Polonya’daki kadın hareketleri Rosa Luxemburg’a neden uzak?

İkinci feminist dalganın neoliberalizm ile birlikte hareket ettiğine dair iddiaların ağırlık kazandığı günümüzde, kadın örgütlerinin kapitalist sistem içerisinde ezilen tüm kesimleri içine alacağı bir direnişin öncüsü olabilmeleri, yine Rosa simgesinin altında yatıyor.

Abone ol

Harun Güney Akgül*

Dünya genelinde kadın hareketleri 2020 yılının getirdiği tüm olumsuzluklara rağmen daha da güçlenerek, özellikle otokratik güçler karşısında özgürlüklerini koruma ve kazanma adına simge haline gelmeyi başardılar. Özelikle Belarus, Polonya ve Arjantin’deki kadınların başlattığı direniş gösterileri toplumun geniş bir kesiminden destek görmesi ile sonuçlandı. Belarus’da Avrupa’nın son diktatörü olarak adlandırılan Lukaşenko’ya karşı başlatılan sokak direnişlerinde kadınlar en ön safta yer aldı. Arjantin’de 14 yaşındaki kız çocuğunun öldürülmesinde devletin cinayette ihmali ortaya çıkması ile binlerce kadın sokaklara dökülürken, kadınlar adliye sarayını da ateşe verdiler. Bu mücadelenin sonucunda Latin Amerika’da kürtajın yasağını kaldıran ilk ülke Arjantin oldu. Türkiye’de ise kadın cinayetlerinin artmasına yetkililer tarafından önlem alınamaması ve İstanbul Sözleşmesi'nin maddelerinin gereğini yerine getirmede iktidarın isteksizliği kadın hakları savunucularının ve göstericilerin tepkisini çekiyor.

Polonya’da ise Anayasa Mahkemesi'nin aldığı kürtaj karşıtı karardan sonra ortaya çıkan kadın hareketi “strajk kobiet” (kadın grevi)’nin organize ettiği protesto gösterileri geçtiğimiz iki aylık süre boyunca pandeminin zorlayıcı şartlarına rağmen binlerce kişiyi meydanlarda bir araya getirmeyi başardı. Muhafazakâr hükümete ve Katolik Kilise'ye karşı yapılan gösterilerde bir nevi de başarılı olduklarını söylemek mümkün çünkü Polonya Anayasa Mahkemesi tepkilerden sonra kararın resmi olarak yayınlanmasını ve yürürlüğe girmesini ertelediğini açıkladı.

GÖZÜM ROSA LUXEMBURG'UN RESMİNİ ARADI

Bu açıklamayı yeterli bulmayan “Strajk kobiet” hareketi gösterilerini ve itirazlarını sonlandırmış değil, yasanın tümden iptal edilmesi dışında herhangi bir öneriyi kabul etmeyeceklerini, meydanlarda protesto gösterilerini sürdürerek göstermeye devam ediyorlar. Gösteriler sırasında ve sonrasında meydanlarda ve kadınların elinde çok yaratıcı sloganlar ve resimler ortaya çıktı. Hâlâ birçok evin ve arabanın penceresini eylemlerin sembolü haline gelen kırmızı şimşek simgesi süslüyor. Benim ise gözüm ister istemez Rosa Luxemburg’un resmini aradı. Öyle ya Polonyalı bir Yahudi olan Rosa Luxemburg ismi Polonya resmi ideolojisinde hâlâ bir komünist düşman olarak yer alıyor. Başkan Duda’nın LGBT ve uzantılarını bir ideoloji olarak tanımlayıp komünizmden bile tehlikeli bir ideoloji olarak ilan etmesinden sonra hükümete karşı Rosa Luxemburg simgesi altında cevap verilmesini bekledim. Diğer yandan Polonyalı kadınlar kendi ülkesinde yıllar sonra Rosa Luxemburg’a karşı iade-i itibarda bulunarak ve onun düşüncelerinden yola çıkarak feminist hareketi neoliberal sistemin altında ezilmişliğinden kurtarabilirlerdi ama ne yazık ki başta mecliste temsil edilen sol hareket Lewica olmak üzere kadın hareketlerinin Rosa Luxemburg ismini gündeme getirmek aklına gelmedi veyahut bundan bilinçli şekilde kaçınıldı.

Rosa Luxemburg, etkin olduğu Birinci Dünya Savaşı öncesi pek çok alanda esen ideolojik rüzgârlara o küçük bedeninin kapılmasına izin vermemiş simge bir isim. Komşuları tarafından paylaşılmış Polonya’da esen milliyetçilik rüzgârına, sömürü ve baskıdan kurtuluşun önünde engel teşkil ettiği için karşı çıkan Luxemburg bu doğrultuda Polonya Sosyalist Partisi'nden ayrılarak Litvanya’daki sol hareketi de içine alan SDKPiL’i kurdu ve bu partinin üyesi olarak katledildi.

Birinci Dünya Savaşı'nın emperyalist bir paylaşıma neden olacağının farkına varan ilk devrimcilerden biriydi ve Almanya’nın savaşa katılmaması için elinden gelenin fazlasını yapmaya çalıştı. Ne var ki Wilhelmci toplumla stratejik bütünleşme kararı sonrası SPD’nin 4 Ağustos 1914’de savaş kredilerini onaylamasından sonra "proleter kitlelerin" büyük kesiminin emperyalist bir savaş için kılıç kuşandığını gören Rosa Luxemburg ciddi ciddi intihar etmeyi düşünecek kadar da savaş karşıtı idi.

Bolşevik devrimin gerçekleşmesi için heyecanla bekleyen ve mücadele eden Rosa’nın kendisi olmasına rağmen, ortaya zamanla radikal sol bir totaliter rejimin çıkabileceğini öngören yine Luxemburg’un kendisi oldu. Stalin dönemini görmemesine rağmen korktuğu her şeyin komünist çatı altında ortaya çıkması bugün sosyalizme vebalı bir şekilde yaklaşılmasının en büyük nedeni. Hâlbuki Luxemburg eşitlikçi, özgür, halkın onayına dayanan liderlik modeli ile her türlü bürokrasiden arınmış, kültürlü bir sosyalist toplumu ortaya çıkarmak için kapitalist sisteme karşı mücadelesini son nefesine kadar sürdürdü.

Luxemburg’un bu özgürlükçü anlayışında hayvan sever bir botanikçi arka planının da olması önemli rol oynuyor. Her yaşamı kutsal sayması ve her yönü ile doğal bir devrimden yana tavır alması da şüphesiz bu özelliğinden kaynaklanıyor. Wroclaw’da hapishanede kaldığı dönemde Romanya’dan getirilen yük mandasını yaralı halde acı çekerken görmesi ve o andaki çaresizliği Rosa’nın hapishane sonrası daha yaşlı görünmesinde rol oynadığını yazdığı mektuplardan anlaması zor değil.

Asıl konumuza dönecek olursak dünyanın çoğu bölgesinde kadınların oy hakkı dahi olmadığı 19. yüzyıl sonlarına denk gelen dönemde erkek egemen siyasi arenada sadece işçiler ve kadınlar için değil evrendeki her canlı için mücadele etmesi ve bildiği doğruları sakınmadan söyleyebilmesi ve söylediği bu doğruların -savaş karşıtlığı, işçi hakları, özgürlükler, hayvan hakları- kapitalist sistem altında dahi bugün ayrı ayrı pek çok alanda evrensel ilkeler haline gelmesi, Polonya’nın Rosa Luxemburg’a iade i itibarda bulunması için yeter de artar.

Özellikle Polonya’da kadın hareketleri karşısında tehdit edici unsur olarak yerleştirilen milliyetçi holiganlara karşı ancak Luxemburg’un milliyetçilik karşıtı tezleri ile cevap verebilirlerdi. “Strajk kobiet” hareketi herhangi ideolojiden bağımsız bir şekilde sadece kürtaj hakkına odaklanmaları kadınların resmin genelini görmesini engelliyor. Varşova meydanında binlerce kadın ve gencin toplandığı bir dönemde gazeteci Marcin Gutowski’nin raporu, Kilise'deki pedofili vakalarının örtbas edilmesiyle ilgili yeni gerçekleri ortaya çıkardıktan sonra en azından ben kadınların büyük resmi görebileceğini bekledim. Belgenin yayınlanmasının ardından, II. John Paul’un Vatikan’da pedofili ve taciz hakkında neler olup bittiğini bilmiş olabileceğini ait kanıtlar Polonya gündemini uzun süre meşgul etti. Polonyalıların komünist rejimden kurtulmaları için kutsal bir kahraman rolü yükledikleri II. John Paul’un 40 senelik yakın dostu ve yardımcısı Stanisław Dziwisz yayınlanan raporda ismi geçen ve hayatta kalan tek sanık ve tanık olmasına rağmen iddiaları reddetti ve hayatı boyunca Kiliseye ve II. John Paul’a ve Polonya’ya hizmet ettiğini söyleyerek bir nevi iddiaları doğrulamış oldu. Muhalefetteki sol hareket Lewica konunun takipçisi olan tek siyasi hareket olarak dikkat çekse de istediği etkiyi toplum üzerinde uyandıramadı. Tepki sadece birkaç sokak isminden II. John Paul isminin gayri resmi olarak değiştirilmesi ile sınırlı kaldı

Hâlbuki içinde yaşadığımız yüzyılda dünya genelinde gücünü kabul ettirmiş kadın hareketlerinin Polonya'daki temsilcileri toplumda adeta ruhani bir kahraman olan II. John Paul figürünün tartışılmaya başlanması ile birlikte Rosa Luxemburg’un adını tekrar gündeme getirebilirlerdi. Kiliseye ve muhafazakâr hükümete karşı bundan iyi bir başkaldırış olamazdı. Rosa Luxemburg ismini sahiplenmek erkek egemen neoliberal düzende daha fazla eşitlik ve daha fazla özgürlük şiarı ile hareket eden kadın hareketlerinin bakış açısını değiştirmek için iyi bir fırsattı. İkinci feminist dalganın neoliberalizm ile birlikte hareket ettiğine dair iddiaların ağırlık kazandığı günümüzde, kadın örgütlerinin kapitalist sistem içerisinde ezilen tüm kesimleri içine alacağı bir direnişin öncüsü olabilmeleri, yine Rosa simgesinin altında yatıyor.

150 yıl önce bu topraklarda dünyaya gözlerini açan Rosa Luxemburg bugün evrensel değerler haline gelen; savaş karşıtlığı, milliyetçilik ile mücadele, doğa, hayvan ve çevre bilinci, kadın ve işçi hakları gibi değerlerin kabul görmesi için canı pahasına savaştı. Polonya ve diğer ülkedeki kadınlar bugün bu değerlerin korunmasında toplumdaki en büyük güvence haline gelirken, yine özgürlüklerini korumak ve kazanmak için kapitalist sistemin kendisi ile değil de ortaya çıkardığı barbarlıklar ile tek tek mücadele etmeye girişmeleri, benim açımdan kadın hareketlerinin en zayıf yanı olarak görünüyor.

Dipnot: Yazıda Rosa Luxemburg’a ait bazı notlar Rosa Luxemburg Vakfı adına ve katkılarıyla basılan “Rosa Luxemburg ya da: Özgürlüğün Bedeli” adlı kitaptan alınmıştır.

  

*Doktora öğrencisi, Wroclaw Üniversitesi Siyaset Bilimi