estetizasyon, simetri, üslup ve
duyguların kaynağı ise Roma değil,
Winckelmann’ın(1) sıklıkla vurguladığı üzere,
Yunan medeniyetidir. Fakat burada mesele Roma’nın, Yunan
medeniyetinin arkasından gelmesi değildir; asıl mesele, Yunan
medeniyetini doğurmaya azmetmiş tarihsel koşullar, felsefi birikim,
Akdeniz coğrafyasının Ege’ye bakan ılıman yüzü ve Mısır’dan miras
kalan mimari-estetik üslubun üzerine eklenen Yunan estetiği.
Winckelmann’ın Yunan medeniyeti, estetiği ve felsefesi üzerine
düşüncelerini, heykeller ve sanat tarihi üzerinden anlatmasının
ardından, iki şey ortaya çıkar; birincisi Neo-Klasik dediğimiz,
bilhassa Antik Yunan’ın mimetik taklitine dayanan sanatsal akım,
ikincisi de günümüz Türkçe’sine Yunanseverlik (Eski Türkçe ile
Yunanmuhipliği) olarak çevirebileceğimiz
PhilHelenizm(2).
Winckelmann’ın duygu ve estetitazyon olarak Avrupa idealine, 18.
yüzyıldan itibaren başka önemli Avrupalı düşünürler ve siyaset
bilimciler önemli katkılar yapar. Örneğin, Montesquieu, Yunan
yarımadasını yumuşak iklimi ve verimli toprağı üzerinden görür.
Hegel “Tarih Üzerine” isimli çalışmasında “Hiçbir yerde kendimizi
Antik Yunan’daki gibi evimizde hissetmeyiz” diyerek Avrupa merkezli
tarihin Yunan medeniyeti ile başlatılmasına büyük bir katkı sunar.
Friedrich August Wolf, Wilhelm von Humboldt, J.W.Goethe, Friedrich
Hölderlin, Victor Hugo ve Yunan bağımsızlığından sonra,
Yunanistan’da hükümdarlık yapmış olan Alman kralı Otto ve
Osmanlı’ya karşı Yunan isyanının ruhani lideri sayılabilecek Lord
Byron, Aleksandr Puşkin, D.Lloyd George en bilinen PhilHelenlerdir;
Antik Yunan’ın ruhunun diriltilmesi ve Avrupa medeniyetine can
vermesi için, pek çok neşriyat yaparlar, kulisler, cemiyetler
kurarlar, pullar, görseller hazırlarlar.
Ayasofya, Akropol, Yunan Tanrıçalar ve önemli
PhilHelenler
Talancı arkeolojinin kurucusu Shliemann(3)
1870’lerde Çanakkale Boğazı (Hellaspont) ve Hisarlık Tepesi
bölgesinde yaptığı yasal ve yasadışı kazılar aracılığıyla Truva’yı
ve Priamos hazinelerini bulduğunda ise Homeros’un destanlarında,
Perikles’in konuşmalarında ya da Heredot’un kroniklerinde yer alan
Yunan mitolojisi birden bire ‘gerçek’ haline gelir. Artık mitoloji
ile gerçek iç içe geçmiştir, Homeros’un destanlarındaki Yunan
medeniyeti vardır ve Avrupa medeniyetine kaynaklık edecektir.
Fakat, bu Avrupa nasıl bir Avrupa olacaktır, daha doğrusu,
Avrupa kendisini dünyanın merkezi haline getirirken, hangi Yunan
medeniyetine ya da hangi Yunan kentine bakacaktır? Tahmin edileceği
üzere, daha militer, daha şoven ve proto-faşist bir memleket olan
Prusya (Almanya) imparatorluğu, kas gücü, disiplin ve savaşçılığın
Yunanlılığı olan, Sparta kent devletini Avrupa’nın kerterizi haline
getirmeye çalışmaktadır; Fransa’nın liberal 3. Cumhuriyetçileri ise
Perikles’in konuşmasında öve öve bitiremediği, ticaret, felsefe ve
medeniyetin merkezi Atina’yı Avrupa’nın merkezi haline getirmek
istemektedir.
18. ve 19. yüzyıllar dolayısıyla, Yunan kent devletlerinin
tarihi, militarizmi, felsefesi ve konumuz bağlamında gymnasyumlara
atfettikleri anlamlar üzerinden, pedagojide beden ve zihin
eğitiminin dozu üzerine uzun tartışmaların sürdüğü bir dönemdir.
İşte bu noktada (Foucault’un anatomo-politik dediği dönem) bedenin
Avrupası, Avrupanın bedeni, bedenin estetiği, bedende kas, toplumda
beden, bedenin militerleşmesi ya da bedenin zihinsel eğitim
aracılığıyla bilgeleştirilmesi gibi konular tartışılırken, Antik
Yunan’da etraflıca tartışılmış olan gymnasium ve olimpiyatlar
meseleleri gündeme gelir. Almanya ve Fransa artık, Mezopotamya,
Afrika Anadolu ve Mısır’ı arkeolojik olarak talan etmekle
kalmamakta, kadim festivalleri ve gelenekleri, muhayyel Avrupa’yı
inşa etmek için speküle etmektedirler.
Olimpiyat fikri işte böyle ortaya çıkar. Hobsbawm’ın deyimiyle
söylersek, olimpiyatlar, icad edilmiş bir gelenektir, Antik Yunan’ı
ve Avrupa’yı aynı kökene bağlar ve böylelikle bilhassa Almanya ve
Fransa, PhilHelenizm denilen hamilik hikayesi üzerinden, Yunan
yarımadasını ve Küçük Asya’yı hem fiilen, hem arkeolojik, hem de
coğrafi olarak kolonize etme hakkını kendisinde bulur.
…
Avrupa ve dünya tarihinin kabul ettiği ilk olimpiyatlar,
bildiğimiz olimpiyatları düzenleyen Olimpiyat Cemiyeti’nin
düzenlediği ilk olimpiyatların tarihi olan 1896 olmuş olsa da,
modern dünyada olimpiyatların tarihi daha karmaşık ve eski.
Aslında, Panagiotis Soutsos, (1806-1868) olimpiyatları
canlandırmayı düşünen ilk kişidir, bu konuda pek çok girişimde de
bulunmuştur, ne var ki, onun saf Yunan milliyetçiliğine dayanan,
Avrupalı sosla inceltilmemiş olimpiyat önerisi hayata geçmese de,
Avrupalı bir olimpiyat fikrine esin verir. William Brookes,
İngiltere’nin Wenlock bölgesinde yerel sayılabilecek bir olimpiyat
düzenler ve Soutsos’un olimpiyat fikrindeki tarihsel bir hatayı
Avrupa merkezli olarak düzeltmeye çalışır, zira ‘Antik Yunan artık
Hıristiyanlaşmış Slavların değil, Avrupa’nın mirasıdır’. Soutsos’un
önerisine kulak kabartan bir başka kişi de Evangelos
Zappas(4) isimli Doğu Avrupalı bir
zengindir. Zappas Olimpiyatları adıyla, 1850’lerde olimpiyat
düzenlemek için girişimlerde bulunmak ister, fakat Yunan hükümeti
“tarım, hayvancılık ve damızlık sığırcılığın öne çıkarıldığı” bir
festival düzenlenmesini ister. 1858’de olimpiyatların düzenlenmesi
için karar alınır ve 1859’da olimpiyatlar düzenlenir, fakat
atletizm benzeri yarışmalar için yalnızca bir gün ayrılmıştır ve
gerçekleşen faaliyet de olimpiyattan ziyade festivale
benzemektedir. Ayrıca oyunlara katılan bütün yarışmacılar
Yunanistan’ın içinden ya da dışından gelmiş Yunanlılardır.
Brookes ve Zappas’ın girişimleriyle, olimpiyatlar yavaş yavaş
Yunan merkezli bir şey olmaktan çıkıp İngiltere başta gelmek üzere
Avrupa’nın tamamına doğru genişlemeye başlar. Bu genişlemeye etki
eden iki temel mesele vardır; 1870-71(5) arasında,
Almanların (Prusya), Fransa ordusunu yenilgiye uğratmasının
ardından, Fransız liberallerinin maarif, felsefe vurgulu pedagojik
formasyonları, Parizyen nezaketi ve bu nezakete eşlik eden zayıf
beden kibar toplum tahayyülleri de yenilgiye uğramış olur. Bir
başka mesele de, Protestan Almanya merkezli Hıristiyan dünya, barok
gevşekliğe ve Ortaçağ hımbıllığı ve aristokratik tembelliğe karşı,
‘Kaslı Hıristiyanlık’ çağrısı yapmaktadır.
Böylelikle, gymnasyum ve olimpiyatların beden terbiyesi, estetik
ve bilgelik üzerinden görüldüğü Atina değil, militer kaslı
saldırgan bedenselliğin Spartası, Prusya üzerinden Avrupa fikrinin
merkezi haline gelmeye başlar, ya da en azından önemli bir pozisyon
kazanır. 1870’lerde biyoloji ve antropolojinin, ırkçılık
üzerinden yükselişi de olimpiyat ruhunun yükselmesini tetikleyen
bir başka etmen olur ve bu yıllarda İngiltere tuhaf biçimde
olimpiyat organizasyonunun merkezi haline gelir. Gene tuhaf biçimde
antrenörler genelde Almandır ve yarışanların tamamı Osmanlı
devletinden ve dünyanın değişik yerlerinden gelmiş olan
Yunanlılardır. Fakat yarışlarda kazananlar, iyi okullardan gelen,
pedagojik formasyona sahip yarışçılar değil, işçi sınıfına mensup
yoksullar olmuştur ki, tüm bunlar, o yıllardaki pedagoji
tartışmalarına sınfsal bir katman daha eklemiş olur. 1870 Atina
Olimpiyatları, 1859’da Yunanistan’da düzenlenen olimpiyat
geleneğini takip ederek, tarım, hayvancılık ve endüstri
alanlarındaki yarışmalara da yer vermeye devam ettiler.
1875 Olimpiyatlarında ise, bir önceki olimpiyatlarda iyi
eğitimli elitleri ezmiş olan işçi sınıfına karşı faul yapıldı ve
olimpiyatlara yalnızca üniversite öğrencilerinin katılmasına izin
verildi.
1888 Atina olimpiyatları ise, pek çok bakımdan fiyasko oldu ve
şimdi Olimpiyat olarak bildiğimiz Olimpiyatlar bu fiyaskonun
üzerine inşa edildi.
Fransa’nın 1870 savaşlarındaki yenilgisini takıntı haline
getirmiş olan meşhur PhilHelen Coubertin, ölmeden önce bütün
servetini Olimpiyat Oyunlarına bağışlamış olan Zappa ve olimpiyat
oyunlarını fonlamaya gönüllü bir başka zengin George Averoff’un
mali desteğiyle yeni bir olimpiyat fikri inşa etti. Bu fikre göre,
Yunan medeniyeti ve elbette olimpiyatlar Yunanlılara bırakılmayacak
kadar önemliydi, olimpiyatlar ‘dünya barışı’na hizmet etmeliydi,
yalnızca Yunanlılar değil bütün dünya milletleri olimpiyatlarda yer
almalıydı. Böylelikle, bütün dünyaya açık, dünya medeniyetinin
merkezi, barışın hamisi Avrupa temsiliyeti olimpiyat fikriyle biraz
daha vurgulanmış oldu. Bu temsiliyetin bir numunesi olarak da,
tarihsel, mitolojik kökenleri olan maraton koşusu fikri çok
tutuldu. Michel Breal, maraton koşusunun Olimpiyat ruhunu temsilen
yeniden canlandırılması fikrini ilk ortaya atan kişi olmuş,
bildiğimiz olimpiyatları kuran Pierre De Courbetin de bu fikri
1886’daki Birinci Atina Olimpiyatları'ndan itibaren yürürlüğe
sokmuştur.
Maraton efsanesinin kaynaklarından birisi olan Heredot’a göre,
Persler ile Atinalılar arasında Maraton ovasında gerçekleşen savaş,
Pers kuvvetlerinin sayıca üstünlüğü ile sürmektedir. Bu esnada,
Atinalı bir koşucu, Pheidippides, Sparta’ya yardım istemek üzere
gönderilir ve bir-iki gün içinde koşucu iki yüz kilometreden fazla
mesafeyi kat ederek, Sparta kuvvetlerinin Maraton ovasına gelmesini
sağlar, bu esnada yorgun Atinalı askerler 40 kilometre kadar
yürüyerek, Perslerin karaya asker çıkarmasını engellediler ve
Perslerin yenilgisi bu koşucu sayesinde gerçekleşmiş olur.
Bir başka hikayeye göre ise, Atinalılar Pers ordusunu yendikten
sonra, gene bir koşucu Maraton ovasından Atina’ya kadar yaklaşık 42
kilometre koşmuş ve koşu sonunda, “zafer bizimdir”
dedikten sonra, düşüp ölmüştür. Zamanla tüm bu hikayeler birbirinin
içine geçmiş ve yaklaşık 40 kilometrelik Maraton Ovası koşusu,
Antik oyunların ve festivallerin en önemli ayaklarından birisi
haline gelmiştir.
Fakat, medeniyetin merkezi, hümanizma idealinin yükseltilmesi ve
barışın hamiliği fikrine eşlik edecek bu organizasyonun belki de o
yıllardan beri kalbi sayılabilecek olan maraton koşusunun dayandığı
tarihsel mitolojik anlatı, tam da bu ideallerin tersine, Avrupa’nın
aslında Batılı beyaz erkek-milletlerin, Doğulu ırklara karşı,
üstünlüğünü pişkince savunan tarihsel bir momentumdan başka bir şey
değildi. Zira PhilHelenlerin, AntikYunan’ın mirasına böylesine
sarılmalarının sebebi, Winckelmann’ın Avrupa duygusu ve
estetiğinden daha fazla bir şeydi. Bu, fazlalığın içinde, modern
Avrupa’nın dünyanın kalanına karşı her bakımdan üstünlüğü vardı ve
Perikles’in konuşmaları, Heredot’un yazıları,
Thukidides’in(6) kronikleri, Homeros’un
kahramanlık anlatıları kentli medeni Yunan’a karşı, evsiz yurtsuz
barbar Doğulu fikrini tıpkı mermeri işledikleri gibi yüzyıllarca
işlemişlerdi. Dolayısıyla, modern Avrupa PhilHelenizm ile Doğu Batı
arasındaki tarihsel çatışmada üstünlüğe(7) ilişkin
önemli referanslar bulmuş, E.Said’in(8) sıklıkla
vurguladığı üzere, Doğu’yu talan edilip, ehlileştirilesi bir yer
olarak tanımlamış ve modern Avrupa’nın en önemli gösterilerinden
birisi olacak olan olimpiyatları da öjenizmden, şovenizme,
militarizmden faşizme bütün üstünlük anlatılarını besleyen bu
çatışmanın üzerine inşa etmişti.
NOTLAR:
(1) Ayrıntılı okuma için, J.J.Winckelmann’ın
“Antikçağ Sanat Tarihi”
(2) Winckelmann sonrası başlayan PhilHelenizm
de aslında mimetik bir şeydir. İlk PhilHelenler, Roma
imparatorluğunun önemli senatörleri, şairleri ve
generalleridir.
Ayrıntılı okuma için: Martin Vöhler, Stella Alekou and Miltos
Pechlivanos: Concepts and Functions of Philhellenism.
(3) Ayrıntılı okuma için Schiliemann’ın
hatıratı niteliğindeki “Kahramanlar Çağının İzinde”ye
bakılabilir.
(4) Zappas’ın katkıları ve hayatı için adına
hasredilmiş bir internet sitesi var:
https://www.zappeion.gr/en/evangelis-zappas-and-the-modern-olympics.html
(5) Friedrich ve Engels’in Savaş Üzerine kaleme
aldığı yazıların önemli bir kısmı, bu savaşlar silsilesinin değişik
muharebelerine ilişkindir.
(6) Thukidides’in klasik eseri “Pelopenessos
Savaşları” konuyu etraflıca ele alır. Bunun dışında, Richard
Sennet’in “Ten ve Taş” isimli klasik eserine de ayrıntılı okuma
için bakılabilir.
(7) Bu tartışmalar etrafında hatırlanması
gereken bir başka mesele de, ABD’nin Ortadoğu’yu işgal ettiği
günlerde, Pers-Atina ve Pers-Sparta savaşlarını yeniden
hatırlamasıdır. Bu hatırlama kültürel bir çatışma, batının
medeni haklılığı ve doğunun cahil zorbalığı olarak inşa edilmiş;
“300 Spartalı” ile başlamış ve “İmparatorluğun Yükselişi” filmiyle
devam etmiştir.
(8) Edward W.Said’in “Şarkiyatçılık” kitabı,
Avrupa merkezciliğin inşa edilmesinde, doğunun ve doğulunun
ötekileştirilmesini tarihsel, arkeolojik, antropolojik
referanslarla oldukça ayrıntılı bir şekilde ele alır.