Türkiye’de işler karıştıkça benim de zihnim dağılıyor. İpin ucunu çoktan kaçırdığım hissiyatından bir türlü kurtulamıyorum. Sabah akşam tartışma programı izleyesim var. Twitter’da zihin açıcı olmasını umarak Sedat Peker’in ifşalarıyla, muhalefetin olası stratejileriyle, erken seçim olursa ortaya çıkabilecek farklı ihtimallerle ilgili önüme düşen her tweete bakıyorum. Ama yok! Ne sorularım yanıtlanıyor, ne de kendim bir açıklama üretebiliyorum. Ben mi yorum yapamaz hale geldim, Türkiye mi artık “yorumsuzluk mertebesine” erişti bilemiyorum doğrusu.
Sorularım çok… Sorular yalnızca soru da değil, dertlenmeler aslında… Muhalefetin haline dertleniyorum mesela. Ne zaman Kemal Kılıçdaroğlu’nu dinlesem, retorik sorulardan başka bir şey işitemiyorum. Muhalif olmayı yanıtsız kalacak sorular sormakla eşdeğer gösteren bu inatçı hitap tarzından hiç hazzetmiyorum. Yaratıcılıktan uzak, apaçık “sağ”, dogmalaşmış bir geçmişi her sözünün kılıfı olarak kullanan, geçmişini tarihselleştirememiş, geçmişin sorumluluğunu alamadığı için geleceğe yönelemeyen, kendinde değil adında muhalif bu söylemi bıktırıcı buluyorum. Muhafazakar, sağcı, dolayısıyla politik olamayan sözüm ona muhalefet. Politika gelecekle ilgili insani bir etkinlik olduğu için yalnızca sol siyaset içinde kendi imkanını bulabilir bence. “Solculuk” iddiası, gelecek imkanını dışladığında boşa düşer, politik olma vasfını da kaybeder. Bizim muhalefetin bir türlü umut olamamasının, gerçek bir seçeneğe dönüşememesinin bir nedeni de her seferinde kendini boşa düşürecek bir geçmiş saplantısıyla malul olması olabilir. Geçmişi ve bugünü yerinden ederek geleceği inşa etme cesaretini gösteremeyen bir siyasal hareket, ne soldur ne de politik.
Kopuşlar üzerine çok düşünürüm. Kanıksadığımız, bitmeyeceğine inandığımız pek çok şey, ardında büyük bir boşluk bırakarak çekip gidiyor hayatlarımızdan. Bitmeyecek gibi gelen ömürler bitiyor. En aşina olduğumuz, ama bir türlü alışamadığımız, kabullenemediğimiz, bir türlü anlayamadığımız ölüm, en kestirmesinden bir kopuş. Bir bıçağın soğuk çelik kesinliğiyle kesip biçiyor. Boş yere değil tekinsiz, karalara bürünmüş, belirsiz imgesiyle Azrail’in elinde keskin bir tırpan olması… Ölüm öylesine kesin ki kabul edilemiyor. Bundan olsa gerek, sonrasında bir şeyin, yeni bir başlangıcın, yaşananlarının tam tersini vaat eden bir başka dünyanın olması ihtimali bu kadar çekici. Yine bu kesinlik, bilinmezliği besliyor. Deneyimi kendisiyle sönümlenen, kendine dair bir anlatı kurulamayan, asla bilinemeyecek olan tek gerçeklik ölüm. Bizse bilinmezden korkarız. Ölüm, bir yandan her an burada, şimdiye ait olmakla bir kesinlik. Ancak aynı zamanda da hep korkulan, şimdiden ötelenen en uzak ihtimal. Ölüm yokmuş gibi yaşarken o en bilinmezi, kaçınılmaz kopuşu kendimizden uzakta tuttuğumuz yanılsamasına sımsıkı sarılıyoruz. Kopuşları, hele de ölüm kadar kesin olanları sevmiyoruz.
Geleceğe yönelmek, orada ölümün kendisi kadar güçlü başka kopuşlar, belirsizlikler, bilinmezler bizi beklediği için belki de çok zor. Geçmişe romantik, nostaljik bağlılığımızın ardındaki etmenlerden biri bu zorluk olsa gerek. Geçmişi taşıyan nesnelerde aşinalığı yakalıyoruz; geleceğin tekinsizliğine geçmişin bilgisini yeğliyoruz. Ayrıca geçmiş, allanıp pullanıp hikaye edilebiliyor. Elimizde bir masala dönüşebiliyor. Olağanüstülükle donatılabilen, yeniden ve yeniden inşa edilebilen bir şey geçmiş. Geçmişin yaralayıcı, rahatsız edici, travmatik, utanılası olanı da var elbette. Büyüsü kaçmış, karanlık bir geçmiş, yüzleşme, sorumluluk alma gibi meseleler açıyor önümüze. Geçmiş de bilinmez yaşamayan için. Dehlizleri var kendine göre. Karanlık gizleri olan dehlizler. Ama geçmişe bakmak, kazı yapmak gibi. Zaten orada olanı, üstündeki tozlu örtüyü kaldırıp herkesçe bilinebilir kılabilir insan. Müzelere tıkılan bir dolu nesne, onları yapanların, onların ilk sahiplerinin hayatlarına zamanda geriye doğru sıçrayarak dokunabilmemizin bir aracı oluyor. Örneğin geçmişten kazılarak çıkarılmış bir takıya bakarken onun nasıl bir kadının veya erkeğin tenine değdiğini, çağların içinden geçerken kim bilir nelere tanıklık ettiğini düşünmeden edemem. Hayal gücüm deneyimimi ötekinin deneyimine bağlamak için yollar yaratır. Bilindik olandan geçerek bilmediğim pek çok geçmiş yaşantıyı en azından dokunulabilir kılar. Geçmiş, zengindir; yaşanmışlığıyla aşinadır. Çeşitlidir. Çoğuldur. Zamana döşenmiş, iç içe sonsuz labirentler gibidir. O labirentlerden geçerken bellek genleşir; anımsadıklarım benim olmaktan çıkar, ortaklaşır.
Oysa geleceğin böyle bir büyüsü yoktur. Henüz yapılmamış, döşenmemiş, kokusuz, tatsız, anısız, boş… Anlatıya gelmez. Dili yadsır. Gelecek kazınmaz, ancak kurulur. Geleceği tasarlamak, geleceği planlamak gibi aklı işe koşan bütün etkinlikler, belirsizliğe karşı insanın bitmez mücadelesinden türer. Denetleme arzusu, yönetme ihtiyacı da bu mücadelenin ana etmenleri. Belirsizliği kabullenmeyen modern insanın kesinlik arayışının etkisi, sayılabilir olanın, duyularla erişilebilir ve gözlenebilir olanın, sınırları açıklıkla tanımlanmış olanın, akla karanın karşıtlığına benzer bir açık seçikliğin düşünme ve eyleme tarzlarımızı belirleyişinde sezilebilir.
Politika, bence bu nedenle geleceğin belirsizliğini, bilinmezliğini alt etmek için insanın icat ettiği en önemli etkinliklerden biridir. Basitçe belli bir amaç, bir fayda, bir ideal doğrultusunda geleceği ortaklaşa inşa etme işi de denebilir politika için. Ancak kolektif bir idealin gerçekleştirilmesi için verilen politik mücadeleler, hesapçı aklın dayattığı planlara, stratejilere, taktiklere indirgenmemelidir. Ortaklaşmalar, duygusal özdeşimler üzerinden var edilebilir. Bizi geleceğe bakmaya, geleceği kurmaya zorlayan politika, cesaret gerektirir. Kahramanlar, tutkular, arzular olmadan politika soğuk yüzlü, profesyonelliğe hapsolmuş, “çobanlık” gibi bir “iş” olmaktan öteye gidemez. Siyaset işini icra edenler olarak muhalefetteyken, seçimleri kazanır pekala iktidar olabilirsiniz, yönetirsiniz de. Yönetmek için sistemin tanımlanmış araçlarını kullanma yetkisini almak yeterlidir. Meşru da olursunuz. Peki ama halka özgürlük, eşitlik, adalet, yani bir gelecek vaat edebilir misiniz? Gerçek bir “seçenek” olabilir misiniz?
İşte bu nedenle bizim muhalefetin sandığı gibi erken seçim istemek, yönetmeye talip olmak yetmez, geleceği birlikte inşa etmenin yollarını örgütlemek gerekir. Mitleştirdiği geçmişi ayağında pranga olarak taşımak, her eylemin ölçüsünü o mitsel geçmişten çıkartmak yerine geleceğe yönelme cesaretini göstermek gerekir. Ortaklaşma, dayanışma, örgütlenme ağlarını örmek yerine, verili bir dile kendini hapsederek kazanacağını zannettiği bir seçime odaklandığı sürece muhalefet gerçek bir alternatif olamayacak…
Hemen şimdi harekete geçmeli, yoksa yarın çok geç olacak.