Prof. Dr. Ayşe Zarakol: 'Liberal düzen bitti, 17. yy'daki gibi bir düzensizlik dönemi görebiliriz'

Prof.Dr.Ayşe Zarakol ile liberal düzenin sonunu, ABD ile AB arasındaki güvensizliği, Çin'in yükselişini ve Küresel Güney ülkelerinin yeni ittifak arayışlarını konuştuk. Zarakol, düzen anlayışının 20. yüzyıla ait olduğunu, dünyayı bekleyen düzensizliğin belki de herkes için daha iyi olacağını belirtti.

Mühdan Sağlam msaglam@gazeteduvar.com.tr

Ortadoğu’nun Gazze’den Lübnan’a Yemen’den İran’a bir alev topuna doğru evriliyor olması, kimse neden bu gidişe engel olmuyor isyanına neden oluyor. 2 yıl önce Ukrayna’da görülen Batı dayanışmasının Ortadoğu’da sessizliğe bürünmesi basit bir çelişkiden öte küresel liberal düzenin işleyişine dönük tıkanmayı perçinliyor. Sıklıkla uzmanlar geçiş döneminde olduğumuza dönük atıfla müstakbel hegemonların ve yeni düzenin kapıda olduğunu söylüyor. Amerikan seçimlerinin bu anlamda bir milat olabileceğini de. Orta büyüklükteki güçlerin açmazları, dış politikalarındaki sapmalar yeni arayışların yansıması mı? Liberal düzen neden tıkandı? Geçiş döneminde miyiz yoksa yeni düzen geldi de farkında mı değiliz? Bu yeni denklemde Doğu’dan bir Batı bütünlüğü çıkacak mı? Bu soruları Cambridge Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler Profesörü ve Emmanuel College'da siyaset alanında araştırmacı olarak görev yapan Ayşe Zarakol’a sorduk.

Zarakol’a göre hafızalarımızda 20’nci yüzyılın iki kutuplu yapısı ve sonrasında ABD odaklı, tek güç merkezli bir yapı anlayışı taze olduğu için gelecek öngörümüz de böyle bir beklentiyle şekilleniyor. Oysa yeni düzen dediğimiz 17’nci yüzyıldaki gibi düzensizliğin baskın olduğu bir yapıya da evrilebilir.

Prof. Dr. Ayşe Zarakol

Küresel sistemin işleyişine dönük tespitlerinizden biri liberal düzenin tıkanması. 2022 Ukrayna Savaşı ve 7 Ekim’den sonra İsrail’in önce Gazze, ardından Lübnan ve şimdi İran’a dönük eylem ve politikaları dikkate alındığında Batı ve ABD’nin genel olarak Rusya’ya ayrı, İsrail’e ayrı bir muamele yaptığını gördük. Bu iki örnek liberal düzendeki tıkanma konusunda bize ne söylüyor?

Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle beraber Batı organik şekilde bir araya geldi. Özellikle Avrupa ülkelerinde baskın bir söylem oluştu: Liberal düzeni korumalıyız, aynı zamanda Rusya’nın işgaline engel olmalıyız. Bu ifadeyle hem Trump’tan sonra zarara girmiş/uğramış ABD-AB ilişkilerini düzeltmek için işlevsel bir rol üstlendi hem de dünyanın geri kalanına liberal uluslararası düzeni yeniden diriltiyoruz, kurallar hala önemli mesajı gönderildi.

Son dört senede dünyaya şöyle bir mesaj verildi: Biden, Trump’ın çekildiği anlaşmalara dönecek, uluslararası hukuk uygulanacak. Ancak bu mesajın Avrupa dışında çok alıcısı olmadı. Bir taraftan belki Ukrayna’ya genel bir sempati vardı, ancak eskiden 3. Dünya denen şimdi Küresel Güney diye adlandırabileceğimiz grup, Batı’nın çok yanında durmadı. Bu mesajın karşılığı şu oldu: Bir sürü işgal var, savaş var. Onlara tepki göstermeyen (hatta çoğu zaman baş sorumlusu olan) Batı’nın özellikle dert ettiği Ukrayna meselesinin peşine niye biz de takılalım ki? Kendisi uğraşsın.

‘NE MERKEZDEKİLER NE ÇEVREDEKİLER LİBERAL DÜZENİ KURTARMAK İSTİYOR’

Türkiye, Hindistan gibi birçok ülke ne Rusya’yı ne de Batı’yı tam desteklediler. İkisinin arasında durmaya çalıştılar. 7 Ekim’den sonra gelen İsrail’in misilleme saldırısı ve onun yarattığı tahribat akabinde Batı’nın, özellikle Amerika’nın, söylemi şöyle bir forma büründü: İsrail Ukrayna’ya denk, Gazze/Filistin Rusya’ya denk, yani haksız taraf Gazze. Oysa dışardan bakıldığında dünyanın büyük çoğunluğu tam tersi bir denklem görüyor. İsrail daha büyük güç, Filistinliler mağdur taraf olarak görülüyor. O nedenle Batı’nın İsrail ve Ukrayna’yı beraber desteklemesini dünyanın çoğunluğu iki yüzlülük olarak görüyor. Bu noktada Batıyla dünyanın geri kalanının arasında zaten başlamış olan kopuş, bu iki savaştaki tutarsız tutum nedeniyle daha da ivmelendi. Bir taraftan da uluslararası hukuk kurallarının doğru düzgün uygulanmaması, yaptırımların olmaması var. Böyle bir atmosferde ‘liberal düzen kurtarılabilir mi?’ sorusu biraz anlamsız kaldı. Bu çerçevede bence liberal düzen kurtarılamaz ki zaten son demlerindeydi. Kaldı ki ne merkezdekiler ne de çevredekiler şu anda bu düzeni kurtarmak istiyor.

‘ABD KÜRESEL LİBERAL DÜZENİ KURTARMAKTAN VAZGEÇTİ’

Geçtiğimiz hafta İran’dan İsrail’e misilleme geldi. Taraflar arasında gittikçe savaş yayılıyor. Savaş, Gazze’den Lübnan’a oradan İran’a sıçrama ihtimaline doğru evriliyor. ABD’nin İran ile bir savaşa girmek istemediğine dönük güçlü emareler mevcut. Bu durumda savaş İran’a sıçrar mı? Böylesi bir sıçrama durumunda uluslararası düzen nereye evrilir? Çin ve Rusya’yı bu savaşta görür müyüz?

Dediğim gibi artık liberal düzenden bahsetmek iyice anlamını yitirmeye başladı, çünkü ABD’nin bile düzeni kurtarmaktan vazgeçtiğini görüyoruz. Duyduğumuz kadarıyla Amerika hükümetinin -hepsinde olmasa bile- içinden çıkan haberlere göre, hükümetteki bazı kişiler, İsrail’in Lübnan saldırısını onaylamış, yeşil ışık yakmış. Orada İran’dan bir yanıt geleceğini tahmin de etmiş olmalılar. Herhalde şöyle bir düşünce var: İsrail-Filistin sorunu tamamen çıkmaza girdi. İbrahim Anlaşmalarını bir kenara bırakırsak, bu konuda yıllardır bir ilerleme katedilemedi, artık statükoyu değiştirmek için bir şeyler yapmamız lazım. Şu karışıklık ortamında İsrail yapabildiğini yapsın, sonrasında kalanını toparlarız. Savaş suçlarını filan da sonra düşünürüz. Hatta bu arada İran’da rejim değişikliği gibi fikirleri olanlar da var.

Ama bunu yaptığınız zaman tek dişi kalmış liberal düzen de çöker. Şunu da not etmek lazım liberal düzenin içinde bu tarz çelişkiler hep vardı, mesela 11 Eylül’den sonraki Irak Savaşı. Elbette başka örnekler de verebiliriz. Peki bizi burada çöküş yorumlarına iten ne derseniz, şöyle bir ifadeyle açıklanabilir: Bir dönem dünyanın genelinde ABD tek kural koyucuydu, mecburen herkes izliyordu. İkiyüzlülükleri çok konuşulmuyordu. Şimdi bu böyle olmuyor. Diğer aktörler bu noktada ‘Mecbur muyuz? biz de kendi düzenimizi kurarız’ veya ‘başka büyük güçleri takip ederiz’ diyor. Bu nedenle liberal düzenin çöküşünden bahsediyoruz. 

‘DÜZENSİZLİK DÜNYA TARİHİNDE BİR DÜZENİN ORTAYA ÇIKMASIYLA SONA EREN BİR DURUM DEĞİL’

Batı’dan Önce:Doğu Dünya Düzeninin Yükselişi ve Çöküşü, Ayşe Zarakol, 368 syf., Koç Üniversitesi Yayınları, 2024

Tam da bu yeni düzene dönük arayış üzerinden devam edersek, siz Batı’dan Önce:Doğu Dünya Düzeninin Yükselişi ve Çöküşü isimli kitabınızda aslında tarihi geniş yorumlayarak, Çin’den Hindistan’a uzanacak şekilde, Moğollarla başladığınız bir izlek ortaya koyuyorsunuz ve buradan şu hatırlatmada bulunuyorsunuz: Yeni düzen, 20’nci yüzyıl bizim hafızamızda taze olmakla beraber, iki süper gücün yahut baskın bir aktörün olduğu bir düzene evrilmeyebilir. Dahası baskın bir aktörün olmadığı bir “düzensizlik” de görebiliriz. Bu noktadan hareket edersek, yeni girişimleri de not ederek, bizi nasıl bir dönem bekliyor olabilir?

Kesin konuşmak zor, ancak ‘düzensizlik’ şu anda üzerinde çalıştığım bir kavram. Şöyle bir düşünce var: Tamam şimdi biraz düzensizlik var, ama bu düzensizlik iki dünya savaşı arasındaki döneme benziyor. Önünde sonunda taşlar yerine oturur. ABD ile Çin 20. yüzyıldaki Soğuk Savaş benzeri bir düzen kurarlar. Bu elbette en ideali değil, ancak iyisi kötüsü dünyanın kuralları belli olur, kimin kimin tarafında durduğu belli olur. Yine Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi birinci dünya, ikinci dünya ve üçüncü dünya gibi bir sınıflandırma olabilir. Batı’da belki de son 200 yıldır hafızalarda yer eden düzen bu yönde olduğu için gelecek beklentisi de buna yöneliyor. Arada bazı düşmanları olsa da Batı’nın her zaman oyun belirleyici olduğu gibi bir beklenti var. Kısacası belli bir düzen olmasına ve kendilerinin onun merkezinde olmasına alışıklar.

Bu noktada hem kitabımda hem de diğer çalışmalarımda diyorum ki illa böyle olmak zorunda olmayabilir, 20.yüzyıl aslında bazı açılardan istisnai bir dönemdi. Düzensizlik dünya tarihinde her zaman bir düzenin ortaya çıkmasıyla sona eren bir durum değil. Ortaya çıkan her düzen de Batı merkezli olmak zorunda değil.

‘21’İNCİ YÜZYIL DÜZENSİZLİĞİN HAKİM OLDUĞU 17’NCİ YÜZYIL GİBİ DE OLABİLİR BASKIN GÜÇLERİN OLDUĞU 20’NCİ YÜZYIL GİBİ DE’

Kitapta bu çerçevede 17’nci yüzyıl örneğini ele almıştım. Bahsettiğim o dönem Osmanlı’da Celali İsyanlarını biliyoruz, Osmanlı’dan dışarı çıkıp dünyanın diğer noktalarına baktığımızda 16’ncı yüzyılın sonundan 17’nci yüzyılın son çeyreğine kadar geçen dönemde her yerde sorunlar var. Avrupa’da savaş var, İngiltere’de iç savaş var. Rusya’da ve Çin’de ayaklanmalar var. Her yerde tüm ticari ağlar sekteye uğramış, nüfusta küçülme var, kıtlık ve çeşitli pandemiler var. Pek çok açıdan sorunlu bir zaman diliminden bahsediyoruz. Üstelik bu, on senede geçen bir dönem değil, neredeyse 100 yıl süren çalkantılı bir dönem. Ondan sonra yavaş yavaş düzen tekrar kuruluyor. Zaten bahsettiğimiz liberal dünya düzeninin temeli de o düzensizlikte kurulan Avrupa’daki bölgesel düzenin giderek küreselleşmesi.

Bu hatırlatma uyarınca şunu söylemek mümkün: 21’inci yüzyıl, 20’nci yüzyıl gibi de olabilir, 17’nci yüzyıl gibi de. Yani kuralların tamamen belli olmadığı büyük güçlerin kendi aralarında rekabetlerinin olduğu, ama orta büyüklükteki güçlerin de varlık gösterdiği, alışık olduğumuz devlet kurumlarının içinin boşaldığı, uluslararası kurumların içinin boşaldığı, kimin ne yaptığının çok belli olmadığı bir döneme de girmiş olabiliriz.

‘UZUN TARİHSEL DİNAMİKLER ÜZERİNDEN BAKARSAK ÇİN GERİ DÖNÜYOR DEMEK DAHA DOĞRU OLUR’

Yine çalışmalarınızdan ilerlersek son kitabınızda Asya odaklı bir tarih penceresini açıyorsunuz. Günümüzde Asya odaklı olacak şekilde içinde bulunduğumuz düzenin kurallarını temel alan BRICS, Avrasya Ekonomik Birliği, APEC, ŞİO gibi yapıların etkin olduğu örgütlenmeler mevcut. Keza Çin’in yine finansal araçlarla başladığı projeleri var. Bu bağlamdan ilerlersek Asya’nın yükselişinin yıldızı Çin mi? Buradan ne beklemek gerekiyor?

Tabii ki Asya’da ekonomik maddi, askeri anlamda bir yükseliş var. Çin’in ağırlığı da küçümsenemez. Uzun dünya tarihinde Çin dediğimiz yer, şu anki ulus devlet sınırları içinde düşünmeden, bu coğrafyada, kültürel ve ekonomik olarak ağırlık merkezlerinden biriydi hatta en önemlisi idi. Dünyanın nüfusunun çoğunluğu çok uzun zamandır oradaydı. Dünya ticaretinde merkezi konumu vardı/var. O nedenle uzun tarihsel dinamikler üzerinden bakarsak, Çin geri dönüyor diyebiliriz. Bu noktada aslında Çin’in dünyadaki önemi açısından asıl 20. yüzyıl bu açıdan belki istisnaydı.

Ancak beni biraz kaygılandıran nokta şu ki kitabımı da biraz bu eksende kaleme aldım: Batı merkezli okumaları eleştiriyoruz, öte yandan bunun yerine Çin merkezli okuma yapmak yine iyi değil. Batı merkezliliği, Çin merkezli okumayla değiştirmek istemiyorum. Bu yanlış bir okuma şekli. Akademik anlamda da yanlış. Üstelik ciddi götürüleri var. Nasıl bir yol izlemek gerekir derseniz; daha çoğulcu olmak lazım derim. Tam da bu nedenle kitapta sadece Batı ya da Doğu Asya tarihi değil, tüm Asya’yı anlatmak istedim. Moğolların, kötü şekilde hatırlanması yeni bir şey değil. Ankara Savaşı’nda Osmanlı’nın kendi tarih anlatımlarında da var. Moğol istilalarının elbette çok kötü tarafları da var, yakma yıkma gibi, ama Moğol istilalarından sonra gelen belli bir düzen ve o düzenin sağladığı kültürel, siyasi ve askeri bir yapı var. Bu noktada daha geniş bakmak lazım. 

‘KÜRESEL GÜNEY KAVRAMININ, ŞU ANKİ FARKLI KAPASİTELERİ NEDENİYLE, 21. YÜZYILDA DEVAMI GELMEYEBİLİR’

Yeni düzen, alternatif arayışları içerisinde karşımıza çıkan kavramlardan biri Küresel Güney. Sizce buradan bir alternatif çıkabilir mi?

Yaygın biçimde bu kavrama rastlıyoruz. Bana kalırsa kuzey ve güney ayırımının belirli faydaları var. Özellikle Güney’in ortaklaştığı noktalar var: Avrupa emperyalizmine maruz kalmış olmak gibi. Hem onu vurguluyor hem de bağımsızlıktan sonra ekonomik işleyiş üzerinden günümüzde de hiyerarşik ilişkilerin, bu sömürünün devam ettiğini ve etkilerinin olduğunu vurguluyorlar. Küresel Güney, ortak bir tarih inşa etmesi, Batı dışı coğrafyadaki devletlerin ortak hareket etmesini motive etmesi açısından faydalı bir kavram. Hatta BRICS meselesi biraz oradan çıktı.

Bu haklılığı teslim etmekle beraber, her kavram gibi bunun da basitleştirici tarafları var. Örneğin Türkiye Küresel Güney mi? Bazen öyle geçtiği sınıflandırmalar var, ama bizim bir imparatorluk tarihimiz var, Avrupa’yla ilişkilerimiz var. Bu çerçevede direkt kolonileştirilmiş Afrika ve Güney Amerika gibi bölgelerdeki ülkelerden farklı bir tarihi var. Benzer biçimde Asya’nın diğer ülkeleriyle, asıl Güneydeki ülkelerin farklı tarihleri var. Asya’nın da kendi imparatorluk düzenleri olduğu için Asya’nın tarihi burada ayrışıyor. Hepsini aynı denkleme dahil ettiğimizde o tarihsel farklar yok oluyor ki aslında o tarihsel farklar 21’inci yüzyılda daha önemli hale gelecek. Şu anki farklı kapasiteleri nedeniyle küresel güneyden bahsetmekten vazgeçeceğiz. Bu ülkelerin kaderleri biraz ayrılmaya başlayacak. O yüzden belli bir yere kadar açıklayıcı faydalı bir kavram, ancak 21’inci yüzyıldan devamı gelmeyebilir.

‘ASYA’DA BATI GİBİ İSTENİRSE ORTAK BİR TARİH ANLATISI YARATACAK MALZEME VAR’

Avrupalılıktan bütünlüklü bir Batı’dan bahsediyoruz ki Batı burada bazen içine Japonya’yı dahil edecek kadar da esnek bir kavram olarak kullanılıyor. Asya’da BRICS, APEC, ŞİÖ, Avrasya Birliği gibi örgütler görsek de bütünlüklü bir Doğu’dan bahsetmekte zorlanıyoruz. Bunu nasıl yorumlarsınız? Batı gibi kaynaşmış bir Doğu neden göremiyoruz?

Tüm çabaların biraz da kimliksel politikalarla desteklenmesi lazım. İşbirliği, ekonomik işbirliği yeterliği değil. Neden Avrupa veya Batı’dan bahsediyoruz, çünkü orada ortak kimliğe hitap eden bir tarih anlatımı var ki bu doğal değil, bu tarih anlatımlarının hepsi inşa edilir. Avrupa’nın son 200 yılda inşa ettiği ortak anlatısı, ortak bir kimlik yaratması, kendi aralarında savaşsalar bile dünyanın geri kalanı karşısında tek bir blok olarak ilişki kurmasına zemin yarattı. Örneğin bizde kurallar şöyle, sizde böyle demek gibi.

Öte yandan Asya’da ya da doğuda benzer bir kimlik, ortak bir tarih anlatımı yok. Bunu yapmaya çalışanlar var tabii ki ama Çin’den bile bakarken ulus devlet Çin olarak anlatıyor. Üstelik diğer Doğu Asya’daki ülkelere ‘siz bizim tebaamızdınız’ deniyor. Buradan da ortak bir anlatı çıkarmak zor. Rusya ile Çin isteseler Moğollar üzerinden ortak bir tarih anlatımı inşa edebilirler, ama onu anlatmıyorlar. Onun yerine ‘ben süper gücüm, ben de süper gücüm’ anlatımı var. Daha bağımsız hareket ediyorlar. Ama istenirse Asya’da, ortak doğu kimliği yaratmaya yetecek bir malzeme var. 21. Yüzyılda böyle bir şey de görebiliriz, Batı’ya denk bir Doğu anlatısı görebiliriz, ama henüz yok.

‘TÜRKİYE GİBİ ÜLKELER BU DÖNEMDE UZUN VADELİ SİYASETTEN ZİYADE ANLIK FIRSATLAR İÇİNDE EN FAYDALISINI SEÇMEYE ÇALIŞIYOR’

Bu noktadan biraz Türkiye’ye dönmek isterim. Yakın dönemde Türkiye BRICS’e üyelik başvurusunda bulundu. Türkiye özellikle 2010’lardan itibaren izlediği dış politikada alışılan kalıplardan farklı bir yön izledi. Türkiye dış politikasına baktığımızda sizce Ankara bir denge politikası mı izliyor yoksa bir arayış içinde mi?

Dengeleyebilse denge derdim, ancak daha çok arayışa benziyor. Daha önce bahsettiğim kuralsızlık, neyin ne olduğunun belli olmadığı dönemde Türkiye gibi ülkeler artık daha uzun vadeli dış siyaset yapmaktan çok, o anki fırsatlar içinde en faydalısı nedir diye düşünüyorlar, ona göre hareket ediyorlar.

Türkiye bu konuda tek başına değil, orta büyüklükteki ülkelerin çoğunda benzer bir eğilim var. Klasik ittifaklar içinde yer alıyorlar, ancak diğer seçeneklere de bakıyorlar, seçenek arıyorlar. Bu hem şu anki belirsizlikten kaynaklanıyor hem de bu belirsizliğin devam etmesine de sebep oluyor. Çünkü hangi ülkenin nasıl davranacağını kestiremiyoruz. Bu çerçevede bu ülkelerin altı aylık belki en fazla bir yıllık politikaları için öngörüde bulunabiliyoruz. Örneğin Türkiye dış politikasında gördüğümüz gibi bir ülkeyle ilişkiler donma noktasına gelebilir, ancak iki yıl sonra yeniden barışılabilir. Eğer, düzen oturursa, saflar belli olursa, bu tür davranışlar da biter, çünkü önünde sonunda herkes tarafını seçmek zorunda kalır. Şayet düzensizlik devam ederse ki dediğim gibi bence düzensizlik düşündüğümüzden çok uzun süre daha devam edebilir, dış politikada bu gördüğümüz öngörülemezlik, bir şekilde sürebilir hatta devlet siyaseti haline bile gelebilir. Bunu ittifakları çok derin olan Avrupa Birliği ülkelerinde dahi görüyoruz. ABD ile Avrupa, İngiltere'de dahi görüyoruz. Her yerde benzer bir durum var. Belki bu noktada Türkiye’ninki daha görünür, daha iddialı diyebiliriz.

‘DÜNYANIN LİBERAL DÜZENE İNANCI BİDEN DÖNEMİ İLE BİTTİ’

Son olarak 5 Kasım’da ABD başkanlık seçimleri gerçekleşecek. Donald Trump ve Kamala Harris’in karşı karşıya olduğu bir seçim var. Uzmanlar Trump döneminde ABD dış politikasındaki sapmalardan bahsediyor. Ancak Biden dönemi bu açıdan daha çok çelişkinin belirginleştiği bir dönem değil miydi?

Trump’ın kişisel fevri bir yönetim tarzı olduğu için ne yapacağını kestirmek kolay değil. Birinci dönemini Biden ile karşılaştırırsak şöyle diyebiliriz: Avrupa açısından ABD dış politikası daha kötüydü, ama dünyanın geri kalanı açısından Trump dönemi daha iyiydi. ABD’nin daha az müdahaleci olduğu daha az savaş çıkardığı bir dönemdi. Ki bu tesadüf de olabilir, Trump’ın bencil bakış açısının ABD dış politikasına yansıması da olabilir. Trump dış politikada çok aktif değildi. ABD’nin müttefikleri de bu dönemde Trump’a güvenmedikleri için daha pasifti. İsrail bile tam güvenmiyor Trump’a. Bir yandan Putin’le veya Kuzey Kore’yle görüşmeleri vardı. Sağı solu belli olmadığı için o dönemde herkeste baskın bir kafa karışıklığı vardı. Kimse radikal adım atmak istemedi.

Biden dönemi, Avrupa için daha iyi oldu, ama dünyanın geri kalanı için daha kötüydü. Soru işaretlerinin arttığı bir dönem yaşandı. İsrail konusunda ABD’nin tutumu sorgulandı. Trump olsa farklı olur muydu bilmiyoruz. Ama yine de dünyanın liberal düzene inancı tam ne zaman bitti, 20. yüzyıl tarzı uluslararası hukuk ne zaman bitti derseniz, uluslararası hukukçular Biden dönemini gösterebilirler.

‘HARRİS DE GELSE TRUMP DA GELSE ULUSLARARASI LİBERAL DÜZEN BİTTİ’

Peki olası bir ikinci Trump veya Harris başkanlığında bizi ne bekliyor?

İki türlü de bence uluslararası liberal düzen bitti, bence artık gelen ismin değişiklik yaratacağı eşiği geçtik. Trump’ın tam olarak ne yapacağını öngöremiyoruz. Çok kişisel bir yönetim tarzı var. Onu başka ülkelerden de biliyoruz ki bu tarz rejimlerde ittifaklar da çok şahsi oluyor. Amerikan dış politikasını beklenmedik şekilde değiştirebilir, elbette gücü yeterse. Harris, Biden döneminden aldığı dış politikasına devam edecektir. Ancak bana göre o kurulu düzen geride kaldı. Çünkü Avrupalılar, Amerika’ya güvenemeyeceklerini düşünmeye başladılar. Onlar bile kendileri için başka bir çıkış yolu arıyorlar. Çin henüz beklemede gibi görünüyor, onların da ayrı projeleri var. Orta güçlerin ayrı hesapları var. O yüzden önümüzde belirsizlik var. Harris seçilirse var olan düzen kurtulur gibi bir görüşüm yok.

Prof. Dr. Ayşe Zarakol Kimdir?

Lisans eğitimini Middlebury College’ta siyaset bilimi alanında tamamlayan Prof.Dr. Ayşe Zarakol, yüksek lisans ve doktora eğitimini Wisconsin – Madison Üniveristesi’de tamamladı. Hali hazırda Cambridge Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışan Zarakol’un araştırmaları tarihsel sosyoloji ve uluslararası ilişkiler alanlarının kesişiminde yer almakta ve Doğu-Batı ilişkileri, dünya düzen(ler)inin tarihi ve geleceği, modernite ve egemenlik kavramsallaştırmaları, yükselen ve gerileyen güçler ve karşılaştırmalı bir perspektifte Türkiye siyaseti konularına odaklanmaktadır. Cambridge Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan iki saygın kişisel monografinin (After Defeat ve Before the West) yazarı ve büyük bir disiplinlerarası müdahalenin (Hierarchies in World Politics) editörüdür. Eserleri ve alana katkıları nedeniyle ulusal ve uluslararası alanda pek çok ödül sahibi olan Zarakol Ağustos 2024’te 1902 yılında kurulan İngiliz Akademisi'nin (British Academy) bu yıl üye olarak seçtiği 86 bilim insanı arasında yer aldı. Böylece akademi tarafından desteklenen dünyanın en seçkin 1.700 bilim insanı arasına katıldı.

Tüm yazılarını göster