Türkiye’nin Portekiz’e kaybetmesinden daha doğal bir şey yok. 1996’da da kaybetmişti, 2000’de de, 2008’de de. Dün akşam da kaybetti. Yirmi sekiz yıl önceki ilk randevuda da Portekiz daha güçlüydü, iki ülkede çok radikal değişimler olmadığı müddetçe otuz yıl sonraki olası bir karşılaşmada da durum aynı olacak.
Fakat elbette futbol güçlülerin daima kazanabildiği bir oyun değil. Hâlâ ve her şeye rağmen bu oyunun meftunu olmamızın nedenlerinden biri de bu. Rakibinizden daha zayıf bir takım olabilirsiniz, ama taktiğiniz daha iyiyse maçı kazanma şansınız her zaman için vardır. Türkiye’nin Portekiz’e karşı az da olsa kazanma şansının tek yolu da buydu; daha iyi bir taktiğe sahip olmak.
Futbolda taktik deyince, özellikle günümüzde, akla çok karmaşık şeyler gelebiliyor. Oysa konu son derece basit; güçlü yanlarınızı öne çıkarıp, zaaflarınızı gizlemeniz gerekiyor. Bunu yapabiliyorsanız taktiğiniz iyi, yapamıyorsanız kötüdür.
GÜRCİSTAN MAÇININ GÖSTERDİKLERİ
Açıkçası Gürcistan maçı, bu anlamda hem Türkiye hem de gruptaki diğer rakipleri için fazlasıyla iyi bir gösterge olmuştu. Zira Türkiye’nin hem güçlü yanları hem de zaafları dört gün önceki maçta çok net görülmüştü. Öyle ki, top çok fazla Türkiye’nin inisiyatifinde kaldığı takdirde, ileri hatta başta Arda Güler olmak üzere genç ve hünerli ayaklara sahiplerdi ve bir anda turnuvanın en iyi gollerini ağlarınıza yollayabiliyorlardı. Fakat Türkiye’ye karşı iyi bir pres yapıldığı takdirde, savunmalarının ne kadar dağınık ve orta sahalarının ne kadar yumuşak olduğu görülebiliyordu.
Maç öncesindeki demecinde bu durumun ziyadesiyle farkında olduklarını belli eden Roberto Martinez’in Çekya maçına göre ilk 11’de yaptığı tek değişiklik de direkt buna yönelikti: Diego Dalot’nun yerine Joao Palhinha başlangıç kadrosundaydı, formasyon da 3-4-3’ten 4-3-3’e dönmüştü. Sağ bek Joao Cancelo’nun da “yarı orta saha” gibi oynayacağı düşünülürse, Martinez’in Türkiye’ye karşı merkezi hem daha sert hem de kalabalık tutmayı amaçladığı açıktı.
Vincenzo Montella’nın ilk 11’indeyse en çok tartışılan konu Arda Güler ve Kenan Yıldız’ın yedek olmaları, yerlerini Yunus Akgün ve Kerem Aktürkoğlu’nun almasıydı. Özellikle Arda’nın neden oynatılmadığı merak konusuydu. Montella’nın Arda’nın yorgun olduğuna dair bir demeci vardı, ama kamuoyu buna pek ikna olmuş gibi durmuyordu.
MONTELLA’NIN GÖRMEDİKLERİ
Her ne kadar tüm dikkatler Arda’nın üzerine yoğunlaşsa da Montella’nın seçtiği ilk 11’de Türkiye’nin başını belaya sokabilecek başka bir detay vardı. Öyle ki, İtalyan teknik direktör, Gürcistan maçındaki orta saha üçlüsüyle Portekiz karşısına çıkmaya karar vermişti. Gürcistan’a karşı bile top rakipteyken fazlaca yumuşak kalan ve savunmanın zaaflarını kapatmaya yetmeyen Kaan Ayhan, Hakan Çalhanoğlu, Orkun Kökçü üçlüsü, Portekiz’e karşı nasıl direnecekti? Üstelik Martinez orta sahasına Palhinha’yı da yerleştirmişken…
Arda Güler’in fizik kondisyonu başlangıç kadrosunda yer almaya yetmemiş olabilirdi, ama bu anlamda İsmail Yüksek’in yokluğu Portekiz’e karşı çok daha kritik görünüyordu. Salih Özcan da Türkiye’nin orta sahadaki direncini artırabilecek bir başka seçenekti. Ama o da Montella tarafından tercih edilmemişti.
Ve açıkçası Türkiye’nin kendisinden güçlü bir rakibe karşı sadece tek bir tutucu orta sahayla sonuç alması pek olası değildi. Ay-yıldızlıların yakın dönemde aldığı bütün görkemli galibiyetlere bakın, orta sahasında hep savunma yönü kuvvetli, fiziksel kalitesi üst düzey oyunculardan oluşan çift pivotlar göreceksiniz. Montella’nın Türkiye’nin başındaki ilk maçı olan ve 1-0 kazanılan Hırvatistan deplasmanı da bunlardan biriydi; o maçın orta saha ikilisini de İsmail Yüksek ve Salih Özcan oluşturmuş ve mükemmel bir performans göstermişlerdi.
Aradan geçen sekiz ayda sakatlıklar ve formsuzluklar nedeniyle dağılan bu ikilinin muadili bulunamayınca Türkiye’nin zaten fazlasıyla dağınık olan savunmasının bütün zaafları açığa çıktı. Montella da bunu gizleyebilmenin başka bir yolunu henüz bulabilmiş görünmüyor.
Dolayısıyla Türkiye’nin bu orta sahayla Portekiz karşısında sonuç alabilmesi için ufak çapta bir mucize olması, Hakan Çalhanoğlu ve Orkun Kökçü’nün fiziksel anlamda büyük bir direnç ortaya koyması gerekiyordu. Ama böyle bir şey olmadı. Rakipteyse her şey beklenildiği gibiydi. Portekiz ilk 11’ine bakıldığında muhteşem bir denge görülüyordu. Bir futbol takımından aranılacak her özelliğe sahiplerdi; hız, güç, kontrol, yaratıcılık, top kazanma… Ve tüm bunlar birbirini çok iyi tamamlıyordu. Türkiye’nin örgütsüzlüğünün ve dirençsizliğinin ise böyle bir takım karşısında sonuç alma şansı yoktu. Öyle de oldu.
Montella’nın kötü başlangıç tercihlerine, ardından oyuna yaptığı izaha muhtaç müdahalelerine, Samet Akaydın’ın kendi kalesine attığı korkunç gole ve her geçen dakika mental olarak biraz daha çözülen takım performansına bir de oyuncuların yanlış krampon seçimleri de eklenince, Türkiye maç boyunca sahada ayakta kalmakta dahi güçlük çekti ve açıkçası şu ana kadar turnuvada gördüğümüz en ezici ve hak edilmiş mağlubiyetlerden birini aldı
SEKİZ YILDA BİR
Artık bu maç unutulmalı ve çarşamba günkü Çekya karşılaşmasına tazelenmiş zihinlerle çıkılmalı. Kazanılması gereken maç kazanıldı, kaybedilmesi beklenen maç kaybedildi. Şimdi sırada kader maçı var.
Türkiye, Avrupa Şampiyonalarında sekiz yılda bir kader maçı oynar ve bu maçlar hep Çekya karşısındadır. 2008 ve 2016’daki Çekya galibiyetlerinden biri yarı final getirmişti, diğeri ise gruptan çıkmaya yetmemişti. Çarşamba gecesi ise bir beraberliğin turu getireceği kesin.
Bunun için de ne yapılması gerektiğini biliyoruz; güçlü yanlarını öne çıkar, zaaflarını gizle. Bakalım Montella kendisini affettirebilecek mi?