Bu hafta da olanlar oldu sevgili okuyucu. Başörtüsüydü, #10yearsChallenge’dı, açılmaktı, özgürlüktü derken, bir baktık Fazıl Say elden gidiyor. Yapmayın etmeyin yazıktır demeye kalmadı. Türkiye’nin kültürel ve ekonomik elitinin cücüğünde yer alan, Cumhuriyetin asıl sahipliğinin ikonlarından sayılan Fazıl Say, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bir konserine davet ettiği için neredeyse tümüylen gözden çıkarıldı. Bir gecede Necip Fazıl Saray oluverdi...
Sanatçının önceki bütün resimlerinde görülebilecek “duruş bozukluğu” ile konserlerinin sonunda verdiği nazik selamı bile biat etmesinin, teslimiyetçi ve haysiyetsiz olduğunun kanıtı sayılarak en kırıcı yorumların konusu yapıldı. Bedensel bir özelliğin bir “omurga sorunu” olarak damgalanması da çok adaletsiz ve hüzün vericiydi doğrusu... Kısacası sanatçının bir “dönek” olarak portresi tamamlandı.
Gece gece sosyal medyada şöyle bir dolanıp Fazıl Say’a yönelik sayısız hakaretin sürüp gittiğini görünce, “Piano piano bacaksız, anlaşılan sen de bu ülkenin asıl sahiplerinden değilsin artık” diye sanatçımıza sempati yapmaya teşne, yeni bir yazıya da başlamış oldum. Allah sonunu hayretsin. Bir Fazıl uğruna...
Evvela şunu söyleyeyim; Fazıl Say’ın altı yıl önce Can Dündar’la yaptığı şu söyleşi ile dün Instagram’dan yaptığı yeni açıklama arasında üslup olarak çok bir fark yok aslında. Her ikisinde de “Türkiye için doğru bulduğum şeyi deniyorum” ana fikriyle özetlenebilecek düşüncelerini ifade etmiş. Ha yeri gelmişken, buraya bir parantez açabilir miyiz, açarız tabii. (Sen öyle diyorsun da Fazılım, onlar da sanki Türkiye için değil, hep kendileri için en iyi olanı istiyorlar gibi gibi... İşte kalbin sev dediler, sana yalan söylediler, sana yalan söylediler... Sarayın kurt deliklerinden hiç söz etmedileeeer...).
Neyse işte, “piano piano bacaksız” lafı da gece gece dilime dolandı zaten. Filmin adı mı, yoksa Fazıl Say’ın kimi zaman fevrilikle açığa vuran masumiyetinin filmin çocuk oyuncusu Kemal’i çağrıştırması mı buna yol açtı bilmiyorum doğrusu. Film Kemal Demirel’in Evimizin İnsanları adlı romanından uyarlamadır biliyorsunuz. Ah o evimizin insanları...
Fazıl Say çocuk değil tabii. Bu davet işinin kendisinin bir işine yaramayacağı ortada da, kimin işine yarayacağını da bir parça hesap etseydi iyiydi. Sanatçı ve entelektüel kesime yönelik her gün yeni bir sözel saldırı ya da hedef gösterme ile gündem yaratan, kültür alanında mevcut değerleri süpürmeyi vaat ediyor görünmekten başka bir içeriği olmayan bir “iktidar” talebini dile getirip duran, partili bir Cumhurbaşkanına yapıldı bu davet. Tam da yerel seçimler öncesinde Erdoğan’a hiç de öyle uzlaşmaz bir siyasetçi değilmiş ve kutuplaşmaların üzerinden (sanki rahmetli dedem yaratmışçasına) hafif adımlarla atlayıp geçebilirmiş gibi görünme fırsatı da vermiş oldu Fazıl Say.
Üstelik dün Fazıl Say’ın kendisine yönelen eleştirilere cevaben Instagram hesabından yaptığı açıklamalarda da temel bir itirazı anladığı konusunda epeyce kuşku uyandıran şeyler var. Annesinin vefatı üzerine kendisini arayan Erdoğan’ın sesinde bir uzlaşı arayışı sezmiş olduğunu söylüyor. Bundan da öte Erdoğan’ın pek çok konuşmasında "Biz kültür ve eğitim konularında maalesef başarılı olamadık" demesinin de bir özeleştiri olduğu tespitini yapıyor ki bu çok temel bir yanlış okuma. Çok eskilere gitmeye de gerek yok Metin Akpınar’a ve Müjdat Gezen’e yapılanlar ortada... Kültürel alanda başarılamadığı sıklıkla vaaz olunan şey de, bu alanın ele geçirilmesi ve geçirilemeyecek yerlerde de birikimin yok edilmesinden başka bir şey değil.
AKP’nin kültürel iktidar talebi üzerine çok açıklayıcı perspektiflerle birçok iyi yazı yazıldı. Sadece Birikim Dergisinin bu konuya ayrılmış yazılardan oluşan sayısı bile bu kültürel iktidar talebinin mahiyetini kavrayabilmek bakımından önemli bir sayı. Sevgili Fazıl Say sadece uçak yolculukları sırasında bu sayıdaki yazıları piano piano (yavaş yavaş) okumaya başlasa, bu talebin sık sık dile gelişinde hiç de öyle “özeleştiri” niyeti olmadığını da çok iyi görebilir.
Kısacası Fazıl Say’ın benimsiyor göründüğü “uzlaşmacı” tavrın epeyce sorunlu olduğu konusunda anlaşamayacağımız bir şey olduğunu sanmıyorum. Fakat meselenin başka yönleri de var.
Fazıl Say bu ülkede sanat kültür alanında -bilhassa yakın dönemin tüm engellemelerine ve destek yoksunluğuna rağmen- yine de yaratılabilmiş olan birikimin, gerek tarihsel gerekse çağcıl yönünü uluslararası camiaya gösteren kıymetli bir sanatçıdır. Evrensel ölçütlerde çok nitelikli eserler yarattığımızın ve sanatçılar yetiştirdiğimizin kanıtı olan eserleri ve performansı, dünyanın her yerinde büyük ilgi görüyor, ayakta alkışlanıyor ve yüzümüzü ağartıyor. Yine de Fazıl Say’a yönelik sosyal medya lincinin son derece üzüntü verici olması sadece buradan kaynaklanmıyor. Sözel, sembolik ya da fiziki olsun, bu tür bir linç kime yönelirse yönelsin her türlü kötüdür.
Fazıl Say’ın fikirlerini benimsemeyebilir ve cumhurbaşkanını konserine davet etmesini olağan karşılamayabiliriz. Fakat küfürle, aşağılamayla, omurgasızlıkla suçlamakla ve çıkar peşinde olduğunu söylemekle yapılan şey sosyal bir linçtir. Her tür ölçülülük çağrısını dışlayan, asıp kesen, kategorize eden ve etiketleyen bir kesim var. İslamcılığa ve AKP’ye külliyen karşı olmak konusunda bir ortaklık içinde olsak da, Cumhuriyetçi ve laikçi kesimin bir kısmının bu sekterliğinden de ışık hızıyla uzak düşüyoruz... Umudumuz kırılıyor. Onlara “Now we're too far gone. Hope is such a waste...” şarkısını armağan ederek yoluma devam etmek isterim. Şarkı şu dizelerle başlıyor: Seni uyarmam gerekiyor, hissettiğin şeyler şu an normal değil...
Son olarak bu şarkının da verdiği duyguyla şunu da yazayım. Bu ülkede tansiyon böyle devam ederse çıkabilecek marazdan yaşanabilecek kötülüklerden hepimiz eşit biçimde ürkmüyor olabiliriz. Ama çok ürkenler var, tedirgin olanlar var... Her devrin “sahipsizleri” var. Kargaşadan, kırımdan, kapılarına bir gece işaret koyulmasından -bir tarih bilgisi ışığında- ürkenlerimiz var maalesef...
Fazıl Say kendine atfettiği –ki buna hakkı var- sembolik güçle, o tansiyonu düşürmeye niyet ederken, naifliğin göbeğine düşmüş olabilir. Bunda anlaşabiliriz. Fakat 90 yaşına yaklaştığı bir dönemde Erdoğan’ın fotoğraflarını çeken rahmetli Ara Güler’in yaptığını “güç isteği ve çıkar elde etme çabası” ile açıklamak ne kadar sığ ve manasız bir yorum idiyse, Fazıl Say’ın bu davetten çıkar umduğunu iddia etmek de o kadar manasız geliyor bana. Fazıl Say bu ülkede boyun eğmekten, biat etmekten nemalanmaya ihtiyacı olacak son kişi bile değil. Serveti de, ünü de, gücü de kendinden sonra varsa ailesinin en az üç kuşağına gani gani yeter. Dilerse Türkiye'nin semtine uğramadan ferah feza en güzel, en saygın hayatı da yaşar. Bir değil birkaç hayat yaşar hem de... Dünyanın her köşesinde el üstünde de tutulur.
Boyun eğmek bir günde bir karakter unsuru olarak da açığa çıkmaz. Çıkamaz... Şahsen kolay kolay meselelere böyle bakamıyorum. Kendimi boyun eğmeye hiç yatkın görmezken ve de değilken, her dakika herkesin kendini, haysiyetini, onurunu satabildiğini düşünemem. Fazıl Say'ın da, sıradan başka herhangi bir yurttaşın da... Say’ın kafası karışık olabilir, bir gün öyle bir gün böyle yapıyor olabilir. Ne yaptığını ve sonuçlarını çok da iyi tartamıyor olabilir. Kendine vehmettiği sanatçı sorumluluğunu tutarlı bir politik perspektifle bütünleştiremediği için fena halde yalpalıyor da olabilir. Biz de bunların tamamını eleştirebiliriz. Hepimize bir açıklama borcu olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bütün bunları, basitçe çıkar, haysiyetsizlik, omurgasızlık, boyun eğme olarak görmek bana hiçbir şey söylemiyor... Affola...
Evet, dün sanatçının babası Ahmet Say da yaptığı bir açıklama ile oğluna destek verdi. Bu destek de çoğumuzun hoşuna gitmedi. Fakat aynı şey Ahmet Say’ın bu açıklaması için de geçerli. Bu yaklaşımları basitçe bir çıkar arayışı ile açıklayamayız.
Ahmet Say bir halk bilimci, öğretmen, müzik eğitimcisi ve yazarı, yayıncı ve edebiyatçı. Hayatının 17 ayını hapiste geçirmiş, Bingöl’de öğretmenlik yapmış, sol yayıncılığa ve dergiciliğe döneminin önemli isimleriyle birlikte emek vermiş, halk hikayelerini derlemiş, roman, hikaye yazmış, müzik üzerine birçok eser kaleme almış ve elbette bir Fazıl Say yetiştirmiş...
Bu müthiş korku ikliminde seslerinin tümden kesilmesini istediklerimizin kim olduğuna bir daha bakmak zorundayız.
Arundhati Roy, ikinci romanının Türkçeye çevrilmesi üzerine kendisiyle yapılan söyleşide önemli bir şey söylemişti: “Karanlıktaysanız hep ışığı ararsınız. Çabalarsınız. Ama aydınlıkta olduğumuz zamanlarda da bunun karanlığın bir formu olduğunu bilmeyiz. Bu çok ilginç geliyor bana.”
Sosyal medyamızın karanlığı ve korku iklimini nasıl koyulttuğunun hepimiz farkındayız. Bunu durduramıyorsak kendimizi sakinleştireceğiz. Başka yolu yok. Piano piano...