Polat S. Alpman: Bitmeyen Tanzimat sendromu muhalefeti de yönetiyor

Kendinden zayıf gördüğü kadına, işçiye, göçmene, Kürde, LGBTİQ+’ya, yaşlıya, hayvana, ağaca saldırmayı, zapturapt altına almayı gelenek-görenek kılıfına bürüyen, iktidarı ya da Türk milliyetçiliğini arkasına alınca bu kötülüklerden mesul tutulmayacağını hisseden geniş bir erkek kümesi olduğunu söyleyen Doç. Dr. Polat S. Alpman, iktidarın bu kıskaçtan çıkışı da kapatmaya çalıştığını söylüyor. Alpman’a göre muhalefet de “bitmeyen Tanzimat sendromu” yüzünden karşı söylem üretemiyor.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Mültecilere, LGBTİQ+’lara, Kürtlere, kadınlara, çocuklara, hayvanlara, kendinden güçsüz gördüğü herkese istediği işkenceyi yapabileceğini düşünen ve bunu, cezasızlık zırhını kuşanarak yapan saldırgan erkek güruh kanser gibi yayılıyor. Peki bu vahşetin aktörleri ve sırtlarını yasladıkları iktidar karşısındaki muhalefet nasıl bir hat izliyor? Siyasi arenada sağ cenahtan ve merkez partilerden yükselen nefret söylemleri sokağa nasıl yansıyor? Milliyetçilik günlük hayata nasıl sirayet ediyor? Irkçı, cinsiyetçi, dinci saldırılara karşı neden ortak bir hat örülemiyor.

Suriyeli mültecilerden Kürtlere, kadınlardan LGBTİ+’lara kadar nefret söylemi ve saldırıların mağduru olan kesimler neden ortaklaşamıyor? İşçi sınıfı içinde nasıl bir ayrışma yaşanıyor. Sahi neden artık Ahmet Kayalar, Yılmaz Güneyler çıkmıyor? 4 milyonu aşkın Suriyeli göçmen üzerinden üretilen söylem Türk milliyetçiliğini ve siyasetini nasıl etkiliyor?

İletişim Yayınları’nın yayınladığı ve Kürt işçilerin sosyo-politik, ekonomik konumlarını irdelediği “Esmer Yakalılar-Kent, Sınıf, Kimlik ve Kürt Emeği” kitabıyla tanıdığımız, Göç Araştırmaları Derneği kurucularından akademisyen Doç. Dr. Polat S. Alpman’ı dinliyoruz…

Geçen hafta Antalya'da çöplerden kâğıt toplayan Suriyeli bir genç linç edildi ve motosikleti kamyonetle ezildi. Hemen her hafta benzer veya daha korkunç olaylar yaşanırken, CHP sözcüsü, “her üç Suriyeliden birine biz bakıyoruz” diyor, İYİ Partili bazı siyasetçiler mülteci karşıtı söylemin başını çekiyor, iktidar bloku açıktan söylemese de alttan alta mülteci karşıtlığına kapıyı sonuna kadar açıyor. Türkiye’deki mülteci meselesinin toplumda, siyasette yarattığı dönüşüm geleceğe dair nasıl bir çıkarsama yapmaya cevaz veriyor?

Toplumların tarihinde bazı zamanlarda, örneğin Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi gibi geri dönülmez etkiler yaratan ani kırılmalar yaşanır. Devrimlerin yanı sıra bir de uğraklar vardır ve kitlesel göçleri birer uğrak olarak tanımlayabiliriz. Mesela 19. yüzyılın sonlarında İsveç’ten yaklaşık 1,5 milyon kişinin Kuzey Amerika’ya göçmesi, Ürdün’de kamplardan çıkarılan Filistinlilerin Lübnan’a sığınması, Türkiye’den on binlerce insanının Almanya’ya, Avrupa’ya göçmen işçi olarak gitmesi birer uğraktır ve bu anlardan itibaren ne göçenler ne de göç edilen yerdeki kişiler açısından hayat aynı çizgide devam etmiştir. Çünkü uğraklar, toplumdaki bütün sosyal alanları yeniden düzenlenmesine neden olur ve tarihin akışı başka bir seyir kazanır. Uğrak sözcüğü “geçerken uğranılan”, dolayısıyla belli bir yerde geçirilen belli bir ana işaret ediyor olabilir ama bunu o ana kadar bildiğimiz dünyanın sonu ve yeni bir sosyalliğin kuruluş aşaması olarak değerlendirmek daha doğru olur. Türkiye açısından da durum böyle olacaktır. Tarihin akışı değişmiştir.

Fakat iktidar Suriyelileri hâlâ geçici, “misafir” statüsünde, askıda tutarken, HDP dışı muhalefet ise “ilk fırsatta” bu insanların gönderileceğini söylüyor. Dolayısıyla bu kitlesel göçün “tarihin akışını” değiştirmeyeceği, bir parantez olduğu ve uygun anda da o parantezin kapatılacağı mesajı veriliyor…

Türkiye’ye ilk Suriyeli mülteci 29 Nisan 2011 tarihinde geldi. Cumhuriyet’in kurulmasından 2011 yılına kadar geçen 88 yılda Türkiye’ye gelen toplam mülteci ve sığınmacı sayısı 1,5 – 2 milyon arasındaydı. 2011 ile 2017 arasında gelenlerin sayısı ise en az 4 milyon. Milyonlarca kişinin bu kadar kısa bir sürede bir ülkeye yerleştirilmesi yüksek organizasyon becerisi ve bürokratik maharet gerektirir. Bir kere bu maharet gösterilmedi. Ayrıca bu sürecin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel değişimlere neden olmayacağını düşünmek; ülkenin böyle bir gündemi yokmuş gibi davranmak meselenin ciddiyetini idrak edememek demek. Muhalefetin mültecileri öcü gibi göstermesiyle iktidarın bu konuyu umursamaması arasında bir fark yok. Suriyelilerden korkmak yerine iyi politikalar oluşturmaya odaklanmak gerekiyor. Bir süredir sıradanlaşmaya başlayan göçmen düşmanlığının nedenlerinden biri devletin entegrasyon konusunda ciddi ve etkili politikalar uygulanmaması. Çok yönlü bir uyum sürecinin gerçekleştirilmesi için yapılması gereken düzenlemeler var.

Mültecilerin Türkiye’ye uyumu için mi, Türkiye’nin mültecilere uyumu için mi?

Karşılıklı bir uyum süreci yürütülmeli ama toplum ‘ev sahibi’ olarak, Suriyeliler ise göçmen olarak bu sürece yönelik hazırlanmadığı için göçmen düşmanlığına kapı aralandı. Devlet de hazır değildi, Göç İdaresi 2014 yılında kuruldu. Türkiye toplumuna ‘Ensar’, Suriyelilere ‘Muhacir’ denilerek süreç dinselleştirildi. Bu propaganda kısa bir süre işe yaradı. Ardından “yakında dönecekler” söylemi yaygınlaştı. Siyasetçilere kamuoyu önünde bu tür ifadeleri dile getirmenin her iki taraf için de yanlış olacağı defalarca söylendi ama kimse umursamadı. Göçmen düşmanlığının artmasının bir diğer nedeni de, mültecilerin kendi ağlarını kurmaya motive olmaları.

MÜLTECİ KARŞITLIĞI YAPAN MUHALEFET, İKTİDARIN DEĞİRMENİNE SU TAŞIYOR

Ne tür ağlar bunlar?

Türkiye’nin birçok yerine dağılan mülteciler kısa süre içinde belirli yerleşim yerlerinde yoğunlaştılar ve ardından sosyal, ekonomik ve siyasal ağlarını oluşturdular. Kendi iş yerlerini açtılar, kayıt dışı faal ve yedek iş gücü oldular. Bu da sermaye sınıfının daha çok kâr etmesine, işgücü ücretlerinin düşmesine, bazı yerlerde işsizliğin yükselmesine, bazı yerlerde ise yeni ekonomik fırsatların ortaya çıkmasına neden oldu. Bir yandan da Türkiye’de uzun süredir işçi sınıfının ve ücretlilerin güvencesizleştirildiğini ve yoksulluğun arttığını unutmayalım. Suriyeliler de eşitsizliklerle düzenlenmiş bu piyasaya dâhil oldular ve yoksulluk paydasında görece bir genişleme oldu.

Yani mülteci karşıtlığı esas olarak ekonomik temellere mi dayanıyor?

Hayır, kesinlikle sadece bu değil. Türkiye’deki mülteci karşıtlığının altında aynı zamanda uluslararası gelişmeler, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra merkez siyasetin çöküşü, aşırı sağın siyasal alanı baskı altına alması, popülist ekonomi yönetiminin istikrarsızlığı, lümpen milliyetçiliğin yükselişi ve pandeminin doğurduğu ekonomik-sosyal sonuçlar da var. İktidara muhalefet yapmak adına mülteci karşıtlığı yapan muhalefetin de bu değirmene su taşıdığını görüyoruz. AB fonlarından aldıkları üç kuruş yardım için “AKP bizim hakkımız olan parayı bunlara veriyor” propagandası yapılıyor. İktidar da “o parayı biz ödemiyoruz, AB fonları karşılıyor” demiyor. Çünkü AB fonlarından aktarılan destekleri de kendi kâr hanesine yazmaya çalışan bir iktidar var. İlk soruda hatırlattığınız Antalya’daki saldırı maalesef münferit değil, yaygın bir eğilimin yeni örneği. Mültecilere karşı cinayet, tecavüz, yağma gibi suçlar içeren ve tekrarlanan hadiseler yaşanıyor. En yaygın olanı ise gündelik yaşama sirayet etmiş olan bayağı ırkçılık ve ayrımcılık pratikleri.

BİYOLOJİK IRKÇI SLOGANLARI KULLANMADIKLARI İÇİN KENDİLERİNİ IRKÇI GÖRMEYEN IRKÇI BİR GÜRUH VAR

Mülteciler ne tür ırkçı, ayrımcı pratiklerle karşılaşıyorlar?

En yaygın olanlarından biri bazı okullarda Suriyeli çocuklara yönelik idari yetkililerin, öğretmenlerin veya Türkiyeli öğrencilerin velileri tarafından ırkçı ve ayrımcı tutum ve davranışların sergilenmesi. Mülteci çocuklar zaman zaman Türkiyeli öğrencilerin de öfke ve şiddetiyle karşı karşıya kalıyor. Bunlar Türkiye’nin sosyo-politik tarihindeki genel eğilimin bir devamı aslında. Bu eğilimin devam etmesinin altında da hak kavramının etkisini ve gücünü yitirmiş olması yatıyor.

Hak kavramının etkisi ve gücü ne zaman belirleyici oldu ki?

Aslında hiçbir zaman güçlü olmadı, ancak AB’ye girme müzakerelerinde başlayıp çözüm sürecinin ortalarında biten dönemde, Türkiye’nin bir hukuk devleti olacağına ve hak kavramının devlet-toplum ilişkilerinin merkezinde yer alıp etkili olacağına ilişkin bir umut yeşermişti. Eğer o süreç başarıyla sonuçlansaydı, Türkiye Suriye’deki iç çatışmalarda farklı bir pozisyon alabilir, mültecilerle ilgili daha kapsamlı politikalar oluşturulabilir ve şu anki siyasal ve sosyal gerilimler yaşanmayabilirdi.

Aslında mültecilere yönelik saldırganlığın kendini “evin sahibi” olarak gören gruplar tarafından başka kesimlere de yöneltildiğini ve çoğunlukla milliyetçilik söyleminin referans alındığını görüyoruz. Az önce bahsettiğiniz “uğrak”, Türkiye’de milliyetçiliğin de yeni bir boyut kazanması anlamına mı geliyor?

Türkiye’de kendinden zayıf gördüğü kişilere karşı, kadınlara, işçilere, göçmenlere, Kürtlere, LGBTİQ+’lara, yaşlılara, hayvanlara, ağaçlara saldırmayı, tahakküm etmeyi, onları zapturapt altına almayı gelenek-görenek kılıfına bürüyen ve iktidarı ya da Türk milliyetçiliğini arkasına aldığı takdirde yaptığı kötülüklerin hiçbirinden mesul tutulmayacağını hisseden geniş bir erkek kümesi var. Bunlar sadece lümpen sağcı-milliyetçiler değil. Ekonomik, sosyal ve kültürel birikim bakımından kentli ve medeni değerlerin ne olduğunu bilen kişilerden söz ediyoruz. Ancak Türkiye’deki siyasal alanın daraltılması ve kimliklerin birer sopaya dönüştürülmesi bu kesimleri de büyük ölçüde lümpenleştirdi. Bu kitleyi sosyal medyada troll, trafikte ya da sokakta saldırgan, evde şiddet uygulayıcısı olarak görebiliyoruz. Bir araya geldiklerinde istedikleri herkese kötülük yapmaya hakları olduğunu düşünüyorlar. Bu bir sosyal tip haline geldi. Akademiden yargıya, ticaretten siyasete kadar her alanda varlar. Kendilerine düşman olarak gösterileni düşman kabul eden, potansiyel şiddet öznesi kişiler. Dediğim gibi bunlar lümpenlerin yanı sıra sıradan yurttaşları ve kariyer sahibi kişileri de içeriyor. Siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, şov insanları… Biyolojik ırkçı sloganları kullanmadıkları için kendilerini ırkçı olarak görmeyen ırkçı bir güruh var. Biyolojik ırkçı sloganları kullanmıyor olabilirler ama dışlayıcı, mistik, romantik ve özcü bir ulus ve milliyet kategorisi etrafında düşünüyorlar.

SOSYAL MEDYADAN SOKAĞA KADAR LÜMPEN, ŞOVEN, BAYAĞILIK KISIRDÖNGÜSÜ İÇİNDE DEBELENEN BİR TOPLUM VAR

Bu kesimi yaratan karanlık nedir peki?

Türk olmayan her şeyin Türk olana tehdit olduğuna inanıp bundan korkuyorlar. İktidar bloku kimlikler üzerinden şiddet içeren ya da bunu olağanlaştıran ifadeleri kullandığında bu retorik tabanlarında en zayıf olandan nefret etme biçiminde kendini gösteriyor. İktidar Mısır’a, Ermenilere, Amerika’ya, LGBTİQ+’lara esip gürlüyor ve bu güruh yaşadıkları yerde en zayıf olarak kimi görüyorsa öfkesini ona yönlendiriyor ve zarar vermekten çekinmiyor. Hatta bunu paylaşmaktan, bununla övünmekten, bunu teşvik etmekten çekinmiyor ve devletin de bundan memnun olacağını düşünüp, devleti de kendisi gibi görüyor. Sosyal medyadan sokağa kadar lümpen, şoven, basit bir bayağılık kısır döngüsü içinde debelenen bir toplum var. Üstelik bu artık kanıksanmış vaziyette. Bir süredir gazetecilere ve siyasetçilere yapılan saldırılar bunun en bilinen örnekleri. Gazeteci Levent Gültekin’e onlarca kişinin sokak ortasında saldırmasını olağan bir hadiseymiş gibi izlemedik mi?

Bahsettiğiniz tarihsel “uğrak” Türkiye’deki siyasal partileri nasıl etkiliyor ya da yeni siyasal milliyetçi söylemi nasıl belirliyor?

Yeni milliyetçilik, 12 Eylül darbesinden sonra üretilen Türk-İslam sentezi bloğunun çizdiği milliyetçilikle yer yer örtüşse de farklılaştığı yerler de var. Bunu anlamanın en kolay yolu İYİ Parti’ye bakmak. Bu parti 1990 sonrası milliyetçiliğinin sıkıştığı kültürel dili ve pratiği aşma siyasetiyle ortaya çıktı. Fakat konu mülteciler ya da Kürtler olduğunda İYİ Parti’nin de tıpkı CHP gibi kültürel milliyetçiliğe sıkıştığını gördük.

İYİ PARTİ GİDEREK KÜLTÜRALİST MİLLİYETÇİLİĞE DAHA FAZLA SIKIŞIYOR

Kültürel milliyetçilik ne demek?

Ulus kavramını bir tür öz olarak kavrayan, tarihte ancak belirli bir kültürün içinde bu ulus ya da milliyetin var olabileceğini düşünen romantik, mistik bir eğilim. “Ne mutlu Türküm diyene” demek ulusu, milleti modern anlamda siyasal bir zemine çeken milliyetçiliktir, kültüralist milliyetçilikte ise Türklük ancak birilerine mahsus bir imtiyaz olarak görülür. İYİ Parti’nin bazı politikalarını siyasal milliyetçilik eksenine yerleştirmeye çalıştığını izlesek de genellikle kültüralist milliyetçiliğe giderek daha fazla sıkıştığını görüyoruz. Bu nedenle mülteciler ve Kürtler konusunda hegemonik söylemin dışına çıkabilecek bir siyasal müdahale pratiğini üretemediği ve düşünemediği gibi hayal bile edemiyor. İYİ Parti ve CHP göçmen meselesini hükümeti eleştirmek için araçsallaştırırken ötekinden nefret etmenin söylemini üretiyor. Bu iklim 1990’lardan beri Türkiye’de oluşturulan, her yere Atatürk büstü dikerek Atatürkçülüğü, her yere cami dikerek İslamcılaşmayı inşa edeceğini düşünen zihniyetin bir uzantısı. AKP’ye mülteciler üzerinden muhalefet yapmak kolay, peki doğru mu? Göçmenler Türkiye’nin ve toplumun bir parçası olup olmayacaklarına hükümetlere ve siyasi partilere sorarak karar vermiyor. Bu bir süreç. Her yere mültecilerden nefret ettiğinizi söyleyen ilanlar asarak bu sorunu çözemezsiniz. Tabii bunun arkasında Türkiye’deki siyasal alanın düzenlenişiyle ilgili de problem var.

Nasıl bir problem?

Lord Acton’un “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar” diye meşhur bir sözü var. Mutlak güç bozar ama sadece iktidarı, iktidar seçkinlerini ve yandaşlarını bozmaz. Türkiye örneğinde çok net olarak gözlemleneceği gibi muhalif partilerini ve onların yandaşlarını da bozar. Siyaset yapamayan veya ancak mutlak iktidarın yörüngesinde siyaset yapan bir muhalefet var. İktidarın zaten önemsemediği bir alanda iktidarı eleştirmek adına ve hak öznesi olan kesimlere saldırmak da bunun göstergesi. Bunun arkasında bitmeyen Tanzimat sendromu var.

KEMALİSTLERLE İSLAMCILARIN İKTİDAR HEVESİ ARASINDAKİ FARK ÇOK ABARTILIYOR

 Ne demek “Tanzimat sendromu”?

Türkiye’nin 180 yıldır çözemediği temel problemi eşitliğin bir siyasi statü olarak inşa edilememiş olması. Yurttaşlar olarak devlet karşısında eşit değiliz. Devlet nezdinde ve sosyal yapıda tüm kimlikler hiyerarşik olarak dizilen kategoriler haline getirildi. Kemalizm en tepeye Türk-Sünni kimliğini yerleştirmişti. Son on-on beş yılda ise Sünni-Türk kimliği en tepede. Bu kimliğe karşı sürekli tehdit olarak görülen kesimler var. Muhalefet, üretilen bu hiyerarşiyi reddedip eşit yurttaşlık hedefli bir siyaset üreteceğine, bu eşitsizliği bir norm olarak kabul ederek siyaset yapıyor. O zaman da mevcut hiyerarşiye karşı başka bir hiyerarşi hedefinin dışına çıkılamıyor.

Neden?

Çünkü Kemalistler için de İslamcılar için de devlet, içine yerleşilecek bir yuva olarak görülüyor. Bu yuvada kalmanın da belli şartları olduğunu biliyorlar. Aslında iki kesimin iktidar hevesinin arasındaki fark çok abartılıyor. Her iki kesim de toplumu muhatap alınması gereken eşit yurttaşlar bütünü olarak değil, yukarıdan aşağıya dizilen ve yönetilen birimler olarak görüyor. Bu yaklaşımın değişmesi ve en azından burjuva demokrasilerde olduğu kadar bile olsa, toplumu devlete karşı koruyacak mekanizmaların üretilmesi lazım.

İKTİDAR DEĞİŞECEK EZBERİNE TEMKİNLİ YAKLAŞMALIYIZ

İster Kemalist, ister milliyetçi, ister İslamcı olsun, iktidarı devralan ideolojik yapıların örneğin anti-Kürtlük gibi özünde değişmeyen ortak noktaları da var…

II. Abdülhamit sonrasında devletin merkezileşme politikalarına karşı direnç üreten kesimlerin başında Kürtler geliyor. Merkezileşmeye direnmeyen etnik gruplardan bazıları devletle pazarlık yaparak Kemalizm’in egemen tarih anlatısının içinde yer almayı kabul ettiler. Kürtler ise bu anlatıya direndi. Türkiye gibi bir ulus-devlet ancak unutmayla mümkün olabilirdi ve Osmanlı toplumunun bir parçası olan toplulukların çoğu “unuttu.” Bu nedenle de iktidara kim gelirse gelsin Kürtler her zaman teyakkuz halinde izlenmesi ve takip edilmesi gereken bir grup olageldi. Kültürel milliyetçilerin Suriyeliler ve Kürtler ile ilgili kurdukları cümlelerin birbirine benzemesinin nedeni de bu. Suriyelilerin de bir gün hak talep etmesinden endişe ediyorlar. Tanzimat’tan devralınan sosyopolitik miras bu, eşitlik talep etmek Türk kimliğine tehdit olarak görülüyor. Bu nedenle bu tür milliyetçiliğin Türkiye’nin akıbeti için çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum.

Şu anki İslamcı-Türkçü iktidarın önümüzdeki seçimlerde koltuğu CHP-İYİ Parti blokuna bırakacağına dair öngörüler var. Millet İttifakı bileşenleri tıpkı mevcut iktidar gibi bırakın Kürt sorununun çözümünden, sorunun kendisinden bile söz etmiyor. Mülteci karşıtlığında ise iktidarı bile geride bırakıyor. Dolayısıyla iktidarın değişmesi, mülteciler ve Kürtler açısından ne tür sonuçlar doğurur?

Bir kere “iktidar değişecek” ezberine temkinli yaklaşmalıyız. Bu ezber siyasal alan üzerindeki baskıyı ve daralmayı siyasallaştırıyor, siyasetin normali haline getiriyor. Böyle bir garanti yok. İnsanlar memnuniyetsiz olabilir ama seçmenin önemli bir kısmı hâlâ iktidar blokunda kümelenmiş vaziyette.

GÜCÜN MERKEZİLEŞTİĞİ TOPLUMLARDA İKİYÜZLÜLÜĞÜN YÜKSELMESİ TESADÜF DEĞİL

Neden?

Çünkü iktidarın kimlik siyaseti hâlâ çalışıyor. Yurttaşların hiç azımsanmayacak bir kısmı devletin arkasında hizalanma eğiliminde. 12 Eylül darbe Anayasası yüzde 92 ‘evet’ oyu aldı, bunu sadece baskılarla açıklayamazsınız. 2016 referandumunda yüzde 50’ye denk düşen ayrım çok kıymetlidir. Yaklaşık 35 yıl sonra toplumun önemli bir kısmının demokrasinin mümkün olduğu bir memleket idealinde uzlaştığı görüldü. Ancak ‘hayır’ diyenlerin yüzde kaçı bunu demokrasi adına tercih etti, bu da bir soru işareti olarak burada dursun, yine de önemlidir.

Gelelim olası iktidar değişikliğinin, olası sonuçlarına…

CHP ve İYİ Parti içinde HDP’nin Millet İttifakı’nın parçalanması için kriminalize edildiğini söyleyenler oldu. Sonuçta HDP’ye kapatma davası açıldı ve muhalefetin blokundaki bir parti yarım ağız ‘geçmiş olsun’ demekle yetindi. Diğeri bundan bile imtina etti. Bu bize, mutlak gücün yalnızca iktidarı değil, muhalefeti bozduğunu gösteren iyi bir örnek. HDP’nin kapatılmasından fayda üretmeyi hedefleyen bir muhalefet var çünkü. Gücün merkezileştiği bütün toplumlarda güvenlikçi politikalar ve ikiyüzlülüğün yükselmesi bir tesadüf değildir. İkiyüzlülüğü bir karakter özelliği olarak değil, gücün toplandığı merkeze yakın durmanın maliyeti anlamında söylüyorum.

İYİ PARTİ HER AN “BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR” DİLİNE GEÇEBİLİR

İYİ Parti’yi muhalefet içinde nereye konumlandırıyorsunuz? Sizce İYİ Parti’nin tarifi nasıl yapılabilir?

İYİ Parti dışlayıcı-kültüralist milliyetçilik ile kapsayıcı-sivil ya da siyasal olarak tanımlayabileceğimiz milliyetçilik arasına sıkışmış vaziyette. Eğer siyasal milliyetçiliği benimseyecekse ulus-kimlik etrafında siyaset üretmeli ve örneğin Kürtlerin ya da Arapların eşit yurttaş olmaları için gereken mücadeleyi vermeli. Kültüralist milliyetçiliği benimseyecekse MHP gibi davranması yeterli elbette. İYİ Parti’de böyle bir sıkışma görüyorum. Ayrıca bu parti kentli bir yatkınlığa sahip. Yani tabanında kimlikler önce hakları önceleyen, liyakatin önemsendiğini söylemek zor değil, buna kolaylıkla ikna olabilecek bir tabanı var gibi görünüyor. Yani bir Kürdün sosyal yaşam içinde Kürt olarak var olmasını fazla dert etmiyor ama Kürtlüğünü gösterirken dikkatli olmasını ve kendisini rahatsız etmemesini istiyor.

Ne demek bu?

Bu çok kaygan bir zemin. Kürtlerin burada ve aramızda olduğunu bilmek ile Kürtlerle ya da Türk olmayanlarla bir arada yaşadığını bilmek aynı şey değil. Çözüm süreci döneminde “Türk olduğumuzu söylemekten utanır olduk” şeklindeki milliyetçi itirazları buradan hareketle anlamak gerek. Yani eşitlik söz konusu olmaya başladığı anda kendini tehdit altında hissedip Türk olduğunu söylemekten utanmak gibi bir reaksiyon ortaya çıkabiliyor. Bu nedenle İYİ Parti de her an kültüralist milliyetçiliğe kayıp “bir Türk dünyaya bedeldir” diline geçebilir. Dolayısıyla Türkiye’de iktidar gidecekse yerine gelecek olanın ekonomik, siyasal, sosyal alanda neler yapacağını kestirmek şimdiden mümkün değil. Ancak toplumsal muhalefet bunu örgütlemenin yollarını inşa edebilir. İYİ Parti de demokrasinin kriterlerine ve demokrat bir çizgiye taşınabilir. Çünkü Türkiye’de Türk milliyetçileri var ve milliyetçilerin de siyaset yapmalarının medeni ve meşru olanaklarının var olması lazım. İYİ Parti bunu başarabilir mi, zaman gösterecek.

İKTİDAR DEĞİŞTİĞİNDE MÜZAKERE OLANAĞI TEKRAR ORTAYA ÇIKABİLİR

CHP’nin de sosyal demokratlıkla milliyetçilik arasında bir sıkışmışlık yaşadığı söylenebilir mi?

CHP’nin iktidar olma stratejisinde Kılıçdaroğlu ile bir değişim yaşandı ama CHP bir türlü siyaset yapmayı mümkün kılacak bir siyasal alan yaratma ya da açma girişiminde bulunmuyor.

Bunun için ne yapması ya da yapmaması gerekiyor?

İktidarın ürettiği kültüralist milliyetçilik dilinin yörüngesinden çıkılması gerekiyor. Bu durum Gara’da biraz kırılır gibi oldu ama Ömer Faruk Gergerlioğlu TBMM’den yaka paça atılırken CHP yine yoktu. Eğer CHP o gün orada olmayacaksa ve sadece seçimden seçime “gidecekler” diyecekse gerçekten CHP’ye ihtiyaç var mı? Oysa CHP’nin çok temel, insanî, medeni birtakım siyasi ilkeleri korumak adına hareket etmesi bile yeterli. Siyaset yapmanın birinci koşulu egemen retoriğin dışına çıkmaktır.

Yani Yaşar Kemal’in İnce Memed’ine atfen “bir Abdi ağa gider yerine bir başka Abdi ağa gelir” mi diyeceğiz?

Hayır, tam olarak değil. Mevcut iktidar bloğu kor bir çekirdek etrafında örgütlendi ve müzakereye kapandı. Sadece kendi duymak istediklerini dinleyen bir siyaset tekniğinin içine kayboldu. Fakat bu iktidar değiştiğinde yerine gelenlerle müzakere edebilme olanağının tekrar ortaya çıkacağını öne sürmek mümkün. Yani iktidar değişimi kendiliğinden demokratik bir devletle sonuçlanmasa bile toplumun gerisinde kalan bu siyasal örgütleri toplum olarak ileri doğru itmenin olanakları ortaya çıkabilir. Türkiye’nin çok dinamik ve değişime uyum sağlamaya yatkın, aynı zamanda değişime dirençlerinin zannedildiğinden zayıf olduğunu ve 19. yüzyılın yüklerini daha fazla taşımak istemediğini düşünüyorum.

KÜRT SEÇMENLERİN NİCELİKSEL ORANI BÜTÜN ANAAKIM SİYASETİ BELİRLİYOR

Başta İstanbul olmak üzere son yerel seçimlerin sonuçlarını muhalefet lehine değiştirdiği halde CHP ve İYİ Parti’nin beraber fotoğraf bile vermekten çekindiği, iktidarın en büyük hedefi haline getirilen HDP’nin kapatılması yönünde dava açıldı. Sizce HDP’nin kapatılmasının ne tür siyasi sonuçları olur?

HDP’nin siyasal varlığını anlamlı ve önem kılan, onu siyaset sahnesinde bir aktör olarak görmemize neden olan şey, Türkiye’nin bütün illerine yayılmış olan Kürtlerin sosyo-politik taleplerinin taşıyıcısı olması. Kürt seçmenlerin niceliksel oranı ve büyükşehirler dahil tüm Türkiye’ye yayılmış olması bütün anaakım siyaseti belirliyor. Bu nedenle yerel seçimlerde denklemleri değiştirebilecek bir etkiye sahipken, bu etkinin HDP’nin aleyhine dönmesi doğrudan doğruya Türkiye’deki demokrasi kriziyle ilgili. HDP bir parti olarak kolaylıkla bir tehdide dönüştürülüyor. Eğer iktidar, muhalefet bloğunu parçalamak için HDP’yi kriminalize ediyorsa ve CHP ile İYİ Parti bunu biliyor, görüyor ve “bu oyunu” anlıyorsa, o zaman neden bunu değiştirecek bir siyaset üretmiyor? HDP’den hoşlanmayabilirler ama hedef iktidar olmaksa, her şeyden önce iktidardaki partinin siyaset tekniğini boşa çıkaracak hamleler yapmaları beklenir.

Peki bu neden yapılmıyor?

Bitmeyen Tanzimat sendromu muhalefeti de yönetiyor. İYİ Parti eşit yurttaşlık fikrini içeren siyasal fikriyata henüz erişebilmiş değil. Onun baktığı toplum yurttaşlardan değil Ermenilerden, Rumlardan, Kürtlerden, Alevilerden oluşuyor. Türkiye toplumu birbiriyle hukuk bağı ile bağlı yurttaşlar topluluğu olduğunda İYİ Parti de Hakkari’nin sosyal ve siyasal sorunlarını merkeze alan bir siyaset yapmaya başlayacak. Fakat Tanzimat sendromu yüzünden henüz bu aşamaya gelemiyoruz.

TÜRK, KÜRT VE SURİYELİ ÜÇ İŞÇİ AYNI İŞİ YAPIYOR AMA EN YÜKSEK ÜCRETİ TÜRK, SONRA KÜRT, EN DÜŞÜĞÜNÜ SURİYELİ ALIYOR

Mevcut iktidara karşı muhalefetin ortaklaşması çok mümkün görünmüyor. Fakat siz doktora çalışmanızı Kürt işçi sınıfı üzerine yaptınız ve İletişim Yayınları bu çalışmayı “Esmer Yakalılar” ismiyle yayınladı. Son zamanlarda mültecilerle de çalışıyorsunuz. Esas olarak bu iki kesimin oluşturduğu veya genişlettiği işçi sınıfından bakınca nasıl bir tablo görünüyor?

Öncelikle prekaryadan söz etmek gerekiyor. Prekarizasyon, yaşamak için çalışmak zorunda olan geniş kalabalıkların her yanını kaplayan bir süreç. Devlet memurundan tutun da restoranlarda çalışan komilere kadar herkesi kapsıyor. Türkiye’de ve dünyada bildiğimiz anlamda meslek kavramı ortadan kalktı. İnsanlar çalıştıkları halde yoksullaşıyor, meslek güvenceleri yok. Sınıflar içindeki farklı gruplar da bu süreci farklı deneyimliyor. Diplomalı hekimler, akademisyenler, avukatlar için prekarizasyonun dinamikleri farklı işliyor, geleneksel işçi sınıfında farklı işliyor. Fakat bu kesim de kendi içinde homojen değil, orada da etnik ya da etno-dinsel emek hiyerarşisi var.

Nasıl kuruluyor bu hiyerarşi?

Aynı meslek kolunda çalışan işçilerin etnik ve dini aidiyetlerine göre dizildiği bir kompozisyon var. Türk, Kürt ve Suriyeli üç farklı etnik kimlikten işçiler aynı işi yapıyor olmalarına rağmen en yüksek ücreti Türk işçi, sonra Kürt işçi, en düşük ücreti de Suriyeli işçi alıyor gibi düşünebiliriz. Bu bir model değil elbette, anlaşılması için söylüyorum. Çalışma saatleri veya işten çıkartıldıklarında çalışmadan yaşayabilecekleri süre de benzer biçimde farlılık gösteriyor. Birçok farklı dinamik var.

İŞÇİLER DE DAYANIŞMALARINI SINIF YERİNE KİMLİK ÜZERİNDEN YAPIYOR

İşçi sınıfı kendi içinde nasıl bir ideolojik kompartımanlaşmaya sahip?

Kültüralist milliyetçiliğin Türkiye’de 12 Eylül’den sonra neden bir siyaset tekniği olarak topluma boca edildiğini bugünkü işçi sınıfına bakarak anlayabiliriz. İnsanlar ancak çalışarak hayatta kalabileceklerini deneyimliyor olmalarına rağmen, dayanışmalarını sınıf yerine kimlik üzerinden yapıyor. Çünkü kendilerini böyle güvende hissediyorlar. Örneğin ABD’de alt sınıflarda, özellikle inşaat ve tersane iş kollarında ırkçılık yaygın bir sınıfsal davranış. Beyazlar iş güvencelerinin ancak ırk temelinde örgütlenirlerse sürdürülebileceğini varsayıyor. Bir kriz durumunda önce siyah işçilerin işten çıkartılmasını talep ediyorlar. Haliyle bu durum, Amerika’daki sendikacılığın beyaz ve siyah olarak ayrışmasına, sınıfsal çıkarların farklılaşmasına ve parçalanmasına neden oluyor. Türkiye’de de buna benzer bir parçalanma söz konusu.

ARTIK AHMET KAYALAR, YILMAZ GÜNEYLER ÇIKMIYOR

Yani ezilenlerin etnik veya dini kimlikten ziyade emek üzerinden ortaklaşmalarının, sınıfsal aidiyetlerine yaslanarak dayanışmalarının koşulları artık yok mu?

Tabii ki koşulları var ve bunun önünde sadece ideolojik engeller var. Ama bu engellerle mücadele edilebilecek siyasal alan çok sınırlı. Sol siyaset çok yetersiz, fazlasıyla entelektüalizme sıkışmış vaziyette. Sokakta sağın dili hakim. Solun üretmiş olduğu kültürel birikim dar bir çevrede dönüyor. Sınıfın üyelerine erişmenin yolları ve kanalları hem dar hem de yetersiz. Bu nedenle de artık Ahmet Kayalar, Yılmaz Güneyler çıkmıyor ve bütün kesimler kendi kimliklerine kapanarak çıkarlarını korumaya çalışıyor. Kürt işverenler yanlarında Kürt işçileri çalıştırıyor. Kürt işçi cezaevine ziyarete giderken Kürt patronundan rahatlıkla izin alıyor ama pazar günü çalıştırıldığında ses çıkartmıyor. Yani sıra sınıfsal meselelere geldiğinde Kürt ya da Türk olmak kimseyi demokrat, adil ve eşit yapmıyor.

Peki buradan bir çıkış nasıl mümkün olabilir?

Ezilenler, baskı altındaki gruplar, görmezden gelinenler, ölse bile umursanmayacak olanlar hiçbir iktidarın insafına ve güç odağına terk edilemez. Soyut ahlaka değil, somut hukuka dayalı bir sistem kurmak durumundayız. Bugün iktidara yaslanarak ortalığı kasıp kavuran, istediğine istediği şiddeti uygulayabileceğine inanan erkekliği gemleyecek olan da budur. Toplumu soyut bir “ahlaka” veya “vicdana” çağırarak kadınları, mültecileri, Kürtleri, ezilenleri, LGBTIQ+’ları koruyamazsınız. ‘Kirasını ödeyemeyen birisinin kirasını ödemek iyidir’ diye düşünürüz ama gidip kirasını ödemeyiz. Bu sorumluluk bizden toplanan emek, zaman ve para ile bizi yöneten devlete aittir. Devlet o kişinin eşit ve onurlu bir kişi olarak barınma güvencesinden sorumludur, yurttaş olmasa dâhi. Aynı şey kişi güvenliği için de geçerli. Dolayısıyla tek çıkış, şu an kapatılmaya çalışılan kapıda. O kapıyı açık tutmak gerekiyor.

Nedir o kapı?

Hukuk devleti, sosyal devlet. Hak ve özgürlüklerin vicdana, toplum ahlakına değil kanuna, hukuka bağlandığı demokratik bir sistem. Bu sistemin varlığını unutmamak, bunun mümkün olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak, iyi örnekleri önümüze koymak ve bu kapıyı kapatmaya yönelik her girişime itiraz etmek gerekiyor. Bizi birleştirecek ve bu ülkenin eşit, onurlu, haysiyetli yurttaşları haline getirecek şey ise kimliklerimiz değil, haklarımız. Devleti kimliklere değil haklara odaklanan bir organizasyon olarak örgütlemeyi başaramayan Türkiye’nin geleceği bugünden daha parlak değil.

 
 
Tüm yazılarını göster