Prof. Dr. Mustafa Aydın: ABD hegemonyasına ilişkin adiliyet algısı ve rıza ortadan kalktı

Aydın’a göre, ABD, 1945’te kurulan sistemi artık kendisi için avantaj sağlamadığı için değiştirmek istedi. Eski sistem kaybolmaya başladı, ancak yerine yenisi getirilemedi. ABD’nin getirmeye çalıştığı yeni yapının özellikleri tam anlaşılmıyor ve görülenlerden de insanlar mutlu değil.

Mühdan Sağlam msaglam@gazeteduvar.com.tr

Haniye’ye yönelik İran’da düzenlenen suikast, İsrail ile İran arasında savaş mı çıkacak endişesine neden olurken, ABD’de başkan adayları seçim maratonuna başlamış görünüyor. Çin’in Filistin sorununda ayrışan ancak önemli olan tarafları bir araya getirmesi sürpriz olarak görüldü. Ukrayna ile Rusya arasındaki çatışmalar, gündemden düşse de sürüyor. ABD seçimlere giderken İsrail Başkanı Netanyahu’nun ABD Kongresi’nde alkışlarla karşılanması, dünyanın genelinde hayal kırıklığı yarattı. Dünyanın pek çok bölgesinde süren çatışmalar, III. Dünya Savaşı yaklaşıyor mu sorularına neden oluyor.

ABD’nin cephesinde neler oluyor? Hegemonya tartışmaları etrafında son gelişmeleri nasıl yorumlamak gerekiyor? Çin’in son iki yılda gösterdiği diplomatik atılımları dünya ve ABD nasıl ele alıyor? Üçüncü Dünya Savaşı yakın mı? Bu soruları Kadir Has Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Aydın’a sorduk.

Aydın’a göre, ABD, 1945’te kurulan sistemi artık kendisi için avantaj sağlamadığı için değiştirmek istedi. Eski sistem kaybolmaya başladı, ancak yerine yenisi getirilemedi. ABD’nin getirmeye çalıştığı yeni yapının özellikleri tam anlaşılmıyor ve görülenlerden de insanlar mutlu değil.

Kadir Has Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Aydın

ABD seçimleri Kasım'da gerçekleşecek olsa da adaylar ve olası sonuçları dünyada yakından takip ediliyor. Öncelikle Biden’in çekilerek yardımcısı Kamala Harris’i işaret etmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Biden’ın Trump karşısında seçim sürecini götürecek enerjisinin ve sağlığının olmadığı uzun zamandan beri belliydi. Bana kalırsa çekilme konusunda geç kaldı. Fakat konuştuğumuz Demokrat Partililer genelde şunu vurguluyordu: “Görevdeki bir başkana kimse çekil, aday olma diyemez”. Dahası Biden Demokrat Parti’de eyaletlerde ön seçimleri kazanmıştı; konvansiyon delegeleri belirlenmişti ve Biden’a oy verme yükümlülükleri vardı. Bu kafanıza göre değiştirebileceğiniz bir şey değil. Bu nedenle de herhangi bir isim çıkıp ben adayım dediğinde sorun çözülmüyordu. Biden’ın kendisinin “ben çekiliyorum” demesi gerekiyordu.

Biden neden çekilmemekte direndi?

Bu sadece Biden ile alakalı değil. Ailesi ve yakın çevresi bu yönde baskı yapıyordu. Bu tür durumlarda Başkanın çevresinde sistemden faydalanan geniş bir grup olur. Demokrat Parti iktidarı sürse dahi, Biden gittiğinde bazı isimler koltuklarını kaybedecek. Bu nedenle ona kalması yönünde telkinde bulunuyorlardı. Asıl propaganda dönemi yeni başladı. Bu açıdan bakılırsa çekilme çok geç değil, fakat Trump’ın bir yıldır propaganda sürecinde olduğunu akılda tutmak gerekiyor.

Kamala Harris’e gelirsek, doğrusu ona şans tanıyan Demokrat çok azdı. Elbette bunun da nedenleri var. Başkan yardımcıları, belirli seçmen kitlerine erişim için seçiliyorlar. Biden’ın beyaz, erkek, tecrübeli, Katolik, Anglo-Sakson kimliklerine karşılık Harris, Hint-Afro Amerikan, kadın, genç, kendisi Baptist, eşi Yahudi. Dolayısıyla, farklı gruplarla temas sağlayabilecek bir özellik taşıyordu. Hatta bazı partililerde Biden’ın ilk dönemi bitmeden görevden çekileceği ve Harris’in başkan olarak seçime gireceği yönünde bir beklenti de vardı.

Buna karşın Harris’in görev performansı çok düşük kaldı. Daha açık olursak, Başkan Yardımcısı olarak bekleneni veremedi ve hayal kırıklığı yarattı. Örneğin neredeyse her konuşmasında yanlış ifadeler kullandı, gaflar yaptı. Hemen hiçbir konuda öne çıkamadı. O nedenle Harris’e dönük bir umut yoktu. Fakat alternatif güçlü bir adayın olmayışı, parti içinden yeni bir isim seçip onu yeniden tanıtmak için vaktin geç olması lehine çalıştı. Kaldı ki, ABD’de başkanlık seçimleri biraz da ne kadar para toplayabildiğinizle ilişkilidir. Biden-Harris ikilisine zaten bağışlar yapılmıştı. Harris aday olunca bu bağışları kullanabilecekti. Başka bir isim olsaydı sıfırdan başlaması gerekecekti. Nitekim, Harris de adaylığı netleşince kısa sürede 200 milyon doların üzerinde bağış topladı. Kampanyasına hızlı başladı. Başarılı olur mu derseniz? Şimdilik iyi konuşmaları da var, yine sıkıntı yaşadığı konuşmaları da. Trump’la yarışacak bir enerjisi var, fakat onun retoriğine karşılık verebilecek mi bunu göreceğiz.

Trump veya Harris’in seçilmesi durumunda ABD’nin Ortadoğu politikasında Suriye ve Filistin gibi ülkeleri de dikkate alarak ciddi bir değişim görür müyüz?

Trump’ın görüşleri Cumhuriyetçi Parti'de ciddi etki yarattı. Yeniden aday olmasaydı dahi, ona yakın bir isim ya da o görüşleri savunan biri gelecekti. Oysa gördük ki rakip dahi çıkamadı. Öte yandan bana kalırsa Trump seçildiği takdirde ilk döneminden farklı bir süreç izleyecek. Şöyle ki ilk seçildiğinde neredeyse 200 gün çalışma ekibini kuramadı. Üst düzey yönetimi bir yılın sonunda bile tam oturmamıştı. Şimdi daha hazırlıklı, ekibini oluşturmuş görünüyor. Kazanırsa, hemen atamaları yapacak. İkinci olarak, Trump ilk döneminde tecrübesiz olduğu için bazı hazırlıksız adımlar attı, fakat sistem ona engel oldu, olabildi. Örneğin Suriye’den Amerikan askerlerini çekmek istedi, fakat sistem onu ikna etti, edebildi. Sonuçta Başkanı ikna etmeden, ona rağmen sistemin dış politikada bir şey yapması mümkün değil. Ama nihayetinde Trump Suriye konusunda geri adım attı. Bu sefer, seçilirse, bu konularda yerleşik fikirlerle iktidara geleceğini dikkate almamız lazım. Bunu Trump’ın şahsen planlaması da gerekmiyor. Ekibi son 4 yıldır hazırlık içinde. Farklı alanlardaki politikaların net şekilde hazır olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Trump’ın da muhtemelen geçen sefer yapamadıkları, kendi ifadesiyle “bozuk sistemin engel olduğu” işler konusunda belirli bir hırsı var; sistemden intikam almak arzusuyla geldiğini düşünüyorum.

Böyle bir yapıda Ortadoğu, özellikle de İsrail çerçevesinde duruma bakarsak, ABD kaynaklarına yansıyanlara göre Trump’ın Netanyahu’ya son ziyaretinde “ben gelmeden, başkanlığı devralmadan bu işi bitir, beni bulaştırma” dediği ifade ediliyor.

Harris açısından bakarsak, gördük ki Netanyahu’ya hayli soğuk davrandı. Kendisini Biden’in politikalarından uzaklaştırmaya çalıştığını görüyoruz. Demokratlar içinde “ne olursa olsun İsrail’i destekleyeceğiz” politikası hem tepkilere hem oy kaybına neden oldu. Bu nedenle Harris Netanyahu’ya mesafeli durdu. İktidara gelirse, İsrail’e Biden yönetiminden daha mesafeli bir duruş bekleyebiliriz. Ama bu, fiilen İsrail’in kendi başına bırakılması noktasına gitmez. O konuda Amerikan devletinin özgül bir takım çıkarları devreye girer.

Biden, Netanyahu görüşmesi, Florida (Fotoğraf: AA)

HER İKİ TARAF DA NETANYAHU’YA SEÇİME KADAR NE YAPIYORSAN YAP, BİTİR TELKİNİNDE BULUNDU’

ABD’nin Ortadoğu politikasında İsrail’in başkanların da üstünde bir yeri var değil mi? Bu da kolay kolay değişmez sanırım.

Evet, şunu unutmayalım: ABD sistem devletidir ve İsrail de onun Ortadoğu’daki stratejik müttefikidir. Başkanın değişmesiyle bu ilişki kopmaz, kökünden değişmez, o ilişkinin belki bazı unsurları değişir. Örneğin Trump’ın başkanlık döneminde Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyıp, ABD elçiliğini buraya taşıması ABD siyaseti açısından radikal bir karardı. ABD bu konuda hep daha dikkatli davranmıştı.

Gelinen noktada Biden’ın son krizin başından beri İsrail’e verdiği açık destek ortadayken Trump’ın, iktidara gelirse bunu aynı şekilde sürdürmek isteyeceğini sanmıyorum. Sorunun ötesine geçip, kendi damgasını vurmak isteyecektir. Öte yandan, İsrail’in Ortadoğu genelinde ve özelde de Gazze’de yaptıkları ABD’nin diğer siyasi dengeleri ve imajını sarsmaya başladı. Sonuçta uluslararası sisteme liderlik etmek isteyen bir devlet için, “ben hepimizden güçlüyüm, istediğimi yaparım siz de buna razı olursunuz” yaklaşımı çalışmıyor. Bu tavır karşıdaki rakipleri artırıyor. Bunun son dönemdeki ateş taşıyıcılarından biri İsrail’in Gazze’deki korkunç uygulamaları ve ABD’nin İsrail’in her yaptığını hoş gören tavrı. Bunlar ABD’nin küresel gücünün meşruiyetini zayıflatıyor. ABD bu noktadan dönmek, bu sorunu arkasında bırakmak isteyecektir. Başkanlık değişimi bu dönüşümü yapmak için uygun bir yöntem. İsrail’i ve Washington’da etkili Netanyahu’yu ortada bırakamayacakları için de her iki taraf da “seçime kadar ne yapıyorsan yap, bitir” telkininde bulunmuş gibi gözüküyor. 

ABD HEGOMONYASINDAKİ SIKINTI TRUMP’TAN ÇOK DAHA ÖNCESİNE UZANIYOR’

ABD dış politikasından bahsedildiğinde Trump’ın yarattığı tahribattan da bahsediliyor. Ancak Biden döneminde izlenen siyaset de ABD’de tartışmalara neden oluyor. Ukrayna Savaşı’nda Rusya’ya dönük takınılan tutum, hukuka (içinde hukuksuzluklar da vardı), egemen devlet haklarına ve ABD’nin buna dönük saygısına bağlandı. Öte yandan 7 Ekim’le beraber bu denklem değişti. ABD’nin tavrı, bir yandan İsrail’e silah yollarken bir yandan kurumlardan ve hukuktan bahsetmesi ciddi eleştirilere de neden oluyor. Biden dönemini dikkate alırsak ABD hegemonyasında ciddi sıkıntı ve sorunlar baş göstermedi mi?

Evet gösterdi. Fakat bu sürecin başlangıcı Trump döneminin de öncesine gidiyor. Hegemonya kavramı 1970’lerde gündeme geldiğinde, ABD gibi “hayırhah” -yani her zaman sadece kendi dar çıkarlarını düşünmeyen ve sistemin iyiliği için bunların ötesine geçebilecek-bir gücün kontrol edeceği uluslararası sistemin küresel barış ve düzene katkı sağlayacağı iddiasını temel alıyordu. Bu yapıda bazı ufak tek sorunlar olsa dahi, sisteme denge ve istikrar getirecek bir hegemonun herkese avantaj sağlayacağı iddia ediliyordu. Bu nedenle de “ABD liderliğine çok ses çıkarmayın” deniliyordu. Fakat burada hegemonun hayırhah olması, sadece kendi çıkarını değil, bir noktada herkesin ortak çıkarını düşünmesi gerekir. Gündelik politikanın ötesine geçip, uluslararası tutumlarında adil olması gerekir. Gramşiyan teorinin ifade ettiği gibi, uluslararası alanda rıza üretmesi de gerekir, sadece zorla (güçle) olmaz.

ABD, rızayı aslında Soğuk Savaştan sonra güçlü bir şekilde kurmuştu; neredeyse rakipsiz bir şekilde dünya gücü konumuna oturmuştu. 1991’de Irak’a karşı ABD liderliğinde oluşturulan uluslararası koalisyona geniş küresel destek vardı. Hatta ABD özelinde tek-kutupluluk konuşulur olmuştu. Fakat bu duruş, 2003 Irak işgaliyle ölümcül bir yara aldı. Dönemin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e “Irak’ı neden işgal ediyorsunuz?” diye sorduklarında mealen “Yapıyoruz, çünkü yapabiliyoruz” gibi bir yanıt vermişti. Bu kibirli duruş sadece ABD’nin rakiplerini değil, müttefiklerini de rahatsız etti ve bir kırılma noktası oldu. Bunun öncesinde NATO’nun Kosova müdahalesinden de bahsedebiliriz. 1991’in aksine orada BM Güvenlik Konseyi kararı yoktu. “Olsun, NATO’ya dayanırız” dediler. Ama 2003 Irak’ta ne BM ne NATO kararı vardı. “O zaman ben kendim yaparım” dediler ve müttefiklerinin dahi önemli bir kısmını karşılarına aldılar. Daha sonra Libya’da “koruma sorumluluğu” kavramına dayanmak istediler ama sonuçta Libya’da güç kullanımıyla rejim değişikliği yapıldı. Bunun koruma sorumluluğuna girmediğini Rusya başta olmak üzere pek çok diğer devlet dile getirdi. Bence hegemonyanın kırılma süreci bu şekilde adım adım gelişti. İzleğe böyle bakınca aslında Trump göreve geldiğinde ABD hegemonyası zaten zayıflamıştı.

‘ASKERLERİNİ ARTIK DÜNYAYA GÖNDERMEYEN ABD EKONOMİYİ SİLAH OLARAK KULLANIYOR’

Buna bir de Çin’in sistemin özelliklerini kullanarak güçlü bir ekonomik atılımla sistemsel rakibe dönüşmesi eklenince, ABD’yi yönetenler şunu düşünmeye başladı: “Siyaseten dünyada etkimiz zayıflamış durumda, ekonomik olarak Çin sistemin özelliklerini kullanarak geliyor ve bizi geçecek. Askeri olarak hala güçlüyüz, ama bu rıza üretmeye yeterli değil. O zaman bu sistemi değiştirmemiz gerekir”.

1945’ten sonra sistemin esas öğelerini kuran ABD, artık kendisi için yeterince avantajlı olmadığını düşünmeye başladığı için sistemi değiştirmeye kalktı. Ancak sistemle oynamaya başlayınca işler bozulmaya başladı. Orasını değiştiriyorsun olmuyor, burası değiştiriyorsun olmuyor. Bir şekilde eski sistem kaybolmaya başlıyor, ancak yeni yapı ortaya çıkmıyor. Yeni yapının ortaya çıkması için de rıza faktörü yine önemli. Yeni yapının ortaya çıkması için herkesin değilse bile çoğunluğun bu yeni yapıyı benimsemesi ve kabul etmesi gerekiyor. Fakat ABD’nin getirmeye çalıştığı yeni yapının özellikleri tam anlaşılmıyor ve görülenlerden de insanlar mutlu değil. Obama dönemine kadar götürebileceğimiz şekilde bu yeni sistemde bir ekonomik milliyetçilik arka planı görülüyor. Serbest ticaret arka planına oturan eski sistemi değiştirmek isteyen ABD, şimdi ekonomiyi bir silah olarak kullanmaya çalışıyor. Hem ABD halkı artık istemediği için, hem de dünyada geniş bir tepki oluştuğu için askerlerini dünyaya gönderemeyen ABD, artık bunun yerine kapsamlı biçimde ekonomik cezalandırma yöntemlerine başvuruyor. ABD tarihinde görmediğimiz kadar çok sayıda yaptırım uyguluyor; kime kızarsa ekonomik cezalandırma araçları devreye giriyor. 

‘HEGEOMYANIN OLABİLMESİ İÇİN GEREKEN ADİLİYET VE RIZA UNSURLARI ORTADAN KALKTI’

Bu ekonomik milliyetçiliğe yönelme itiraz seslerini yükseltip sistemde daha büyük bir sıkışmaya neden olmaz mı?

Tabii; ekonomik milliyetçilik giderek daha güçlü bir şekilde kendini hissettirmeye başlayınca bu meselelere daha geniş perspektiften bakanlar I. Dünya Savaşı’na giden süreçte dünyada ekonomik milliyetçiliğin yükseldiğini hatırlıyorlar. Bu da diğer devletleri tedirgin ediyor. Unutmayalım, 20. yüzyılda Amerikan hegemonyasının yükselmesini sağlayan açık ekonomiydi. Ama şimdi açık ekonomiden ziyade “Çin’den yatırımlarımızı çekelim; Amerika’ya dönsünler” söylemine geçildi. Siyaseten ekonominin kontrol edilmesi çabası sistemi yaralıyor. Ayrıca meselenin hukuki alt yapısının da kurulması gerekiyor. 1945 sisteminin -beğenelim beğenmeyelim- bir hukuki alt yapısı var. Oturulmuş, bir BM Şartı yazılmış ve devletlerce kabul edilmiş. Şimdi bu yapıdan uzaklaşıp, “Rusya ya da Batı’nın rakibi olan bir devlet istenmeyen bir şey yaptığında bunu cezalandırmak için eski sistemi kullanalım, ama buna karşılık aynısını biz yaptığımızda bir şey olmasın istisna olalım” yaklaşımı var. Ama sistemin kuralları sana işlemiyorsa, diğerleri de uymaz. Bence mesele biraz bu. Hegemonyanın olabilmesi için gereken o adiliyet ve rıza unsurları ortadan kalkmış durumda.

Paris Olimpiyatları 2024-Çin Halk Cumhuriyeti sporcuları 
‘ÇİN ARTIK EKONOMİK BİR DEV OLMAKLA YETİNMEK İSTEMİYOR’

Öte yandan, son dönemde belirli aralıklarla görünür olan Çin'in diplomatik başarılarına tanıklık ediyoruz. İlk olarak İran ve Suudi Arabistan arasında müzakerelere ev sahipliği yaptı ve iki ülke karşılıklı elçileri açmaya karar verdi. Benzer bir durumu geçtiğimiz hafta Hamas ve El Fetih’i bir araya getirmesinde gördük. Çin aslında, ekonomik çıkarını önceleyen ve küresel sistemde siyasi anlaşmazlıklara taraf olmaktan çekinen bir ülke görüntüsü veriyordu. Bu değindiğim hamleleri de dikkate alırsak bizi Çin’in daha aktif olduğu bir diplomasi mi bekliyor? Bu ABD için ne anlama gelir?

Aslında bu gördüğümüz biraz Deng Şiaoping dönemiyle Şi Jinping dönemi arasındaki farklılaşmadan kaynaklanıyor. Deng ömrü boyunca yalnızca iktidardayken değil, sonrasında da Çin’in kendi içine bakması gerektiğini, kendisini ve ekonomisini güçlendirmesini salık veriyordu. Çin başkalarına meydan okuma konusunda geri durmalıydı, ama bu Çin’in ABD’ye boyun eğmesi demek de değildi. Doğru zamanı bekleme diyebiliriz. Biraz  “Erken öten horozun başını keserler” sözünü rehber edinme. ABD’yle, onunla başa çıkacak noktaya gelmeden karşılaşmama çabası. Deng dönemi sonrasında Şi’yle birlikte bir değişim başladı. Dünyayı saran popülist dalga Çin’i de etkisine aldı. Çin artık ekonomik bir dev olmakla yetinmek istemiyor, buradan oluşan gücünün meyvelerini görmek istiyor. Bunun için de en üst düzeyde bir strateji değişimi yaptı. Yani bu izlenen yol, tesadüfü veya anlık politik kararlara dayanmıyor. Bu strateji içinde Suudi Arabistan-İran görüşmeleri de var, Filistinlileri bir araya getirme de Ukrayna Savaşı’nda Rusya’nın arkasında durma da. 

Çin daha önce böylesi durumlarda tarafsız bir pozisyon alır, net bir söylem ortaya koymazdı. Fakat Rusya Ukrayna’yı işgal etmeden önce Çin, Rusya ile yüzyılın stratejik ortaklığı ifadesini Putin’in Çin ziyaretinde kullandı. İşgal başladığında ve ardından savaşa evrildiğinde buradan geri adım atmadı. Batı’nın ekonomik, siyasi baskısına karşın durduğu zemini korudu, koruyor. Artık Çin uluslararası siyasette pozisyon alıyor. Fakat askeri olarak henüz bir adım atmadı, bir müdahalede bulunmadı. ABD açısından duruma bakıldığında Çin önce ekonomi, sonra siyaset üstünden dünyanın dengesini oynatıyor. Bu bakış açısı çerçevesinde her konuyu Çin üstünden ele alıyorlar.

‘KİMSE ABD’DEN MEMNUN DEĞİL, ANCAK AÇIKTAN ÇİN ABD’NİN YERİNE GEÇSİN DE DEMİYOR’

Sanıyorum burada sistemi ben ayakta tutuyorum, maliyeti ben üstleniyorum, Çin bu imkandan faydalanıyor diyerek özetleyebileceğimiz bir tepki de var?

Evet, var. Şöyle ki; uluslararası sistemi ayakta tutan devletler en çok emek harcayan devletlerdir. En çok harcamayı yapanlar, askeri kayba uğrayanlar yine bunlardır. Sistemi ayakta tutmanın bir bedeli/maliyeti vardır. Bu devletler buna katlanırlar, çünkü sistemin devamından avantaj sağlarlar. Fakat ABD’ye göre Çin, bir free rider, yani sistemin imkanlarından faydalanıyor, fakat maliyete karışmıyor. Bu ABD’yi rahatsız ettiği için buna son verilmeli diyorlar. ABD’nin Çin karşıtı söylem ve pratiklerinde bunun da etkisi var. Amerikalılar bu bağlamda uzun vadede iki kutuplu bir çatışma dinamiği bekliyorlar, fakat bunun 10 yıl mı, 50 yıl mı sonra olacağını kestirmek güç. Rusya’nın Ukrayna Savaşı’ndaki performansıyla bir Avrupa savaşı çıkarabileceği fakat dünya hegemonyasına meydan okuyabilecek devlet olmadığı görüldü. Amerika’dan bakınca buna en uygun aday Çin gibi görünüyor. Çin’in bu çatışma noktasına varmasını engellemek ya da bu noktayı ötelemek için ittifaklar kuruyorlar, müdahaleci ekonomi politikaları geliştiriyorlar, söylemsel arka planı oluşturmaya çalışıyorlar.

Bu dönemin ilginç özelliklerinden biri Çin de Şi dönemiyle beraber, benzer şekilde karşılık verilmeye başlanması Fakat bana kalırsa Çin’in bu noktada zayıf noktası, daha önce konuştuğumuz “rıza” konusu. Pek çok devlet Amerika’nın tutumlarından mutlu değil. Fakat açıktan kimse “Çin, ABD’nin yerine geçsin” demiyor. Yani bildiğimiz şeytan bilmediğimiz şeytandan daha evla noktasına geliyoruz. Görünen o ki Çin’in de küresel rıza üretecek bir becerisi -hatta çabası- yok. 

Prof. Dr. Mustafa Aydın

Soğuk Savaş bitiminde derslerde gördüğümüz dünyada yaşanan değişime paralel olarak yerel çatışmaların artacağıydı. Bu seyir belli bir süre böyle de gitti. Ancak Ukrayna Savaşı, Asya Pasifik’te biriken gerilim, Gazze’de yaşananları bazı uzmanlar, “III. Dünya Savaşı geliyor” şeklinde yorumluyor. Siz ne dersiniz III. Dünya Savaşı yakın mı?

Uluslararası sistemlerin evrimi ve geçiş dönemlerine baktığımızda, dünya savaşı düzeyindeki savaşlar sistemlerin değişim dönemlerinde çıkıyor. Sistem artık mevcut yapıyı kaldıramaz hale geldiği zaman savaş çıkıyor. 500-600 yıllık döneme baktığınızda, iki unsur dikkat çekiyor. Birincisi, uluslararası sistemlerin etkin oldukları süreler kısalmaya başladı. Örneğin Viyana Sistemi 150 yıl sürdü, ondan sonraki sistem 100 yıl. Bu süreler giderek kısalıyor. İkincisi, sistemler arasındaki geçiş dönemleri -yani bir sistem çöküp yenisi kurulana kadar olan süre- uzuyor. Benim araştırdığım sistemlerde bu önce 13 yıl, sonra 30 yıl, şimdi 33 yılı geçti bile.

Dolasıyla uzamış bir geçiş dönemindeyiz. Bu geçiş dönemlerinin tipik özelliği de daha çok çatışma yaşanması. Çünkü sistemin kuralları etkisini kaybeder, muğlaklık başlar. Hangi sistem olursa olsun, sistem kural demektir. Kuralları herkes bilir ve ona göre davranır, bunun dışına çıkarsa başına ne geleceğini bilir. O nedenle yerlkeşik sistemlerde daha az çatışma çıkar. Yerleşiklik muğlaklığı azaltır, kurallara uyumu artırır. Şu anda geçiş süreci içerisinde olduğumuzdan daha fazla çatışma, savaş çıkıyor. Dünya savaşı tartışmaları nereden çıktı bilmiyorum, ancak şuna bakılıyor; devletler silahlanıyorlar. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve devamındaki savaştan sonra özellikle Avrupalı devletler silahlanmaya başladılar.

‘AVRUPA’DA ÇIKACAK BİR ÇATIŞMANIN YENİDEN BİR DÜNYA SAVAŞINA DÖNME İHTİMALİ ÇOK AZ’

Avrupa uzun zamandır, savaştan uzak olma lüksünde yaşıyordu. ABD ve NATO’nun koruyucu şemsiyesi altında askeri değil, ekonomik alana yatırım yaptılar. SSCB çökünce bu pekişti. Halk da buna alıştı, savaş istemediği gibi buna bütçe ayrılmasına dahi karşı çıktılar. Fakat Rusya-Ukrayna Savaşı’yla bu değişti. Almanya, İngiltere gibi ülkeler silahlanmaya başladı. Bazı ülkelerde zorunlu askerlik yeniden gündemde. Özellikle Almanya ve İngiltere son olarak silahlanma yarışına girdiklerinde I. Dünya Savaşı çıkmıştı. Herkes buraya dikkat çekip paralellik kuruyor. Fakat şu gözden kaçıyor, artık dünya sistemi ve dünya Avrupa’nın etrafından dönmüyor. İki dünya savaşı Avrupa’yı sistemin merkezinden uzaklaştırdı. Sistemi kontrol eden güçler uzun süre Avrupa’nın dışından ABD ile SSCB’ydi. Bugün gelinen noktada da rekabet ABD ile Çin arasında. Burada artık Avrupa merkezde değil. O nedenle Avrupa’dan çıkacak bir çatışma dinamiğinin yeniden bir dünya savaşına dönüşme ihtimali daha az. Ayrıca daha önce dünya savaşı çıktığında Avrupa imparatorlukları dünyanın farklı bölgelerinde topraklara sahipti ve bu da savaşları hemen o topraklara yayıyordu. Artık bu da yok. Artık dünyanın geri kalanı bir “Avrupa savaşı”na çekilmek istemiyor. Bunu Batı-dışı ülkelerin Rusya-Ukrayna savaşına verdikleri tepkilerde görüyoruz.

‘III.DÜNYA SAVAŞI NÜKLEER BİR SAVAŞ OLACAK VE BUNA KİMSE HAZIRLANAMAZ’

Bununla beraber dünya savaşı derken artık farklı bir durumdan da bahsettiğimizi hatırlamalıyız. Geçmiş dünya savaşları -I. ve I. Dünya Savaşlarının öncesindeki sistem değiştirici diğer savaşları da buna dahil edebiliriz- büyük savaşlardı ve pek çok devlet katılmıştı. Fakat hepsi konvansiyonel silahlarla yapılan savaşlardı. Bugün nükleer bombalar ve diğer teknolojik silahlar var ortada. Einstein’a atfedilen “III. Dünya Savaşını bilmem ama IV. Dünya Savaşı taş ve sopalarla yapılacak” sıcak sözü mevcut yıkıcılık konusunda ciddi ipuçları veriyor.

Dolayısıyla bugün böyle bir savaşın çıkma ihtimalini konuşmamak bile gerekiyor. Zira “savaş gelecek, hazırlanalım” demenin pek çok devlet açısından gerçekçi bir anlamı yok. Bahsettiğimiz nükleer bir savaş. Buna kimse hazırlanamaz. Belki nükleer bombaya karşı savunma kapasitesine sahip olabilecek bir-iki devlet. Orada da ikinci vuruş kapasitesi gibi özellikle bu tür kapasitelerde anlamsızlaştırılıyor. O zaman bu ortamda tek anlamlı savunma mekanizması klasik caydırıcılık. O nedenle öncelik savaşın çıkmaması olmalı, çıkmaması için caydırıcılığı artırmak gerekiyor. Ama “çıktı, çıkıyor” söylemleriyle konvansiyonel bir savaşa hazırlanmak bizi olası bir III. Dünya Savaşı’nda korumaya yetmez. Hele “biz her şeye hazırız” demenin böyle bir ortamda hiçbir anlamı yok. Zira nükleer savaşa hazır olmak diye bir şey yok.

Yarın: Haniye Suikasti’nin Ortadoğu’ya etkileri, ABD’nin yeni Ortadoğu politikası ve İsrail, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında yaşadığı sorunlar

Prof. Dr. Mustafa Aydın Kimdir?

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye), Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun olan Prof. Dr. Mustafa Aydın, Lancaster Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar alanında yüksek lisans ve Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanında doktora eğitimi aldı. Michigan Üniversitesi (1998), Richardson Institute for Peace Studies (1999), Harvard Üniversitesi (2002), Atina Üniversitesi (2003), Avrupa Birliği Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü (2003) ve Institute for Human Sciences’da (2018) misafir araştırmacı olarak bulundu. Kadir Has Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğretim Üyesi olan ve aynı zamanda Uluslararası İlişkiler Konseyi Yönetim Kurulu Başkanlığı ile World Council for Middle Eastern Studies Yönetim Kurulu üyeliği görevlerini sürdüren Aydın, ayrıca Avrupa Bilim ve Sanat Akademisi, Türk-Yunan Forumu, Global İlişkiler Forumu, Uluslararası Araştırmalar Topluluğu, Türk Atlantik Konseyi, Siyasi İlimler Türk Derneği ve Avrupa Orta Asya Araştırmaları Derneği üyesidir. Akademik hayatının yanı sıra, aralarında Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Türkistan Masası Başkanlığı (1999-2003), Uluslararası Politika Araştırmaları Enstitüsü Direktörlüğü (2005-2011) ve Uluslararası Karadeniz Komisyonu Eş-Başkanlığı (2010) ile Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi, Genelkurmay Başkanlığı Stratejik Araştırmalar ve Etütler Merkezi, International Center for Black Sea Studies, Hellenic Center for European Studies danışmanlığının da bulunduğu çok sayıda ulusal ve uluslararası düşünce kuruluşunda görevler almış olan Profesör Aydın’ın akademik ilgi alanları Uluslararası Politika, Dış Politika Analizi, Güvenlik Çalışmaları ile Orta Asya, Kafkaslar, Karadeniz, Orta Doğu ve Türkiye dış ve güvenlik politikalarıdır.

Tüm yazılarını göster