Herhalde her yerde, her ülkenin her bir şehrinin bir köşesinde vardır. Küçük, eski, çalışanı ağır başlı. Özgüvenli. Yılların özgüveni. Belki hepsinin duvarında kurucusunun çerçeveli fotoğrafı yoktur ama küçük ve huzurlu bir ‘piknik,’ o semtin sembolü olmuş bir yer, her zaman bulunur. Demokratik, çoğulcu, kucaklayıcı küçük dükkânlar. Pek az yerde karşılaşabilecek insanları bir araya getirme işlevi görürler. Küçük çocuk tıraş olabilsin diye koltuğun kolçağına tahta koyan berber gibi biraz. Kuaför değil ama berber.
İlginç bir biçimde köklü ve küçük atıştırma yerlerinin hepsinin benzer yanları da olur. Şimdi birini anlatmalı. Bizim büfeyi. Cankatan’ı.
Mülkiye’nin hemen karşısında, yolu geçer geçmez, eskiden Peri Fotoğrafçısı olan pasaj ile köşedeki taksi durağı arasındaki büfe. O da ne fotoğrafçıydı, yıllarca mezuniyet fotoğraflarını çekmişti kampüs öğrencilerinin. Biz de orada çektirmiştik. Rahmetli amcamın gri balıksırtı ceketiyle üç dört arkadaş. Demek ki hiç birimizde yokmuş mezuniyet albümünü hak eden bir ceket. Şimdi düşününce, o ceketle fotoğraf çektirenlerin üçte ikisi atıldı! Acep cekette mi vardı bir uğursuzluk, nedir! İşte o şipşakçının iki yanında, Cankatan…
Büfelerin geniş camekânları olur. Şeffaf müessesedirler. İki vitrinden birinde harç malzemesi. Diğerinde bolca meyve. Meyve yığının arkasına gizlenmiş koca bir Maskot. Aramızda kalsın en iyi kollu meyve sıkacağı markasıdır Maskot. Sanayi işi. Girer girmez, hemen solda, tost makinesinin başında, gülümseyen aydınlık bir yüz. ‘Oğul.’ Babası, yani asıl usta da geliyor bazen fakat hafta içi daha ziyade oğlun güler yüzü karşılıyor. İki çırak. Çıraklar sık değişiyor bu sektörde. Ama son bir iki yılda aynı çocuklar vardı. Onlar da güler yüzlü ve cevval. Tost makinesinin müşteriye göre hemen solunda içi salam, sucuk, kavurma, Rus salatası, turşu dolu vitrin. Üzerinde ekmeklerin olduğu daha küçük ve mermer tezgâhın yarısını kaplayan bir bölme. Tezgâhın sonunda kasa ve bahşiş kutusu. Yanında, diğer tezgâha dek dolanan ve büfelerin alametifarikası olup ‘L’ çizen dar tezgâh. Dar olanı müşteriler için. Önünde dört, beş tabure. Sanırım en eğlenceli yanı, o ‘L’nin baktığı duvarların aynalı oluşu. Hadi berberleri anlarım, büfelerin duvarında neden ayna olur? Mekânı geniş gösteriyordur. Öyle gerçekten, bir nedeni bu herhalde. Yiyip içen insanlar sıkıntıdan kendisini seyrediyor olabilir. Dudak kenarından sızan salçanın temizlenmesi için mi? Belki…
Aynalı duvarın sona erdiği yerde meyveler. Her mevsimde türlüsü var artık, yaz kış. Nefis karışımlar ve her karışıma verilen farklı bir isim. Sanırım en etkileyici olanı, her şeyin karışımı olan ‘atom.’ İşte bir meyve suyuna ‘atom’ adını vermek ancak o büfenin karizmasıyla açıklanabilir. 1960’lardan bugüne mutlu ediyor küçücük büfe insanları. İki şart var, güler yüz ve tostun, sandviçin, sosislinin en güzelini yapıyor olmak. Son zamanlarda kaldırıma doğru bir genişleme eğilimi sergilediler. Üç, dört masa. Kaldırım da şenlendi böylece. Öğrenciler, esnaf, çevrede çalışan bankacılar, memurlar, geçerken uğrayanlar, uğramak için özellikle geçenler, canı çekenler… Alın o kaldırımdan Cankatan’ı ve bir de yolun karşı köşesindeki Figen Pastanesi'ni, ne Cebeci Cebeci ne de kampüs kampüs olur. Yıllar içinde neler açıldı o caddeye, ama bu ‘müesseseler’ dimdik ayakta. Gerçi o güzelim Figen’e tuhaf bir makyaj yapıp gençlerin deyimiyle ‘tikileştirince’ eski havası kayboldu. Bizim büfe istikrarlı, buna izin vermiyor. Böyle mekânlar insana aidiyet hissi yaşatıyor. Ne güzel…
Atıldıktan bir gün sonra akşam odayı toplarken aradım Cankatan’ı, haberi verdim. On dakika sonra benim menüden geldi. Çırak verdiğim parayı almıyor, zorluyorum ‘hayır’ diyor. Kesinlikle almayacakmış, öyle tembihlemişler. Nasıl anlatılır şimdi bu duygu? O büfeye, yalnızca atıştırmacı gözüyle bakılır mı? Fakülteden geç çıktığım için akşam yemeklerimi oradan temin ediyordum. Tabii, zihin ve beden muhafazakâr, hep aynı menü geliyor. Kavurmalı kaşarlı kare ekmek, yanında ayran. Ha çok mu çılgınlık yapmak istedim, ‘tam karışık’ kare ekmeğe! Çocuk getiriyor on beş dakikada. Yağmur çamur demeden, bir de delikanlılar tabii, üşümüyorlar. "Oğlum üzerine adam gibi bir şeyler giysene" diyorsunuz; o genç gözlerle küçümser bir gülümseme, ‘ne üşüycem ya!’ bakışı!
Oy vermeye gittim Ankara’ya. İstanbul’a dönmeden okula uğrayıp eşi dostu görmek istedim. Fakat bir süredir duyduğum ancak o ana dek henüz tecrübe etmediğim bir şeyler söyleniyordu. ‘Almıyorlarmış’ kampüse. Ne demek almıyorlar? Tamam, nasıl bir yerde çalıştığımızın, zihniyet olarak Sütçü İmam’dan hallice olduğumuzun farkındaydık da, otuz yıl yaşadığımız yere ‘almıyorlar’ ne demek? Sabah bizim Osman abiyi arayıp kapıya sormasını rica ettim; gerçekten almayacaklarsa rezillik yaşanmasın. Adamcağız son derece sıkkın bir sesle geri döndü. Anladığım kadarıyla sözlü talimatlarla hallediyorlarmış bu işleri. Hukuka aykırı olduğu için belli ki, yazılı emir veremiyorlar. Devlet devlet olmaktan çıktığı için ‘fısıldaşıyorlar’ sanırım. Bey aşçıya, aşçı uşağa, uşak bahçıvana, o şoföre fısıldıyor, ‘alınmamamız’ gerektiğini ve Ankara Üniversitesi’nin yıllarca emek vermiş hocaları, kırk yılın başı eşi dostu görmek için dahi olsa kendi evlerine kabul edilmiyormuş. Tabii ne o kampüsteki akademik çoğunlukta ne de zavallı sünepe iş birlikçilerde "Ne kadar ayıp bir şey bu" diyecek bir kişilik kırıntısı var. Ama sakın yanılmayın, bu devir geçtiğinde o sünepeler ne kahramanlık destanları yazacak, kuşkunuz olmasın. Gerçi böylesi rejimlerde bunlar olağandır ama yine de insan asgari bir uygarlık emaresi bekliyor. Alışkanlıktan olsa gerek. İşte üniversite, medeniyet, insanlık filan fıstık… Neden korkuyorlar kim bilir? Bu saçmalıkların altında nasıl büyük bir korku var? Kim bilir? Yazık…
Eh, yapılacak şey açık. Cankatan’a oturulur, o esnada ulaşabildiğiniz eş dost gelir. Kahkahalarla karşılarsınız olup biteni. Çaylar, sigara… Nasıl eğlenceli bir ortam, anlatması zor. Bu arada, yandaki simitçide birlikte atıldığım kentleşme doçenti Bülent, meslektaşlarıyla çay içiyor. Tam kalkıyordum ki, baktım uluslararası ilişkiler profesörü İlhan da orada, tez öğrencisiyle toplantı yapmış. Akademi ‘her yerde’ diyenler haksız mı? Bizim akademi de simitçide, tostçuda. Yaşasın…
Kalkarken, ‘baba’ ve ‘oğul’ uğurladı kapıdan. Baba, elini önce başına sonra kalbine götürüp ‘Siz buradasınız, her zaman bekleriz, eviniz sayın’ dedi. Şimdi bu dünyanın en güzel büfesine, nasıl yalnızca büfe diyeceksin güzel kardeşim. Boşuna mı yazıp söyledik, KHK ile ihraç edilemeyecek çok şey var diye. O baba ve oğul, her uygar ülkede işlerini kusursuz yaparak, bir dünya insanı hüviyetiyle yaşayıp müşterisini mutlu edebilir. Buna mukabil hiçbir uygar ülke, şu kurumlara üniversite muamelesi yapmaz. İşte bu nedenledir ki o baba ve oğul, Türk tipi üniversiteden çok daha evrensel...
Zavallılar, bizi kampüse, evimize almıyorlarmış. Üniversite babalarının malı ya! E biz de gelmeyiz o zaman. Cankatan’da içeriz çayımızı, kahvemizi. Eş dost görüp iki satır hasbihâl için kampüs şart mı? Değil elbet. Yeni yetme öğrencilerden sık işittiğim son derece saçma/uydurma ve bir o kadar matrak, ‘aldırmazlık’ belirten bir ifade var. Çok da fifi, diyorlar…