Sosyolog, yazar ve küratör Prof. Dr. Ali Akay, geçmişte yazdığı kitaplar ve yaptığı sergilere ithafen, pandemiyle birlikte geldiğimiz ‘ekran yaşamı’ ile sanatçı Seza Paker’in deyişiyle 'beş duyumuzdan üçünü kaybettiğimize' dikkat çekiyor.
Akay yine, 2005’te 'Doğaya Bulaşmak' sergisine gönderme ile, "Şimdi bakınca, doğaya bulaşmak değil sorun, Doğayla bulaşmak. Yani, aramızdaki aracıyı, virüsü kaldırmak. Ondan kaçıp, kurtulup, virüsünü bize bulaştırması yerine, doğayla bulaşalım biz," diyor
‘Normalleşme’ye, pandemi sonrasında yine aynı eşitsizlik, siyasî fırsatçılık ve beraberinde gelen tartışmalarla maruz kaldığımız günlerdeyiz. Biz de Dünyaya, Fransa’nın başkenti Paris’ten bakmak üzere, güneşli ve temkinli bir bahar pazarında, özel ve yoğun bir söyleşi için, Prof. Dr. Ali Akay’ın ‘ekranını tıklattık’.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Akay da, ‘online’ derslerini vermeyi sürdürüyor, periyodik yayınlardaki basılı ve elektronik söyleşileriyle, yazılarıyla gündeme geliyor.
Şimdi buyurun; son dönemde Doğu Batı Yayınları etiketli ‘Felsefe Yazıları’ ve önce Bağlam Yayınları’nca, daha sonra ise Otonom Yayınları’nca (ikinci kez) basılan ‘Minör Politika’, ‘Konu-mlar’ (Belge Yayınları) ile, Galerist’in yayımladığı ‘Seza Paker: Refleksif Alışkanlıklar’ gibi eserleriyle tanıdığımız Akay’la Gazete Duvar adına hazırladığımız özel e -söyleşimize geçelim...
Pandeminin, belli iş kollarında emeğin dijital hale gelmesini hızlandırmasını nasıl karşılıyorsunuz ? Bunun, gözetim toplumundan sendikalaşmaya, grevlerden bireylerin mahremiyetine, oradan cinsiyet özgürlüğü veya kültür - sanatın varlık alanlarına, kamusal alana yankısı üzerine, neler söyleyebilirsiniz?
Çok uzun bir soru; hepsini bir söyleşi sırasında cevaplamak çok zor olacaktır; o nedenle özet şeklinde ve çizgiler olarak şematik veya diyagramatik bir şekilde cevaplıyorum.
Öncelikle iş kollarının evden yapılmaya başlaması oldukça eski; 40 yıl kadar önce başlayan bir süreç söz konusu; yani 1980’li yıllarda başladı ve bir anlamda Alvin Toffler gibi fütürologlar bu durumu yeni şekillenmekte olan toplumsal durum için olumlu olarak görmekteydiler.
Bir anlamda R. Musil’in cevabını vermek gibi olursa, o sıralarda Elie Theofilakis (kendisi J-F. Lyotard ile birlikte “Les İmmatériaux” (1985) sergisinin fikirsel tasarımcılarından birisi) ile birlikte bir grup (küçük bir gruptu) öğrencinin birlikte çalıştığı ve düşündüğü bir alan olarak durmaktaydı: “Kalitesiz İnsan”. Bu yeni insan ontolojisi olarak ortaya çıkmaya başlayan post-modern bir düşüncenin içinde parlamaya başlamaktaydı. Bu güne kadar gelen bir süreç bu ! 40 seneye yakın demek ki !
Covid-19 sonrasında ise değişen sadece bu anlamda nicelik oldu. Daha çok insan bu alana sanal âlemde çalışarak girmeye başladı ve bir norm haline sokulmaya başlandı bu durum ve zaten, mecburen. İnsanların bu tip çalışma biçimi o sıralarda “esnek emek” olarak adlandırılmaya başlanmıştı; yani, çalışma saatlerini kendileri seçmeye başlayarak, memur olmaktan çıkıp, kendi sorumluluklarını almaya başlayan çalışanlar haline gelmeye başlıyorlardı.
Esnek emek ile W. Burroughs’un “cut-up” tekniği ile yazdığı “Soft Machine (1961)” ve “Nova Express (1964)” bu dönemleri öncellediğini bize göstermekteydi. Bilimkurgu gibi duran bir vaziyet, 15 sene sonra yaşanan gerçek olmaya başlamaktaydı.
Foucault’nun “denetim toplumu” kavramı da toplumsal alanın yeni durumu olarak yine bu kitaplar sonrasında 1970’li yılların ikinci yarısının başında ortaya atılmıştı; bunu, Foucault ölene kadar, hatta daha sonlarda “kendilik endişesini” bu duruma yerleştirip, geliştirdi. Zaten 1976 yılındaki “Cinselliğin tarihi” kitabının ilk cildi olan “Bilme İstenci” 1960’larda başlayan “cinsel özgürlüğün” sınırlarına gelmiş olduğumuzu bize ima etmekteydi. Baskıcı iktidar yerine “üretici bir iktidarın tabandan geldiğini” ifade etmeye başlamıştı bile 1975 yılındaki “Gözetlemek ve Cezalandırmak (Hapishanenin Tarihi)” kitabından itibaren. O dönem zaten bir “muhafazakâr devrim” yaşanmaktaydı: Guy Sorman adlı sosyolog bunu izah etmekteydi: değerler kapanmaya başlamıştı. Bireysellik, aile, kapalı cemaatler, dini değerler vb. 1968 ve sonrası 1970’lerin “kurşun yılları” solu hapsetmişti ve çıkış imkanlarını çıkmaz sokaklara sürmüştü.
Bunu daha sonra, Félix Guattari ve Toni Negri bir şekilde ifade etmişlerdi. Depresyon yılları (“Kış Yılları” derdi, Félix Guattari) içine girildi 1980’lerde; hem neo-liberalizm hem de Fransız Sosyalist Parti’sinin ilk sol deneyiminin çökmesiyle 1983 sonrası L. Fabius hükümetiyle sol bir liberalizmin küreselleşmeye doğru giden ve teknolojik olarak başka şekil almaya başlayan post-modern bir bakışın ve yaşam biçiminin ağlarla işleyen hali kapitalizmin yeni çehresi olmaya başlamıştı. Sendikalar ise sıkışmışlardı. 1 Mayıs törenleri batılı işçi sınıfında cazibesini ve anısını yitirmeye başlamıştı. Daha çok göçmen ve mülteci Üçüncü Dünya ülkeleri işçileri veya artık işsizleri gösterilere ciddi tavırlarla katılmaktaydılar 1980’li yıllarda. Ve zaten sonra onlar da yavaşça “eğlence kutlamalarına” doğru yol aldılar. Sanayi toplumu ve onun emek sürecinin zamanı esnek zaman üzerinden gelişmekte ve bir anlamda Marx’ın Kapital’de kavramsallaştırdığı ”mutlak artı-değer”den “nispi artı-değer” e doğru gitmekteydi. Bu Marx’da da teknolojiyle ilgili olarak durmaktaydı.
Sorunun en son kısmı olan sanat ile ilişkisini zaten iki noktada belirttim: edebiyat ve plastik sanatlar (Burroughs, Musil, Theofilakis ve Lyotard. Bizim coğrafyaya gelirsek; ben İstanbul’a 1990’da döndüğümde ”post-modern” anlatmaya başladım, okulda (MSGSÜ) ve BİLAR’da. Yeni gündeme gelmekteydi. Ve sanatçılar benim post-modern teori ve megalopoller üzerine anlattıklarımla ilgilendiler ve beni buldular ve aralarına çağırdılar. Büyük bir atılım ve yaratı zamanıydı. Hiç bir şey yoktu, her yer karanlıktı; parasal hiç bir gelişim yoktu kültür ve sanatlar için; ama heyecan ve istek vardı. Rüya görmekteydik, 1990 başında. Megalopol İstanbul ve bu yeni durumda sanatların rolü üzerine. Ama diğer yandan da bu sorunu görmekteydik.
Ben, 1993-1995 arasında Küreselleşme: Devlet/Sefalet/Şiddet sergisini yaptığımda, bu ikili işleyen sorunu görmekte ve sanatçılarla konuşmaktaydım. Sivil toplumun da bir rüya olduğunun ve yeni denetim toplumunun bir parçası olduğunu, katalogda da yazmıştım 1990’lı yılların başında ve zaten derslerimde de bunları anlatmaktaydım. “Hem Batılı anlamda sivil toplum nedir ?” Marx’ın “burjuva toplumundan Foucault’nun “denetim toplumuna” ve hem de Doğu’da “sivil toplum ve şeriat” ilişkisine (Şerif Mardin’in yazıları ve şu anda ne yazık ki adını tam hatırlayamadığım İranlı araştırmacı bu durumu bize ifade etmekteydiler-kitap şu anda artık depoda kentsel dönüşüm yüzünden elimin altında değil. 1990’lı yıllarındaki birçok kitabım).
O sıralarda daha 33-34 yaşındaydım (1991’de İki kitabım çıkmıştı. “Tekil Düşünce” ve “Konu-m-lar” : Bu konuları oralarda da ele almaktaydım), geldiğimde ama sanırım çok kuvvetli hocaların etkisindeydim; ve bu istisnai durumu analiz etmeye başlamış olmanın, bugün dönüp o döneme baktığımda, heyecanını hala hissediyorum. Kısa yazacağım dedim; ama şematikten çok gençliğime ait anılar birden bire bugüne geldi. 1998’de Ekoloji ve Periferi sergisini yapmıştım; 1990’da Üç Ekoloji kitabını Türkçeye çevirmiştim. Bu duyarlı hal pandeminin çok öncesindeydi. Pandemi ise bizi, bana kalırsa, hapsetti.
Evlerimizde daha fazla bulunmak durumunda kaldığımız şu günlerde, mülkiyet, göçebelik ve fiziksel ihtiyaçlar nasıl evrilmiş olabilir ? Bu süreç sona erdiğinde size göre ortaya giderek keskinleşmiş yeni sınıf ayrımcılıkları mı çıkacak, yoksa insanlar büyük bir ihtiyaca yine aşırı tüketim veya hatta aşırı üretimle, uyuşturulmuş bir hız içinde yanıt mı verecek?
Yukarıdaki soruda, ‘Hapsetti pandemi bizi’ demiştim; yani, belki artık bu denetim toplumu değil (bu var tabii, yok sayacak değiliz) ama “kendilik endişesinin” öne çıkmaya başladığı bir hale girdik: Kendimizi ve etrafımızdakileri korumak üzere izolasyon... Foucault, son döneminde, Pierre Hadot’nun “tinsel alıştırmalarla” dolu dediği, Grek, Helen ve Roma dönemlerinde var olan felsefe okullarına baktığında, öznenin doğuştan verili bir kimlik değil, çalışılan ve yetişkin ve hatta yaşlı olduktan sonra edinilen bir durum olduğunu yazmıştı. Çok ilginç, buna, bildiğim kadarıyla, kimse dikkat çekmiş değil ? Ama bu önerme var; kitapta yani, College de France seminerlerinde var ! Biz de, belki, bugünkü durumda ve yaşta farkına varmaya başlamaktayız.
Uzun süre göçebe olmak zor duruyor; ama zaten Gilles Deleuze için ”göçebelik” olduğu yerde zihinde göçebelik anlamına gelmekteydi. O bakımdan aklımızda evde otururken bile, “akışkanlık halindeki düşüncelerimiz ile göçebeyiz” hala!
“Seza Paker Refleksif Akışkanlıklar” kitabını yazarken de bu şekilde düşünmüştüm. Seza Paker’in kafasında akışkanlık var diye diye yazmaktaydım; akışkanlığını, dili minörleştirmesini, dili yersizyurdsuzlaştırarak şiirleştirdiğini ifade etmekteydim. Çok dilli olup da sentaks dışı çalışanların yaratıcılığı bu. Normların ötesinde zor anlaşılır, ama yaratıyı da yalnızlık içinde yaptıran güçler bunlar...
Virüsün, belli ülkelerde kontrol altına alındığı söyleniyor. Bu, belli ülkeleri de özgürlük ve üretimlerinin kısıtlanması babında diğerlerini 'kıskanarak' hızla özgürleşmeye, güya kademeli olarak da 'normalleşmeye' doğru itiyor. Bunu sakıncalı mı buluyorsunuz ?
Bilmiyorum; neden sakıncalı veya sakıncalı mı ? Ama sanırım, ikinci veya üçüncü dalgalardan söz edilmekte ve izolasyon sonrası çok hızlı tekrar yayılma ve bulaşma hızı tehlikeli durmakta sanırım. Bilmem ? Ben özgürlük olarak bakamıyorum “kendilik endişesine”, insanın kendisini tanıması ile ilişkili bir süreç; bu da özgürleşmenin bir parçası neticede. Ama çok zor olduğunu da kabul ediyorum tabii; evde kapalı bir şekilde aylar geçirmek... ! Çok zor ve zor olacak...
İnsanın varoluşuna hizmet etmeyen her şey, bu virüs gibi kötücül müdür? Doğadan insanın elini eteğini bir an olsun çekmesiyle, yaban olanın Dünyaya yeniden sahip çıktığına tanık oluyoruz. Bu virüsü savunan kimse olamaz mı?
Evet, kötü ve iyi üzerinden düşünürsek, ahlâkçı bir düşünce içine gireriz. Dogmatik olma rizikosu ortaya çıkar; ama şöyle bakalım, bize ne iyi gelir ve ne zarar verir? Zarar veren, bizi güçten düşürür ve öldürebilir, zehirler veya immün sistemini yok edebilir; halbuki bize iyi gelen şeyler bize güç veriyor ise, o zaman onlar bize iyi gelirler. Virüsün bize iyi gelen yanı yok bana kalırsa! Doğa, felsefe ve tabiat bilgisi tarihinde “saklanmayı sever”. (Herakleitos) Bu saklanma gerçek arayışına doğru itmekte bizleri...
Doğayı çok zorladık; ama o da bize kendisinin var olması gerektiğini bizim ona iyi gelmemeye başladığımızı bize fısıldamakta herhalde ? “Tekrar doğaya bulaşmaya çağrı yapalım”. (2005’deki sergi ismine gönderme yapıyorum. O zaman doğa ile bulaşılmaz deniliyordu, Türkçede bu yanlış olarak duruyordu ve hala da öyle ; ama ifade etmek üzerinden düşündüğümüzde sentaks veya kural umurumuzda olmalı mı ? Doğayla bulaşmak, tam da bulaşıcı bir döneme gönderme yapmaktaymış meğer ! Bunu o gün bilemezdim; ama şimdi bakınca doğaya bulaşmak değil sorun; Doğayla bulaşmak. Yani, aramızdaki aracıyı kaldırmak (virüsü)... Ondan kaçıp kurtulup, virüsünü bize bulaştırması yerine, doğayla bulaşalım biz.
Afrika ve Güney Amerika gibi bölgelerin salgına yönelik savunma yetersizliği ile, ABD'deki siyah / Latin kesimler ve -beyaz çoğunluk arası sosyo ekonomik ayrımcılık da, bu vesileyle ayyuka çıktı gibi görünüyor. Oysa virüs, bulaşırken sınıf, ırk, tür vb. tanımıyor ama, mağdurlarının ait olduğu bu gibi mefhumlar, yazgılarına doğrudan sirayet ediyor. Buna karşı sizin öneri veya alternatifleriniz neler olabilir?
Kapitalizm ilişkileri, özgürleşme üzerine kurulu; tarihi olarak iki işlem yapmakta: eski değerleri ve üretim biçimlerini yok etmeye yol açarak özgürleşme hayalini yerleştirmekteyken aynı zamanda insan emeğine olan ihtiyacı nedeniyle artığa el koymak; artı - değer yaratmak, yani insanın zamanını kendi sistemi ve birikimi için kullanan iş dünyası ve üretim araçları sahiplerini kâr üzerine yetiştirmek.
Bunun karşısında duranlar, genelde tarihi olarak çoğunlukla eğitim görmüş olan varlıklı insanlar oldu. Kriz dönemlerinde kapalı ekonomi ve merkantilizm kuruldu. Mesela kapitalizmin merkezleri olan şehirler özgürleşme sıralarında merkezi konuma geldiler. Venedik, Cenova 15 yy. Ve sonra Amsterdam 17.yy. Ama bu yerlerin her zaman özgürlük yarattığını söyleyemeyiz. Venedik’te “Yahudi Gettosu” vardı; Amsterdam İspanya ve Portekiz’den kaçan 15.yy sonrasındaki Yahudilerin özgür bir vicdan hürriyetine imkân buldukları bir yer oldu; ve Protestanlık, Kilise’nin çökmekte olan siyasi vaziyetine bir başkaldırı olarak ortaya çıktı. Luther’in isyanı siyasiydi. Dini olmaktan daha çok. Köle emeği kullandılar Atlas Okyanusu ticaretinde; bunu korsanlar ve devletler birlikte yaptılar. İngiltere’nin bu ticaret gücünü elde etme tarihi buradan uzak değil.
Irk ve sınıf olduğu kadar, cinsiyet üzerinden de birikim modeli geliştirildi. Kadın emeği, evde bedavaydı; ama yarın ise gidecek adamı güçlensin diye besleyen o kadınlardı; yeniden üretim yeni emek gücü doğumu kadınların üretimiydi. Doğurganlık işlevi kadın ve topraktır. Kibele, Afrodit veya İsis olarak adlandırılır bölgelere göre. Evet bu ilişkiler hala sürmekte demokrasilerde, ama adı “köle” değil , ırk olarak adlandırılmıyorlar hukuki olarak, ama fiili olarak işleyen model bugün kaçak çalışan mülteci, göçmen kaçak işçi: Bunlar yabancılar ve dışlananlar hala bir bakıma; ama varlık biçimlerine ve işlevlerine göre, içeri alınıp, dışarı atılmaktalar.
Bugünkü teknolojiyi iyi kullanan yabancılar, artık dışlanmak yerine işlerde kullanılmaya başlandı; istenmeyenler emek-yoğun işlerde çalışanlar; bunları robotik ele almaya başladı ve bu süreç devam etmekte.
Ben analiz yapan birisiyim. Önerim pek işe yaramaz; hepimiz içimizdeki “azlık” veya “azınlığı” bulabilirsek, belki? O nedenle 1999-2000 öğretim yılında ‘Minör Politika’ üzerine bir ders yaptım. 2000 yılında kitap olarak yayınlandı. Yeni baskısı da Otonom Yayınları yayınladı. Sen o zamanları hatırlarsın, yine söyleşi yapmıştık. Değil mi? Gezi Pastanesi’nde...
Salgın, bireyciliği körüklüyor mu ? İnsanların özel dünyaları ve benliklerini korumak adına, köktenci veya alternatif ruhsal arayışlara girmeleri, Dünyada olanlara kayıtsızlıkları, yabancılaşmaları, Dünyaya bir ekrandan bakmanın verdiği dokunulmazlığın verdiği bencillik, kayıtsızlık, sizce tehlikeli değil mi?
Ben düşünmüyorum, tersine izolasyon, hem kendini hem de başkalarını korumak üzere yapılmak olan bir pratik. Ama, ABD’de neo - liberal kapitalizmin değerleri üzerinden ayaklanma ve başkaldırı hareketleri yapan beyaz, orta sınıf Trump hayranı Amerikalıların, bireyci özgürlük üzerine kurulu hareketleri hem ürkütücü (silahları ve hatta makinalı tüfekleriyle gösteriye gelmekteler) hem de akıl almayacak kadar dışlayıcı ve ırkçı! Çok tehlikeliler... her yerde aşırı olan hareketleri tehlike taşıyıcı olarak düşünebiliriz, hele bu zamanlarda. Ama diğer yandan hükümetlerin tutumu da şaşırtabiliyor: Nasıl ve hangi akıl üzerine kurulu diye?
Dijital sanat sergisi projeleri, açılışları, tüketimi güç yoğunluktaki elektro - ansiklopedik bilgi bankaları, akademyayı nasıl etkiliyor ? Gerçekten dönüştürücü ve yeni bilgilerin ömrü ve verimliliği, pandeminin getirdiği enformasyon üretim ve tüketiminden nasibini, ne yönde alıyor ?
Çalışmalar devam edebildikçe sanal imkânlar var; ama kolektif çalışmalar daha zorlaştı veya sanal ortamda yapılmakta. Değil mi?
Veya Kültür Bakanlıkları’nın veya devletin yardımları (bizde o da yok) neticede 6 ay veya 1 senelik sürecinden geçmekte. Kalıcı değil tabii. Çok zor o bakımdan... Sanat çalışanlarının (sadece sanatçılar değil - her türlü sanat dünyasında - ama, aynı zamanda, büro işlerinde, teknik işlerde, mekân çalışmalarında, sergi kuranlar içinde, teknik çerçeve işleri, daha teknolojik işlerde, ışıkçılarda halkla ilişkilerde basın ilişkilerinde vb. çalışan dünyada milyonlarca çalışan var. Onların işsizlik durumları, çok zor bu gibi anlarda. Sözleşmeler nasıl yenilenecek ?
Bunun yanında, şu anda sanal bir şekilde gösterilen sergilerde, ne müzelerde ne de galerilerdeki sanal sergileri yaratıcı bulabiliyorum... Zaten, olan teknoloji devam etmekte.
Hem de Seza Paker’in, geçenlerde, Banu Çarmıklı’nın sanat çevresine Instagram sorgularındaki cevapta yazdığı gibi, 5 duyumuzun 3 duyusu eksilmiş vaziyette.... Bence çok önemli bir saptama... Bu, sanatın zaten eksik kaldığını göstermez mi? Sanat Baudelaire’in de şiirindeki gibi, bütün bu duyuların “çağrışımıdır” (Correspondance). Biri eksik ise, sorunlar başlamıştır !
Hakikate, pandemiyle de birlikte daha da artan bir yoğunlukla, ‘canlı ve ölü’ olan, ‘naklen ve arşivsel’ olan üzerinden bakmamız, iletişim anlayışlarımızı sizce nasıl dönüştürüyor?
Arşiv, her zaman önemlidir. Bu bakımdan sorun aynı değil bana kalırsa; ben 1980’lerin başında doktora yapmaktayken Rue Richelieu’deydi o zamanlar, Paris Millî Kütüphanesi’ne gitmekteydim. Kitaplar, hem de bazen 17., 18’nci yüzyıla ait kitaplar (kocaman ciltler) elimize verilmekteydi. Dokunmaktaydık o eserlere, arşivi ellerimizde hissetmekteydik. Derimizle parmaklarımızla, avucumuzla. Ve korkum toz alerjisi olmaktı o dönemlerde?
Sonra bunlar mikro-fişlere alındı ve makinalardan okunmaya başlandı. Yine aynı kütüphaneye gidenler artık makinalardan okumaktalardı eski arşive ait kitapları. Ben belki de son nesilim onlara dokunabilen...
Bilgi olarak değil ama pratik ve duygu ve duyu olarak büyük fark ortaya çıkmakta (Seza Paker, bu anlamda yukarıda söylediğim gibi çok haklı yine, arşiv sorunu üzerine bile). Diğer yandan Arşiv ağrısı - sızısı (Derrida) bize göstermekte ki, arşiv bir iktidar işi; ve onlar karar vermekteler ne kalacak ne gidecek arşivden...
Hapishaneler, huzurevleri ve okulların, hatta AVM’ler, sanat kurumları ve müzelerin pandemiye yakından geçen savunmasızlıkları, bu kurumları da yeniden 'işlevsel'likleriyle 'Devlet' veya 'Marka' mekanizması nezdinde eleştirel olarak düşünmemize vesile oldu mu ? Bu kurumlara ayrı ayrı da değinebilirsiniz...
Hayır, kurumlar bazında düşünmedim... Okul pratiğini uzaktan sanal ortamda dersler yaparak pratik etmekteyim; ama tabii, bir espasta yüz yüze değilsiniz...
Anlaşıldığı kadarıyla bu virüs de mutasyon yoluyla 'kuyruğu dik' tutabiliyor. Tıp da buna ‘insanlık yararına’ karşı koymaya çalışıyor. Buradan kötülük meselesine gelmek istiyorum. Sizce kötülük ve iyilik, nerede başlar ve biter ?
Sanırım ilk soruda ifade ettim. İyilik ve kötülük, bir karakter veya bir ahlakî durum olmanın dışında, bize iyi gelenler ve fena gelenler olarak bakılabilecek bir şey: Burada, oldukça Spinoza ve Nietzsche yanlısıyım diyebilirim: İyinin ve Kötünün Ötesinde...!
Gilles Deleuze'ün, katkılarınızla hazırlanan Issız Ada ve Diğer Metinler (Bağlam Yayınları, 2009) kitabında, sizin de öğrencisi olduğunuz ünlü düşünür tarafından, Jean Jacques Rousseau'ya gönderme ile şu tespit yapılıyor: " "...çıkar gözetmeyen kötülük yoktur. Her kötülük, kâra veya telafiye yöneliktir. Karmaşık toplumsal çıkarlar uyarınca baskı ilişkilerine dahil olmayan insanî kötülük yoktur." (s.85, Bağlam Yay.,2009) İyilik ve kötülüğü bugün birbirinden hangi vakalarla ayırabilirsiniz, bize güncel, evrensel veya mukayeseli bir iki örnek verebilir misiniz ?
Evet, kâr üzerinden yapılmakta ama, kâr her zaman maddî değil, dini alanlarda, tarihi olarak manevî kötülüklerde var. Ruh üzerine bu kadar düşünen filozof varsa, herhalde ruhun arınmasının ve iyileştirilmesinin çok önemli olduğundandır. Ruh bir kere alıştı mı, arkası alışkanlık gibi dizi halinde gelebilir; ve hissiyat artık kalmaz hale gelebilir. Bu çok tehlikeli tabii. Evet aslında baskı üzerine kurulu kötülükler, ideolojik kötülükler var. Bunlar manevî değiller, ideoloji her ne kadar ruha ve düşünceye hitap etmekteyse bile, zararı bedenlere vermekte (hapisler, sürgünler, öldürmeler, idamlar... - Allahtan bu artık birçok ülkede yok. Modernliğimizle uyum sağlayamamakta –
Yine Deleuze’ün son metinlerinde, kendisi Dickens’den bir örnek vermekte: “Çok kötü bir adam ölmek üzere herkese kötülük yapmış; birden bakıyor ki, o kötülük yaptığı insanlar ona yardım eli uzatmaktalar; birden kalbi yumuşuyor, kötülük alışkanlığından çıkma sürecine giriyor; ve iyileştiğinde her şey arkada kalıp, tekrar kötü olmaya devam ediyor.” Bu, çok öğretici bir hikâye...
İşte, burada iyi ve kötü arasında gidip gelen insanlarda bir an gösteriyor ki, orada ara bir durum ortaya çıkıyor: İçkinlik ve tekillik. Bireysellik yerine tekillik meydana çıkıyor; ama tekrar birey olmaya doğru giderek iyileştiğinde, aynı kötü insan olmaya devam ediyor. Kötülük böyle bir şey herhalde ve iyilik de, iyiler de, kötülüğe kurban oldukları anları yaşayabilirler.
Eski Ahit’deki İbrani anlatısında, Jacob’un (İslam da Eyüp ) hikâyesi gibi, Tanrı, onu şeytanın iddiası üzerine sınavdan geçiriyor. Ama o iyi olmaktan ve dua etmekten vaz geçmiyor...
Bir bütün üretmek, kendini o bütünün neferi haline getirerek, kendini diğerine boğarcasına şefkatle, bencillikle Dünyaya yığmak, yani güya aşırı iyilikle davranmak... Ancak kendisi dışındaki her şeyi 'kirli ve yararsız' addetmek de bir tür duygusal terör değil mi? Tıpkı 'tıp' kurumunun, maksadını aşarak giderek sermayeleşen hırsı, ya da insanlığın tamamı dururken, belli bir bayrak veya rozet, ya da belli bir 'halk' için, kişinin veya belli bir zümrenin, farkında bile olmaksızın cemaatleşerek kendini körlemesine bu 'ekol'e adaması gibi... Sanattan siyasete, dinden felsefeye, sanki her yerde başımızda bu bilinçli körlük yok mu ?
Evet, her şeye kendi bildiği iyilik üzerinden bakmak çok perspektifli bakışı teke indirmektedir, ve iyi bir şey olarak nitelenemeyebilir: Ama bir de hakikat anlayışı üzerinden, tek anlamlılık olarak adlandırılan bir felsefi tavır var. Ortaçağ’ın çığır açıcı düşünürü Duns Scotus’ün (1270-1308) tek seslilik veya tek anlamlılık (Univocité) olarak adlandırdığı, “İlahi Varlık”(Tanrı) ile “yaratılan varlığın” (insan) aynı şey olmadığını (öznenin ötesinde “aynı olmama” ilkesi) bilerek, analog olmadıklarının altını çizerek, tek anlamda birleşmeleri demek. Tanrıyla bütünleşmeye girmek. “Ens”in (var olanın, var olması) nesnelliği demek bu.
Kartezyen anlamın tersi yani:
Özne, önce var değil, ve özne düşünmüyor; “var” olarak duruyor fiil, özne ise sonra gelmekte. Foucault’nun özne değil, ama “dil varlığı” olarak adlandırdığı bu. Ayrıca, bu modern perspektivist bir bakışa ait. Gördüğün ve izlediğin olay veya durumu ilan etmek, ifade etmek için yapılan bir uyarma.
Bu tek seslilik, bir bakıma çoğul olanı toplayabilmek demek. Yani, sayısal olarak aynı kümeye ait olanları toplamak (heterojenlerin birleşimi veya benim bir kitabımın adı : Birleşmeyen Sentez (Yapı Kredi yay.). “Çokluk” veya “çoğulluk” analog olanların değil, farklı olanların bir kümede birleşmesi anlamına gelmekte. Veya, birden fazla olan iki veya daha çok notanın aynı sesi çıkarması.
Steril, güvenilir olanın gittikçe sorgulanır hale geldiği, ama kaçınılmaz biçimde her seferinde buna dahaf fazla ihtiyaç duyulan bir Dünyada, siz doğru ve yanlışa hangi mekanizmayla erişiyorsunuz? Kullandığınız araçlar ne ölçüde güvenilirler? Örneğin, bireysel ilişki ağınız, tercih ettiğiniz medyalar, akıl hocası gördüğünüz aydınların 21'nci asırda yeniden yoruma açık metinleri ve elbette, günümüzde üretilen felsefeye, nasıl yaklaşıyorsunuz?
Bunları, yukarıdaki sorularda cevapladım bir başka türlü, sanırım. Bugün moda olan “Nesne Yönelimli Ontoloji” yaklaşımını, her ne kadar canlıları birleştirmek açısından yakın hissetsem de, öznellik açısından yakın bulmuyorum. Matematik metafiziğin, gerçeğe değil de korelasyonlara indirgenerek bizi insanilikten kurtaramayacağı ontolojik olarak bana uzak gelmekte bir anlamda; ama üzerinde çok da düşünmüş olduğumu söyleyemeyeceğim.
Nietzsche, Doğanın matematiğin bir kendinde yazı değil, insanın yazısı (öznellik) olduğunu ifade etmişti. Doğanın, insan tarafından matematikleştirilmesinin, varlığı yükseltmekten çok insanı öne çıkardığını zaten yazmıştı. Matematik Kant ile birlikte kendinde bir sorun olmaktan çıkıp, öznel bir duruma yönelmişti; bu eleştirellik sorunu olarak durdu. Bence, tekrar Duns Scotus’e bakmak lâzım: Öznenin içindeki nesnenin maddi (materyalist) durumu; nesnenin bir yargı gücü haline gelmesi. Açmak çok uzun sürecektir. Ama bu çok uzun tartışma gerektiren bir soru. Sormuş olduğun çok kısaca belirttim.
Bilim, insanlara bağıra çağıra Dünyanın 50 yıl sonra 'yaşanmaz' koşullarda olacağını bildirirken, bilgiyi, medeniyeti, İnsanlığın geldiği bunca yolun mirasını Ay'da 'dijital bir veri deposu'nda saklamak, size mantıklı geliyor mu ? Tıpkı yarım asır önce bir prototipi evrene 3 örnekle farklı doğrultularda NASA tarafından yollanan Apollo veya Voyager projesi gibi. Gerçi bu fikir de, kozmik bir sömürgecilik emaresiydi.
Yok; bilim kurgu seviyorum; ama “dijital datanın ayda saklanması” fikri bana Kubrick’in filmini akla getiriyor. Yabancıyım. Yukarıda yazdım; sorularda arşivlere elleriyle dokunan, sanırım, son neslim ben. Robotların hakim olduğu veriler ve algoritmalar dünyasını ki, bunun içindeyiz. “Kozmik sömürgecilik” ise daha korkunç! Eski kötü ve vahşi bir tarihi hatırlatmakta bize ! Ben bu yeni dünya adamı değilim belki de ? Claude Lévi-Strauss, “kendisinin 19.yy adamı” olduğunu ifade etmekteydi; ben de onu takip ederek, “20’nci yy. adamı” olduğumu söyleyebilirim.