Bugünün (16 Mart), eziyet ve rezillikle dolu uzaklaşmış-yakın
tarihimizden yine kanlı, yine berbat bir günün yıldönümü olması
vesilesiyle, film izleme önerisi yaparak başlamak istiyorum. (Mubi
platformundan izleyebilecekler belki başkalarına da izleme şansı
verebilirler.) Enis Rıza ile Ebru Şeremetli’nin elinden çıkma
“Hatırlamak… On Altı Mart”
belgeseli, özellikle şu mâhut “12 Eylül öncesi” denen dönemin belli
başlı ana hatlarını bilmeyenler için âdetâ “Türkiye Bir Nedir”
dersine giriş mahiyetinde. Katliamlar neden nasıl planlanıyor,
kimler eliyle nasıl uygulanıyor, icap ettiğinde katiller nasıl
ortadan kaldırılıyor, kazara birileri bir yerde devletle ilişkili
olarak “katil” sıfatını dile dökerse niye birileri yaralarına çomak
batırılmış gibi hışımla ayağa fırlıyor… 16 Mart’la dönülen virajdan
itibaren işlenen seri ve sistematik cinayetler bir planın
pürüzsüzce uygulanmasından ibaret değil mi? Ülkenin yönetim pratiği
konusunda hızlandırılmış kurs niteliğinde, 16 Mart Beyazıt
Katliamı’nın ayrıntıları ile sonradan yaşananlara dair aktarılan
gözlem ve tesbitler. Yaşayanlar anlatıyor, filmi yapan belgesel
sinemacı arkadaşlarımız derleyip toparlayıp sunuyorlar.
Anlaşılmayacak hiçbir şey yok, dönemin hem ruhuna hem karanlığına
dair çok şey var. “Ay aman, içimi karartamam!” diyenleri, günümüzün
karanlığındaki ve hayatımızın giderek kararmasındaki paylarını
hatırlayarak yüzlerini hakikate çevirmeye çağırmış olayım, bu
izleme önerisiyle. Devlet görevlilerinin önce yardımı, bilahare
koruyup kollamalarıyla gerçekleşmiş bu tür katliamlarla
hesaplaşılmadığı için bugün bu haldeyiz.
Diyeceksiniz ki, muhterem okurlar, özellikle gençler -yani hâlâ
yazı mazı okuyanlar-, n’olmuş ki 16 Mart’ta? Önemli bişey değil,
canım. Öldürülmesi mübah birileri öldürüldü sadece. Bütün
saldırılara, tezgâhlara rağmen faşistlerin mutlak hakimiyetinin
tesis edilemediği İstanbul Üniversitesi’nden meydana yürüyen solcu
öğrenci grubunun üzerine bomba atıldı, yedi genç can verdi, kırktan
fazla insan yaralandı. 1978 yılında. Eskiden yani. Düşünün, cep
telefonu bile yoktu! Maymundan insana yeni geçiyorduk filan, o
zamanlar yani, çok eski…
Size öyle geliyor. Hiç mi hiç eski değil. Özellikle şu kimin,
neyin yaşaması anlamına geldiği belirsiz bekâ tanrısı için. Anlam
belirsiz, çünkü, bizim yaşamamız anlamına gelmediği ortada. Çünkü o
şey her neyse, o yaşasın diye biz gözler kırpılmadan, parmaklar
titremeden öldürülebiliyoruz. “Biz”i meydana getiren insanlar grup
grup sınıflandırılıp topluca katledilebiliyor. Katliam
organizasyonlarında roller oynayanlar, işinsanı olabiliyor, hukukçu
olabiliyor, siyasetçi olabiliyor, parti kurabiliyor, Meclis’e
girebiliyor, devletteyse yükselebiliyor.
Bu gelenekleşmiş tarzın bir toplum için ne kadar alçaltıcı,
küçültücü, haysiyet kırıcı olduğu, eğer bu böyleyse başka şeylerin
asla temiz pak olamayacağı bir türlü tam anlamıyla bilince
çıkarılamıyor. Kim göz göre göre dayatır, kendi dahil, içinde
yaşadığı toplumun bu şekilde aşağılanmasının yaşamanın tek yolu
olduğunu? Kim revâ görür, etrafındaki herkese ve kendine, seviyesiz
Yeşilçam filminin pusu kuran kalleş kötü adamı rolünü? Her dönemin
muktediri pusu kuruyor, arkadan vuruyor, tezgâhı kurup ötekileri
hedef, berikileri katil yapıyor ve bir olayda bunlara mâruz
kalanlar öbür sefer başkaları mâruz kalabileceği için alkışlamaya,
omuzlara almaya hazır bekliyor. Bu onurlu bir yaşam değil, bir
toplum için. Onur şart mı? Bilmiyorum. Borsa ne olmuş, bakmak
lazım.
İnanmayanımız çıkabilir, ama onurlu yaşamın önündeki “sivil”
engellerin başlıcası “arkadan dolanma” kültürünün köklerine uzanan,
hiçbir sorunu çözmemeye, hiçbir yüzleşmeye girememeye yolaçan
hatlar var burada. Haysiyetin beslendiği hatlara dolanıp kısa devre
yaptırıyorlar. Bağlantıyı kurmak zor görünmesin, sorumluluktan
kaçmanın merkezî yer tuttuğu, bedel üstlenmeye çağırıldığı anda
kaçacak delik arayan ergen haleti ruhiyesi gözeneklerimize
işlemişse sebebi sözkonusu kısa devrelerdir. Ödülümüzün olmayışı,
aslında ödülün nerede olduğunu göremeyişimiz, topluca, paylaşarak,
adaletli yaşam sürmeye çalışmanın başlıbaşına mutluluk ve tatmin
kaynağı olduğunu aklımızın ucundan bile geçiremeyişimiz, geçirmeye
kalkarsak başımıza geleceklere dair kuşaklar boyu işlene işlene
beyinde özel bölge oluşturmuş bilgilerimiz, kimliğimizi ve
bilincimizi şekillendiriyor. Millî Eğitim’de çocukların, gençlerin
zihinlerinin yalanla doldurulması, üstelik bunun insanî kapasiteyi
felç edecek şekilde, en tehlikeli, en berbat yoldan, kendileri
hakkındaki yalanlar kullanılarak yapılması, tek tek hepimizi,
tâbi cemiyetin sözde hür bireyleri olmak üzere
yoğuruyor.
Bütün yapılan edilenin bizi ulaştırdığı tek sağlam,
değiştirilemez gözüken, ancak insan yapısı olduğundan kolayca
değiştirilebileceği bilinen ve bu yüzden değiştirilmesi teklif dahi
edilemez sayılan sonuç şu: bizim hükümdara ihtiyacımız var.
Varlık-yokluğa dair ihtiyaç bu. Tarifi uzun yazılar sürer.
Birbirimize yönelik sonucuysa basit: birbirimizi
varsaymayışımız. Elindeki telefona, yere veya kendi hizasındaki
kimseyi görmeksizin tâ karşıda, uzaklardaki hedefine gözünü dikmiş
hızla üstümüze yürümelerine yolaçacak ne kötülük ettiğimi
düşünüyorum insanlara. Haftalardır. Rastgeldiğim her tanıdığa
soruyorum, “size de böyle görünüyor mu?” diye. Kimse hayır demedi.
Tek tartıştığımız, sebebin başkalarını fark etmemek mi, umursamamak
mı olduğu yoksa meselenin bunların da ötesine mi geçtiği. Müthiş
hızla yayılan bir büyükşehir davranışı -modası mı, tafrası mı
demeliyiz?- sözkonusu. İnsanlar birbirinin üstüne yürüyor. İstanbul
gibi bir cangıldayız, kimsenin gözünün kimseyi görmediği ne
ortamlara girip çıktık, ne zamanlar yaşadık; fakat bugünkü salgında
başka bir hava, başka bir edâ göze çarpıyor. Önceden tanımadığımız
bir durumla yüzyüze geldiğimizde bunu hissederiz. Tıpkı eldeki
telefon gibi, karşıdan gelenin üstüne yürüme de, korkarım, varlığın
ayrılmaz parçası olmaya doğru evriliyor.
Ve nâçizâne köşeyazarınızın gözüne bu hal yalnız bizim toplum
olamayışımızın yeni çirkin tezahürü gibi değil, dünyanın gittiği
yönle de ilişkili görünüyor. İnsanları gütmenin en sağlam yolu her
zaman onların birbirleriyle ilişkisini kesmek. Yöneticiye akıl
vermeyi amaçlayan her türlü siyaset teorisinin özü bu süflî
ifadeyle tarif edilebilir. Gütme teknolojilerinin böylesine
gelişmediği çağlarda ilişki kesme çoğunlukla açıkça birbirlerine
düşürmeyi içeriyordu. Gerçi bunu hâlâ aşmış, geride bırakmış
değiliz, ama sanırım bu tür masraflı, kirli ve gürültülü işlerin
daha çok dünyanın gözlerden uzak kalacak kesimlerinde görüleceği
dönemler var önümüzde. “Gelişmiş” büyükşehirlere televizyonun
açtığı yoldan ekranlı cep telefonlarının getirdiği hayat
içerisinde, iktidar sahibi olmayan insanlara ille birbirlerini
kırdırmanın Cesur Yeni Dünya tarzı hükmetme mekanizmasına
uymayacağı belli. Bireylere bölme kapitalizmin her zaman pekâlâ
başarabildiği şey. Ancak insan denen yaratık bütün kültürel
karşı-etkiye rağmen iletişim, ilişki ve dayanışma huylarını terk
edemiyor, bu yüzden bu “zerrelerine ayırma” etkisi kalıcı
kılınamıyor.
Yeni büyükşehir modası, karşıdan gelenin -yani kaldırımı
paylaştığın insanın- üstüne yürüme, kötü yürekli
kurnaz muktedirler açısından müthiş bereketli görünüyor. Teşviki
muhtemeldir. Üç kişiyi daha kenara çekilmeye mecbur ettiği için
tatmin olan kadın/adam şüphesiz ne bunun farkında ne de
başkalarının ne olacağını umursuyor. Tabiî esas vahim olan, bu
yolda o şekilde yürüyerek kaybedeceği şeye dair fikrinin olmayışı.
O küstahça yürüyüşler, kaldırımdaki muhataba “seni ezerim” demek
olabilir, ama gerçekte başka birilerine “beni güdebilirsiniz”
bildiriminden başka şey değil. Bu bile aşırı iyimser tercüme
olabilir; hakiki mesaj “güdüyorsunuz”dan ibaret.
Diyeceğim, belki üstümüze bomba atarak “bunlardan uzak durun,
sizi de parçalarız!” denmesine gerek kalmadan, daha rahat
güdülebilecek insanlar bu gidişle. Zira baskı altında birşeylerden
vazgeçmek, birşeyleri öyle değil böyle yapmak veya hiç yapmamak,
insan haysiyetinin bir kenarda, ezile büzüle de olsa korunmasına
fırsat verir. Pisliğe gönüllü iştirak bambaşka şey.
Peki, enayice görünse de sormak isterim: Her türlü pisliğin
böyle çabucak benimsenmesi nedendir?