Piçlerin seni ezmesine izin verme!

Damızlık Kızın Öyküsü, elbette ve öncelikle feminist bir metin. Ama anlatılan sadece kadınların hikâyesi değil. Böyle bir rejimin düzenin yeniden sağlanması bahanesiyle ne kadar yıkıcı hale gelebileceğini anlatıyor. Bu zehirli ortamda her şey, doğumun kendisi bile çürüme ve ölümün hizmetinde.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

“Labirentteki bir fare istediği gibi dolaşmakta özgürdür; labirentin içinde kaldığı sürece.”

“Hiçbir şey bir anda değişmez. Isısı yavaş yavaş artan bir küvette, farkına bile varmadan haşlanarak ölürsün.”

Erkek egemen, muhafazakar bir rejimde kadınlar tüm hakları ellerinden alınarak hayatlarını iki ayaklı rahimler olarak sürdürmeye mahkum edilir. Distopik ama kulağa çok da uzak gelmiyor değil mi? Yukarıda alıntıladığım sözlerin geçtiği Damızlık Kızın Öyküsü’ne (The Handmaid’s Tale), Gilead Cumhuriyeti’ne hoş geldiniz.

Margaret Atwood’un 1985 tarihli eseri hayatımda beni en çok etkilemiş romanlardan biri. Afa Yayınları’ndan çıkan, piyasada bulunamamasıyla da meşhur 1992 baskısını üniversite yıllarında okumuştum. Hulu tarafından diziye uyarlanacağını duyduğum andan beri merakla bekliyordum. Kitap bu Şubat’ta Doğan Kitap tarafından yeniden basıldı. Diziyi de BluTV yayınlamaya başladı, şu anda ilk dört bölümü oradan izleyebilirsiniz.

Atwood, The New York Times’ta yayımlanan, romanın Trump çağı için ne ifade ettiğini anlatan yazısında, “gelecek ayrıntılarıyla betimlenebiliyorsa belki de gerçekleşmez,” diyor. Biraz iyimser de olsa kayda değer bir varsayım bu.

Bazı eserler bize içinde dolandığımız labirentleri göstererek beynimize kıymığı batırıverir. Anlatılan görünürde bizim hikâyemiz değildir. Mekânlar, insanlar, kurumlar yabancı hatta sıklıkla uydurmadır. Anlatı, bu belirtilsin belirtilmesin, gelecekte geçiyormuş hissini verir. Çünkü beterin beteri, olmuştur. En kötü kabuslar, iyi bir prodüksiyonla hayata geçmiştir. Bir yandan da bilirsiniz ki, öyle değilmiş gibi görünse de anlatılan, tam “şimdi”nin hikâyesidir. Damızlık Kızın Öyküsü işte bu hikâyelerden.

Damızlık Kızın Öyküsü

Roman yakın gelecekte, Amerika’da geçiyor. Yaşanan çevre felaketinden ötürü nüfus giderek küçülmekte. Kısırlık çok yaygın. Kadınların pek azı hamile kalabiliyor, bebeklerin de ancak beşte biri sağlıklı doğuyor. İşte bu ortamda liberal demokrasiyi bir teokratik diktatörlüğe dönüştüren bir darbe gerçekleşiyor. Kongre ortadan kaldırılıyor, anayasa askıya alınıyor. Ülkenin 17'nci yüzyıl Püriten kökleri temelinde, erkek egemen, muhafazakar bir yapı kurularak Gilead Cumhuriyeti adını alıyor.

Günümüzde geçen diziye uyarlandığı haliyle, böyle bir ortamda gayet modern bir hayat sürdüren, ilişkilerini özgürce yaşayan, iş çıkışı arkadaşlarıyla bara gidip eğlenen kadınlar bir gün kredi kartlarının çalışmadığını fark ediyor. İşlerinden atılıyorlar. El konan banka hesaplarının kontrolü varsa eşlerine, yoksa en yakın erkek akrabalarına geçiriliyor. Böylece on yılların mücadelesiyle elde edilen kazanımlar bir günde ortadan kalkıyor. Bu kadarla da kalmıyor iş. Aileler parçalanıyor ve doğurgan kadınlar bir tür damızlık olarak “kumandan” denen, yönetimde söz sahibi zengin kişilerin emrine veriliyor. Doğurgan olmayan kadınların çoğu “unwoman” (yani gayrikadın!) olarak adlandırılarak zehirli atıkları temizleme yöntemiyle yavaş ve acılı bir ölüm için kolonilere sürülüyor.

Gilead Cumhuriyeti’nde kadının adı yok. Romanın ve dizinin baş karakteri, anlatıcısı Offred’in ismi, emrine verildiği kumandan Fred’den geliyor. Romandaki çevirisiyle, “Fredinki” anlamına geliyor. Romanda kahramanın adının June olabileceğini anlatan bir ipucu sunuyor bize yazar ama bundan emin olamıyoruz. Dizide ise ilk bölümün sonunda kahraman adının June olduğunu bize söylüyor.

Gilead kadınlarının statülerini anlatan bir örnek giysilerinin kaynağı dinsel. Kumandanların eşleri mavi giyiyor. Damızlık kızlarsa doğum kanını ve ayrıca Mary Magdalene’yi temsil eden kırmızı renkte giyiniyor. Yüzlerini dünyadan gizleyen beyaz bonelerle gezinip önlerine bakıyorlar. Atwood totaliter rejimlerin kostümü, hem kimlik tanımlama hem de kontrol amacıyla kullanmasına dikkat çekiyor. Söz gelimi damızlık kızların kan kırmızısı, kaçmaya çalıştıklarında kolayca yakalanmalarına neden oluyor.

Kadınların okuması, bilgi edinmesi yasak. Dini temenniler içeren cümleler dışında kendi aralarında konuşmaları bile yasak. Her köşe başında isyancıların cesetlerinin asılı olduğu böyle bir ortamda kırlara çıkmış Heidi saflığında sürekli her şeye şükretmeleri bekleniyor. Geçmişlerini, hatta bir beyin taşıdıklarını unutmaları isteniyor. Kadının değeri doğurganlığından ibaret. İsyan eden ya da artık doğuramayan yallah kolonilere. Doğur ya da öl. Etrafta sürekli tekinsiz siyah minibüsler geziniyor, her yerde “eye” (göz) adı verilen muhbirler var.

Herkes birbirinden şüphe ediyor. Bu güvensizlik ortamı esas kontrol aracı zaten. Temelleri bir kez oturduktan sonra faşizm dehşet verici bir sürdürülebilirliğe sahip. Çünkü insan, kaybedebilecek hiçbir şeyi kalmadığında da canını kaybetmekten korkuyor. Her şeye alışabiliyor bu yüzden. Toplama kamplarında ya da Gilead’da hayatını sürdürebilmesinin nedeni bu.

Damızlık kızlar ayın doğurganlık açısından en verimli günlerinde eşlerinin kucağında kumandanlarla cinsel ilişkiye giriyor. Evet, eşlerinin kucağında! Bu mecburen razı olunan tecavüze, ilahi bir kisveye büründürülerek “seremoni” adı veriliyor. Dizinin en tüyler ürpertici sahneleri arasında bu seremoniler.

Eşler, olan bitenin sorumlusu değil esas kurbanı olan damızlık kızlardan nefret ediyor. Damızlıkları eğiten “hemşire”lerin bazıları da sadistik bir zevk alıyor yaptıklarından. Başta kadınların hayatını cehenneme çeviren bu düzende, kadın da kadının yanında değil özetle, “güç”le işbirliği içinde.

Damızlık Kızın Öyküsü, elbette ve öncelikle feminist bir metin. Ama anlatılan sadece kadınların hikâyesi değil. Böyle bir rejimin düzenin yeniden sağlanması bahanesiyle ne kadar yıkıcı hale gelebileceğini anlatıyor. Bu zehirli ortamda her şey, doğumun kendisi bile çürüme ve ölümün hizmetinde.

Yine de umutsuz bir hikâye değil anlatılan. Atwood, her distopyanın içinde bir ütopya bulunduğunu belirterek, romanlarının türünü “üstopya” olarak tanımlıyor. En baskıcı dönemlerde bile hayat yeşermenin bir yolunu buluyor. Direnmenin başlıca yöntemlerinden biri de, tanıklığını dillendirmek, hikâye anlatmak.

June kağıt kalem kullanmasının yasak olduğu bir ortamda kendi kendine mırıldanır gibi hikayesini anlatarak direniyor. Hamile kalamadığı için kapatıldığı bir odada kendinden önceki damızlık kızın duvara yazdığı Latince bir cümleyle hayata tutunuyor. “Nolite te bastardes carborundorum” yazıyor duvarda. Yani, “piçlerin seni ezmesine izin verme!” Deyimin anlamını öğrendiğinde, selefiyle aynı hikâye/kaderi paylaştığını da anlayarak kapatıldığı yerden çıkış yolunu buluyor. Kelimeler ve hikâyeler bazen gerçekten de işe yarıyor.

Oyuncu Elisabeth Moss, Offred/June rolünde

Dizi, tablo güzelliğindeki çerçeveleriyle soluk kesici bir görsel tasarıma sahip. Görüp görebileceğimiz en “güzel” kabuslardan birini izliyoruz. Buna yönelik, faşizmin estetize ediliyor olduğu yönünde bazı eleştiriler de var. Burada bence unutulmaması gereken nokta, faşizmin zaten çoğunlukla düzen, uyum, ahenk, huzur savlarıyla, epey estetik bir kılıkta geldiği. İkinci olarak da dizinin bu Instagram filtresini andıran atmosferinin kontrpuan bir etki yaratarak yaşanan dehşetin altını çizmekte çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Dizinin müzikleri de, özellikle bölüm finallerinde kullanılan şarkılar nefis. Ama tüm bunların üstünde, hikaye dünyasının simgesel bir özetini yüzünde taşıyan, dudağının kıvrımıyla bile “oynayan” ve anlatan Elisabeth Moss var. Mad Men’in Peggy’si olarak tanıdığımız Moss, Offred/June rolüyle oyunculuğun şahikalarında geziniyor.

Kısacık bir Margaret Atwood cameo’su (yönetmen ya da yazarın ilgisiz bir rolde belirmesi) da var dizide! Sürprizi korumak için ilk bölümlerden birinde olduğunu söylemekle yetineyim.

Volker Schlöndorff’un aynı adlı film uyarlamasını da (1990) birkaç yıl önce izlemiştim. Dizi, hikâyesinin zorlayıcılığına rağmen romana ve filme oranla geniş bir seyirci kitlesinin içine girebileceği bir dünya sunuyor. Bir TV dizisinin amacı da budur, burada bir sorun yok bana göre.

Dizinin romanın ruhuyla çeliştiği ya da tercihlerinin nedenini sorgulattığı başlıca iki şey var bence. Birincisi, bu derece totaliter, cinsiyetçi bir rejimin aynı zamanda ırkçı olması da neredeyse kaçınılmazken Moira karakterinin siyah bir oyuncu tarafından canlandırılması. June’un en yakın arkadaşı ve elinden alınan kızına kavuşmakta tek umudu olan Moira, bir damızlık kız üstelik. Bu “beyaz aşırı” kumandanların melez bir variste beis görmemeleri çok inandırıcı gelmedi.

Dizinin romandan farklılaştığı bir diğer önemli nokta da, Offred’in damızlık olarak evine yerleştirildiği kumandan ve eşine çok genç bir cast yapılmış olması. Filmde hayli olgun yaşlardaki Robert Duvall ve Faye Dunaway’ın canlandırdığı bu roller dizide Joseph Fiennes’le Yvonne Strahovski’ye verilmiş. Joseph Fiennes hiç bu kadar yakışıklı görünmemişti gözüme! Öyle ki ilk bir araya geldikleri andan itibaren ister istemez bu çarpık ilişkinin bir tür romansa dönmesi, Offred’le kumandanın evdeki buzlar kraliçesini atlatarak bir aşka yelken açması beklentisi doğuyor alttan. Ve mevzumuz bu değil, kesin. Dizinin yapımcılarının bu tercihi aynı yaşlarda, farklı konumda iki kadın arasındaki rekabet ve gerilimden yararlanmak şeklinde açıklamaları bana pek ikna edici gelmedi ama olur o kadar. Genel olarak az rastlanır lezzette bir uyarlama var önümüzde.

“Artık bir ‘biz’ de olmalı, çünkü artık ‘onlar’ diye bir şey var.”

Offred’in kulağımıza fısıldadığı sözlerden birinin bu oluşu hiç de tesadüfi değil. Damızlık Kızın Öyküsü çok uzak, fazla yakın, tuhaf olduğu kadar da “gerçek” bir hikaye anlatırken dikkatimizi içinde gezindiğimiz labirentlere çekiyor. Dünyanın bugününde özellikle kulak verilmesi gereken bir hikâye bu. Gözlerimizi kapatıp kulaklarımızı tıkasak da içimizden akmasına engel olamayacağımız bir hikâye…

**DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ

(1. Sezon)

Orijinal Adı: THE HANDMAID’S TALE

Proje Tasarımı: Bruce Miller

Oyuncular: Elisabeth Moss, Yvonne Strahovski, Alexis Bledel , Joseph Fiennes, Max Minghella

Yazarlar: Margaret Atwood, Bruce Miller, Leia Gerstein, Ilene Chaiken

Yönetmenler: Reed Morano, Mike Barker, Kate Dennis, Floria Sigismondi, Karl Skogland

**Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood, Çeviren: Sevinç Altunçekiç, Özcan Kabakçıoğlu, Doğan Kitap 2017, 384 sayfa.

Tüm yazılarını göster