Bir grup insanın soyumuzun geleceğini kurtarmak üzere uzay
gemisine doldurulup yıllarca sürecek seyahatlere çıkartılmasına
dair filmlerin sayısında hatırı sayılır bir artış dikkat çekiyor.
Yakın uzay artık bir gizem olmaktan çıktığı içindir belki de. Tek
başlarına birçok ülkenin gelirinden fazla servete sahip olan
botokslu adamların özel oyuncaklarıyla zırt pırt uzaya gidip
geldiği bir çağda, bilimkurgunun ufukları da daha uzaklara bakmak
durumunda tabii ki. Aslında, dünyanın insan soyu için bir noktada
yaşanılamaz hale geleceği öngörüsü önce Mars’ın hedefe konulmasına
neden olmuştu. Oraya gidip koloni kurup soyumuzu sürdürebilir
miydik? Kızıl gezegenin buna pek müsait olmadığı, ama madenlerinin
pek kıymetli olduğu anlaşılınca sadece emperyalist devletler ve
küresel şirketlerin ilgi alanında şu aralar orası. Haliyle
soyumuzun devamı için dünyaya benzeyen bir gezegen arayışı da
filmlere kaldı. Onların içeriği de çoğunluğu Güneş Sistemi dışında
bir yerler keşfetmek, keşfedilen yerlere yerleşip medeniyeti
yeniden inşa edecek yolculuklar tasarlamak üzerine inşa edildi. Ama
pek mahir oldukları söylenemez. Yakın dönemde izlediğimiz “Uzay
Yolcuları”, “Kaçak Yolcu”, “Oksijen” gibi bu motivasyona sahip
yapımlar sınıfı geçmekte başarısız oldular.
İnsan soyunun yürüyüp yürümemesinin neden bu kadar önemli
olduğu, dünyayı yok etmek üzere olan bir türün başka bir gezegeni
de mahvetmesinin gerekli olup olmadığı soruları bir yana, bütün bu
yapımların (ve aslında uzay filmlerinin çoğunun) fetihçi bir
bakışla inşa edildiğini biliyoruz. Burjuvazinin sömürge
zamanlarının bilinçaltının dışa vurumu gibi adeta. Başka dünyaları
kolonize etmek, sömürmek ‘gelişim’ olarak sunulur türün filmlerinin
çoğunda. Malum emperyalist ülkeler sömürgeleştirmeyi de benzer bir
tezle meşrulaştırmaya çalıştılar on yıllar boyunca. Neyse diyeceğim
o ki, film olarak vasatın sınırlarına ulaşamasa bile, söylem olarak
bütün bunları barındıran bir film giriyor bu hafta vizyona:
“Gezginler” (Voyagers).
Neil Burger’ın yazıp yönettiği “Gezginler”, tabii ki
sorumlularına vakıf olamadığımız nedenlerden ötürü, dünyanın
sonunun gelmek üzere olduğu bilgisiyle açılıyor. İnsan soyunun
devam edebilmesi için başka bir galakside gezegen keşfediliyor.
Onlarca yıl süren hazırlıkların ardından tamamen laboratuvar
ortamında suni döllenme ile yaratılan bir grup genç ve onların
başına konan bilim adamı 86 yıl sürecek yolculuğa çıkıyorlar. Bu
kuşak yine benzer bir biçimde üreyecek, görevlerini sonrakine
devredecektir. Ancak üçüncü nesil yeni gezegene ulaşabilecektir. Ne
var ki, yolculuk başladıktan bir süre sonra spoiler
olmaması için söyleyemeyeceğimiz bir biçimde Richard ölünce
çocuklar babasız kalıyor. Haliyle babasız kalınca da birbirlerine
düşüyorlar. Bu arada Richard’ın Nuh olduğunu, eskiden çok yakın
arkadaş olan iki erkek Christopher ve Zac’in Habil ve Kabil misali
birbirine düştüğünü hemen belirtelim.
Film, bir sosyal çevrede büyümemiş, laboratuvar ortamında
gelişmiş ve tamamen benzer koşullar altında kişiliği oluşmuş bir
grup genci iyi ve kötü olarak ‘karakter’ üzerinden tasnif eden o
idealist anlayışa açıyor kapısını hemen. İnsanın karakterinin,
doğuştan (hatta soya ve genetiğe dayalı) olduğunu iddia eden bu
burjuva söylem yüzyıllardır ‘iyi- kötü’, ‘suçlu-masum’ ayrımı için
kullanılıyormuş gibi görünse de, aslında birilerinin daha
ayrıcalıklı olmayı hak ettikleri tezini hayatın normali haline
getirmeye yarıyor.
Tabii ki Habil ve Kabil gibi, mesele bir kıskançlık hadisesine
bağlanmak zorunda olduğu için bu modern anlatıda kadın söz konusu.
Christopher ve Zac’in arzu nesnesi Sela, ikilinin arasını açıyor.
Gençleri kontrol altında tutan mavi suyu içmeyi bıraktıktan sonra
yapılan demokratik seçimde Christopher seçiliyor aslında ama Zac
“halkın” hoşnutsuzluklarını kullanmayı becererek topluluğu ikiye
bölüyor. Filmin ender iyi yaptığı şeylerden birisi bu bölüm. Zac
karakteri üzerinden, bugünün popülist liderlerinin halkın arkaik
duygularını kullanarak kendilerine güç devşirme iktidar inşa
etme/sürdürme becerilerini anlatarak güncel siyasete de göndermeler
yapmayı ihmal etmiyor yapım.
Filmin ilk akla getirdiği yapıtlardan birisi tabii ki
“Sineklerin Tanrısı”. Uzay çağında bile ilkel
dürtülerimizin devam ettiğini, hemen kabile haline
gelebileceğimizi, insanlığın bütün birikimini bir kenara
atabileceğimizi anlatırken; ‘tam demokrasi’nin bile çare
olamayacağını fısıldıyor alttan alta. Bütün bu tezlerin
tartışılabilir bir tarafı olurdu belki, bu gençlerin içinden çıkıp
geldikleri toplumsal koşulları böylesi bir düşünce biçimine zemin
hazırlıyor olsaydı. Oysa laboratuvar koşullarında büyümüş
gençlerden bir kısmının mavi suyu içmeyi bıraktıkları anda katile
dönüşeceği üzerine inşa edilmiş bir bakış için en basit tanım
‘Amerikan muhafazakârlığı’ olur. Bu rüyayı görenler de hangi
gezegene giderse gitsin aynı sonuç ortaya çıkar zaten…
Diyeceksiniz ki, madem film kötü neden bu kadar ciddiye
alıyorsun. Tehlikeli ve güçlü bir fikir, vasatın içinde saklanır
çünkü kimi zaman.