Prof. Dr. Raşit Tükel: Kadercilik olaylardan ders almamızı engelliyor
Türk Tabipleri Birliği eski başkanı Prof. Dr. Raşit Tükel’e göre Hatay’da bir kişinin “çocuklarım aç” diyerek bedenini ateşe vermesini, son zamanlarda artış gösteren korkunç intihar vak’alarını toplumsal bir bağlam içinde ele almak gerekiyor. “Yalnız olmadığımızı hissetmemiz önemli” diyen psikiyatrist Tükel’e göre bu da toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler karşısında dayanışmayı büyütmekle mümkün. Tükel’e göre insanların ifade hürriyetinin engellenmesi, ruhsal sorunlara kapıyı aralarken, bilim dışılığa gösterilen müsamaha da komplo teorilerine, hurafelere kapıyı aralıyor.
Hatay’da bir yoksulun "Çocuklarım aç" diyerek bedenini ateşe vermesi, Van’da korkunç ihmaller neticesinde onlarca insanın çığ altında hayatını kaybetmesi, Pegasus havayolu şirketine ait uçağın yaptığı kaza ve sonrasındaki korkunç “yönetim” tarzı, iktidardakilerin ve onlara tabi medyanın tüm bu felaketler karşısındaki korkunç sınavı… Her şey üst üste gelmiyor, her şey üst üste getiriliyor.
O yüzden “kötü” olan 2020 yılının kendisi değil. Kötü olan, kapitalist sistemde eşitsizliklerin derinleşerek bireylerin hayatına mâl olması, kitlesel korkuları yaratan virüsler üzerinden yine kitlesel düşmanlıkların, ırkçılığın derinleşmesi, otoriter iktidarın bireyi ve farklı toplumsal, siyasal kesimleri zapturapt altına almaktaki ısrarı ve tabii bilimdışılığın, bilim karşıtlığının yayılmasıyla meydanın hurafelere, komplo teorilerine kalması, dolayısıyla kitlesel salgınlara kapı aralayan aşı karşıtlığı, devletin halkın “iyiliğini” hiçe sayan fütursuzlukları ve daha nicesi… Hakikatten kaçıp meseleyi talihsizliğe, 2020 yılının uğursuzluğuna bağlayanlar ya yaşadıklarımızdan ders almayı reddediyor veya iktidara çalışıyor.
İntihar vak’alarındaki artışı, hurafelere dayalı aşı karşıtlığının toplum sağlığı konusunda yarattığı tehditleri, korona virüsünün kaynaklarını ve yarattığı toplumsal, siyasal etkileri Türk Tabipleri Birliği'nin eski başkanı, İstanbul Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Raşit Tükel’le konuştuk…
Elazığ-Malatya depremi, Van’daki çığ felaketi, Sabiha Gökçen Havalimanı’ndaki uçak kazası gibi çok sayıda büyük olayı bazı kesimler “2020 yılının uğursuzluğuna” bağlamaya meyyal. “Şu yıl bir önce bitsin de üstümüzdeki bu uğursuzluktan kurtulalım” yollu çok sayıda temenni dile getiriliyor. Bir psikiyatrist olarak, yönetim biçiminden, ihmallerden kaynaklanan felaketleri kadere, talihsizliğe bağlama eğilimini nasıl yorumluyorsunuz?
Bu çok sık başvurulan bir kaçış yöntemi. Oysa saydığınız olaylar dâhil benzer olaylar konusunda önceden tedbirlerin alınmış olması ve olay yaşandığında da önceden belirlenmiş yöntemlerle müdahale edilmesi gerekiyor. Bunlar yapılmayınca, olay anı ve sonrasında, olayı daha da derinleştiren kaotik bir ortam meydana geliyor. Hemen her yıl, 'Bu yıl bitsin de bu kötü kaderden kurtulalım' türü eğilimlere tanıklık ediyoruz. Kadercilik, yaşadıklarımızdan, olaylardan ders çıkarmamızı engelliyor. O yüzden de her seferinde aynı felaketi yaşayıp buna da kader, talihsizlik diyoruz. Halbuki saydığınız olaylar bile çok ciddi yönetim ve organizasyon sorunlarıyla karşı karşıya olduğumuzu gösterdi.
İnsanlar, iktidarın gazabına uğramaktan çekindikleri için mi meselenin bu yönüne bakmayıp felaketleri kadere bağlıyor?
Genel olarak bu tür felaketlere çok yönlü yaklaşılması konusunda kültürel bir eksikliğin de olduğunu söyleyebiliriz. Şansa bağlamak, uğursuzluk gibi algılamak işin kolayına kaçmak anlamına geliyor. Öte yandan muhalif söylem geliştiren, felaketleri sorgulayan, bunlarla ilgili soru soran kişilere karşı tehditler oluştuğunu görüyoruz. Bu tehditler, insanların felaketleri kolaya kaçarak, tamamen bizim dışımızda gelişen doğal afetler olarak yorumlamasına yol açıyor. Yani rasyonel aklı işletenler konuşamayınca, söylemsel alan hurafelere, kaderciliğe kalıyor. Rasyonel aklın süzgecinden geçmiş fikirler, çözümlemeler görünür olamayınca, yaşanan olaylardan ders çıkarmak, olası benzer olaylara karşı tedbirler geliştirmek de mümkün olmuyor. Böylece hurafeci, kaderci, her şeyi insan dışındaki faktörlerle açıklama eğilimi egemen hale geliyor.
TOPLUMUN KENDİNİ İFADE ETMESİ ENGELLENDİKÇE ÖFKE BİRİKİYOR
Pek çok siyaset bilimci ve sosyolog son yıllarda Türkiye toplumunda bir çöküş olduğunu söylüyor. Psikiyatrist gözüyle manzara nasıl görünüyor?
Bir bireyin geçmişte yaşadığı olayların, onun psikolojisine yansımasını bire bir topluma, toplumsal olaylara uyarlamak, genellemek doğru olmaz. Kişiler çevresel ve genetik etkiler olarak ifade edebileceğimiz pek çok değişkenin etkisi altında hayatını şekillendirir. Toplumsal olayları çözümlerken ise ona kendi dinamikleri üzerinden yaklaşmak daha uygun olur. Ancak, toplumsal gelişmelerin insanın ruhsal durumunu etkilememesi düşünülemez. Birçok ruhsal rahatsızlığın ortaya çıkışında psikososyal etkilerin rol oynadığını biliyoruz. Örneğin, psikososyal ve ekonomik açıdan zorlanma durumlarına kişilerin kendilerini ifade etmelerinin engellenmesi eklenince ya da toplumsal olaylara gösterilen tepkilerin karşılığı sert ve bastırmaya yönelik olunca, insanların ruhsal olarak kendilerini daha kötü hissetmelerine zemin yaratılmış oluyor. Böyle durumlarda, biriken ve hedefini bulamayan öfkenin son aşamada ancak kişinin kendisine yönelerek bir çıkış yolu bulabildiğinden söz edebiliriz. Son dönemdeki intiharlara bu açıdan da bakılabilir.
Yani ifade hürriyetinin olması, yakın zamanda tanık olduğumuz intiharları azaltabilir miydi?
Kişilerin cezalandırılma korkusu yaşamadan kendilerini ifade edebilmeleri, toplumsal olaylar karşısında demokratik tepkilerini gösterebilmeleri, işyerlerinde, sosyal alanlarda ortak amaçlar doğrultusunda diğerleriyle bir araya gelebilmeleri, kişilerin kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayabilecek etkenler. İçinde bulunduğumuz, yaşadığımız koşullar sağlığı ve iyi olma halini belirliyor. Ekonomik, sosyal ve çevresel etkenlerin önemine işaret eden bu koşullar, “sağlığın sosyal belirleyicileri” olarak tanımlanır. Bu etmenler hastalıkların nedenine değil ama nedenin nedenine, hastalığı ortaya çıkaran koşullara işaret ediyor. Örneğin, kapitalist üretim ilişkilerinin hem birey bazında hem de sağlığa erişim konusunda yarattığı eşitsizliklerin neden olduğu sosyal, ekonomik ve çevresel etkenler, kişilerin sağlığını olumsuz etkiliyor. Yani insanlar bir taraftan ekonomik ve siyasal nedenlerle güçsüzleşirken, bir yandan da kendini ifade edememeye, tek başına kalarak sorunların üstesinden gelememeye, dolayısıyla yalnızlaşmaya başlıyor. Çok acı duyarak öğrendiğimiz, Antakya’da bir kişinin “Çocuklarım aç” diyerek kendini yakmasının arkasındaki toplumsal gerçekliğe gözümüzü ne kadar kapatabiliriz? Bu noktada sorunun bireysel düzeyde ele alınması yeterli olmayacaktır. Yalnız olmadığımızı hissetmemiz önemli. Bu da soruna toplumsal bir bağlam içinde yaklaşılması ile, eşitsizliklerin kaldırılması için verilecek mücadele, dayanışma ve bir arada olma ortamlarının yaratılması için gösterilecek çaba ile mümkün görünüyor.
Sizce intihar vak’alarına toplum, gazeteciler, hekimler, siyasetçiler nasıl yaklaşmalı?
İnsanı intihara götüren kişisel düzeyde pek çok ruhsal etkenler olabilir. Ama bu vak’alar dikkat çekici biçimde artış gösterdiğinde, arkada hangi ekonomik, siyasal, sosyal etkenlerin bulunduğunu değerlendirmek gerekiyor. Medyanın, bu tür olaylar karşısında toplumun tüm dikkatini, kişinin intihara gidiş sürecine çekmesi olumlu sonuçlar yaratmıyor. İntiharı cesur bir davranış olarak sunmak, bir çözüm yolu olarak göstermek, intihar yöntemini ayrıntılı vermek de aynı şekilde. Ne yazık ki, bu süreçte intihar edenin kişisel sağlık verileri dâhil pek çok bilgi ortaya saçılabiliyor. İntiharların yöntemleriyle birlikte ayrıntılandırılarak aktarılması, yeni intiharları tetikleyici veya intihar konusunda yöntem seçimini kolaylaştırıcı sonuçlar yaratabiliyor. Sonuçta, bu olguya medyatik bir düzeyde yaklaşmak yerine, arkasında ne olduğunu değerlendirerek birtakım sonuçlara varmak daha önemli. Çeşitli etkili çözüm yolları olduğunu, bunlara ulaşamama durumunda bu tür sonuçların ortaya çıktığını dikkate alarak kişisel ve toplumsal düzeyde çözümü birlikte aramamız gerekiyor.
Türkiye’deki yaklaşımın bu yönde seyrettiğini düşünüyor musunuz?
Açıkçası intihar vak’alarını, arkasındaki faktörleri irdeleyerek önlemeye yönelik bir yaklaşımın öne çıktığını görmüyoruz.
Korona virüsüne yaklaşımda da, genel olarak toplumlarda rasyonel bir aklın devreye girmediği, virüse kaynaklık eden faktörlerden ziyade virüsün ortaya çıktığı topluma yönelik ırkçılığa varan bir karşıtlığın geliştiği söylenebilir. Son zamanlarda hemen her yıl, dünya çapında kitlesel tedirginlikler yaratan virüslere kaynaklık eden faktörler neler?
Kuş gribi, korona virüsü gibi Çin’den çıkmıştı. Nüfusun çok kalabalık olduğu bölgelerde virüslerin damlacık enfeksiyonuyla, temasla yayılması kolaylaşıyor. Tabii virüsün yayılmasının tek nedeni kalabalık nüfus değil. Çin’deki hızlı kentleşme, kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak sınıfsal eşitsizliklerin keskinleşmesi, sağlığın sosyal belirleyicileri olarak ifade ettiğimiz koşulların yarattığı sağlık alanındaki eşitsizliklerin artması, virüslerin hızlı bir biçimde salgına dönüşmesine zemin hazırlayan etkenler arasında. Virüslerin yoksul ülkelerde ortaya çıkması sık karşılaştığımız bir durum. Ebola virüsü mesela, Batı Afrika’da Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden çıkmış, Gine, Liberya, Sierra Leone’de yaygın olarak görülmüştü. Keza HIV virüsünün de ilk kez Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ortaya çıktığı biliniyor. HIV virüsünün en yaygın görüldüğü 19 şehir Afrika’da. Virüs salgınlarının belli ülkelerde ya da belli bölgelerde sık görülmesi, halklara, toplumlara yönelik damgalamayı da beraberinde getirebiliyor. Tüm toplumu etkileyen ve felaket olarak yaşanan olayların yarattığı korkular, toplumların, insanların belleklerine yerleşebiliyor. SARS virüsü mesela, bulaştığı on kişiden birini öldürüyordu. Ortadoğu’da ortaya çıkan MERS’te ise ölüm oranı yüzde 35’ti, neyse ki bulaşabilirlik katsayısı görece düşüktü. Fakat sonuçta bu deneyimlerden kaynaklanan kaygılar, toplumların, insanların belleklerinde yer ediniyor ve bir virüs salgını çıktığında, yeni bir felaketin habercisi olarak algılanarak aşırı boyutlara ulaşabiliyor.
Virüslerle birlikte dünya çapında yayılan kitlesel korkuların belli halklara, kesimlere yönelik karşıtlığı ne tür sonuçlar yaratabilir?
Sözünü ettiğimiz salgınlar, ruhsal ve fiziksel sonuçlarının ötesinde damgalama gibi sosyal sonuçlara da ulaşabiliyor. Bu alanda yaşanan damgalamalar yeni değil. Mesela 1993 yılında salgına yol açan Hantavirüs ile oluşan hastalığa, Güneybatı Amerika’da yaşayan Navajo Kızılderilileri ile ilişkilendirilerek Navajo hastalığı ismi verildi. Navajo olmayanların da hastalandığı bu salgında damgalama yapılarak kızılderili karşıtı bir ırkçılık ortaya çıktı. Çinlilere karşı da bu bağlamda ırkçı tepkilerin gösterilebildiğini görüyoruz ne yazık ki. Örneğin Çin’de ortaya çıkan bir salgın sonrasındaki damgalayıcı yaklaşımlar, New York’un Çin mahallesi gibi endemik olmayan bölgelerdeki Asyalı popülasyonlara kadar uzanabiliyor.
Korona virüsüne yakalananların tecrit edilmesi, çeşitli şehirlere giriş-çıkışların yasaklanması etik açıdan nasıl değerlendirilebilir?
Yalıtım ve karantina bulaşıcı hastalıkların kontrolü için uygulanması zorunlu önlemler arasında yer alıyor. Ortada kişinin yaşamını, seyahat özgürlüğünü sınırlamakla, kişinin kişisel kararına saygı göstermek arasında zorlu bir ikilem var. Korona virüsüne yakalananlar hem kurban hem de taşıyıcı. O yüzden çok dikkatli, insan haklarını gözeten bir yaklaşıma ihtiyaç var. Çin’de bazı şehirlerin, köylerin girişleri halk tarafından kapatılıyor. Bunlar sadece Çin’le sınırlı kalmıyor. Kore’de, Güneydoğu Asya’da Çin karşıtı gösteriler yapılıyor. Keza, kökü 1920’lere kadar giden HIV virüsünün yüzde 50’sinin cinsel yolla, cinsel yolla bulaşanların da yüzde 70’inin heteroseksüel ilişkilerle bulaştığı ortaya konduğu halde, eşcinsellere karşı damgalamaya dönüşebiliyor.
Virüslerin yarattığı kitlesel panik, dünyanın geleceğine ilişkin yazılan felaket senaryolarını andırmıyor mu?
Karşılaşılan bu tür olayları gerçek nedenleri üzerinden değerlendirmek yerine bunları büyük bir felaketin gelişine bağlama eğilimi öne çıkıyor. Felaketi kaçınılmaz gelecek olarak görmek, önlem almayı da olanaksız kılıyor. O yüzden bu tür senaryolardan uzak durmak, ama üstünü de kapatmamak, üstünü kapattığınız her olayın karşınıza daha büyük felaketler olarak çıkacağını bilmek gerekiyor. Sosyal medya başta olmak üzere çeşitli kanallarla üretilen yanıltıcı bilgiler korkuyu artırıp karşıtlıkları beslerken, doğru bilgilendirme, gerekli önlemlerin alınması, tıbbi hazırlıklar, farkındalığı artırarak çözüme yönelik bilinçli ve aktif bir katılımı getirir. Ve tabii ki toplumsal dayanışma… Çin’de karantinaya alınanların kendi aralarındaki ilişkinin rekabete, karşıtlığa değil, paylaşmaya, dayanışmaya dayalı olması dikkate almamız gereken bir bilgi.
AŞI YAPTIRMAYINCA TOPLUM SAĞLIĞINI TEHLİKEYE ATIYORSUNUZ
Yani “felaketin içindeki” insanların geliştirdiği duygu, o felaketin dışındakilerden farklı olarak daha empatiye mi dayalı oluyor?
Öyle görünüyor. Çünkü felaketin dışında kalıp yoğun bir tehdit altında olduğunuzu hissettiğinizde, felaketin içindekilere karşı bir empati geliştiremeyebiliyor, hatta karşı bir duruş sergileyebiliyorsunuz. Oysa her an o grubun içinde siz de olabilirsiniz. Dolayısıyla baştan itibaren felaket senaryolarına prim vermeyen, daha gerçekçi, çözüm odaklı bir yaklaşım benimsemek gerekiyor.
Belki kavramsal bir tartışma olacak ama, acaba empati duygusu insanda verili olarak bulunmayan, deneyimlerden türetilen bir duygu olabilir mi?
Empatinin gelişmesi kişisel gelişimle, eğitim süreçleriyle ve bu süreçlerde insani ve toplumsal duyarlılıkların kazanılmasıyla ilgili. Empati geliştirmeniz için aynı veya benzer olayları daha önce yaşamış olmanız gerekmiyor. Toplumsal ilişkilerin biçimi, kişide bu duygunun gelişmesine veya körelmesine yol açabiliyor. Empati, tek başına kişiler arasındaki ilişkileri açıklamaya yeterli değil. Çeşitli felaketler karşısında bu duygunun ortaya çıkamadığını da görebiliriz. Olağan toplumsal ilişkiler içerisinde insanlar birbirlerine karşı empatik davranırlarken, tehdit ya da zorlanma altında dışlayıcı olabiliyorlar. Çocuklarını çok sevip kollayan biri, başka çocuklara saldırgan davranabiliyor. Dolayısıyla insanlar arası ilişkileri, sadece empatiyle ya da genel olarak sadece psikolojik kavramlarla açıklamak değerlendirmeyi eksik bırakmamıza, birçok faktörü gözardı etmemize neden olacaktır.
AŞI KARŞITLIĞI YÜZÜNDEN KIZAMIK HASTALIĞI TEKRAR ARTTI
Gelelim son zamanlarda bir virüs gibi yayılan aşı karşıtlığına. Aşı karşıtlığının kitleselleştiğine dair dikkat çekici ilk eylem, 1885 yılında, Büyük Britanya’da 20 bin kişinin katıldığı, omuzlarda simgesel bir çocuk tabutunun taşındığı yürüyüş olmuş. İlk aşı karşıtlığının, o zaman paralı olduğu için çocuklarına aşı yaptıramayan ve bu nedenle de para cezasına çarptırılan proletarya içinden yükseldiği söyleniyor. Fakat artık aşı karşıtlığı okur-yazar, orta sınıflarda daha yaygın. Bir kere aşı karşıtlarına neden karşı olunması gerekiyor?
Aşı karşıtlığını doğurduğu sonuçlarla birlikte ele almamız gerekiyor. Çünkü aşı yaptırmadığınızda, toplum sağlığını tehlikeye atıyorsunuz. Aşılar, koruyucu hekimliğin çok temel araçlarından biri. Birçok hastalığın, örneğin çiçek hastalığının bu sayede kökü kazındı. Aşı karşıtlığı bireysel bir özgürlük değil. Çünkü siz aşı yaptırmadığınız zaman, başkalarının hayatını da riske atıyorsunuz.
Neden?
Çünkü toplumsal bağışıklık diye bir olgu var ve toplumun belli bir oranda aşılanması durumunda toplumsal bağışıklık sağlanabiliyor. Bu oran belli bir düzeyin altına düştüğünde salgın ortaya çıkabiliyor. Mesela kızamık hastalığının yayılmaması için toplumun yüzde 95’inin aşılanması gerekiyor. Bu oranın altına düşüldüğünde, hastalık salgına dönüşüyor. Korona virüsünde oransal olarak bir kişi iki kişiye hastalık bulaştırabilirken, kızamıkta bir kişi 16 kişiye bulaştırabiliyor. Kaldı ki aşı yapıldığı halde bağışıklık sağlanamayan yüzde 5, yüzde 10 gibi bir kesim var. Yine kanser ya da bağışıklık sistemini etkileyen hastalıklar yüzünden aşı yaptıramayan insanlar var. Buna bir de karşı oldukları için aşı yaptırmayanları ilave ettiğinizde, oran tehlikeli boyuta çıkabiliyor. Nitekim Türkiye’de 2007-2008’de sadece birkaç kızamık vak’ası görülürken, 2013’te kızamık vak’a sayısı 7 bin 415’e çıktı. Bağışıklık oranlarının düştüğü durumlarda salgınlar kaçınılmaz olacaktır.
O halde kızamık aşısına karşı çıkmak, aşı yaptırmamak toplum sağlığına yönelik bir tehdit, değil mi?
1998’de İngiltere’de Andrew Wakefield isimli, bilimsel anlamda baktığımızda şarlatan olan bir kişi ortaya çıktı. Gastroenterolog olan bu kişi, 8 vak’ada aşı sonrası otizm geliştiğini ileri sürdü. Fakat daha sonra bununla ilgili 20 epidemiyolojik çalışma yapılıyor ve hiçbirinde böyle bir sonuç saptanmıyor. Bunun üzerine Wakefield, Birleşik Krallık’ta 2010 yılında bir soruşturmaya tabi tutuluyor ve suçlu bulunuyor, iddiasını aktardığı makale dergi tarafından geri çekiliyor ve bu şahıs aynı yıl hekimlikten çıkarılıyor. Bu kişinin etik kurallara uymadığı, sahte bilgi ürettiği, araştırma sonuçları üzerinden maddi çıkar sağlayıcı ilişkilere girdiği ortaya çıktı. Yine 2000’li yıllarda Dr. Mark Geiger ve oğlu biyolog David Geiger, testosteronun aşılarda yer alan ve ana bileşeni etil cıva olan thimerosal ile etkileşime geçerek beyinde biriktiğini ve çocuklarda otizm yaptığını ileri sürdü ama bu da yalanlandı. 2004 yılında ABD Tıp Enstitüsü Geiger’ın çalışmasını bilimsel olarak kusurlu bularak sonuçlarını reddetti. Christopher Shaw ve Lucija Tomljenovic, aşılardaki alüminyum içeriği ve çeşitli ülkelerdeki otizm oranları arasında bağlantı olduğunu iddia etti. 2012 yılında, Dünya Sağlık Örgütü tarafından Shaw ve Tomljenovic’in çalışmalarının aşılarda alüminyum ve otizm arasında nedensel bir ilişki olduğuna dair hiçbir kanıt sağlamadığı bildirildi. Bir başka aşı karşıtı kişi olan Sherri Tenpenny, vücuda önce toksinlerin girdiğini, mikroorganizmaların toksinlerin dokuya verdiği hasar yoluyla vücuda etki ettiğini ileri sürerek enfeksiyon hastalıklarına mikroorganizmaların neden olduğunu reddetti. Bu iddiaların hiçbirinin bilimsel çalışmalardan elde edilen, doğrulanmış sonuçlara dayanmadığını söyleyebiliriz.
Ama çok taraftarı da var, değil mi?
Tabii, aşı karşıtı oluşumlar içinde hepsinin geniş taraftarı var. 1998’den başlanarak çeşitli aşı karşıtı kampanyalar yapıldı.
Türkiye’ye ne zaman sıçradı bu karşıtlık?
Ülkemizde de aşı karşıtlığının artmakta olduğunu söyleyebiliriz. 2011’de 183 olan çocuğuna aşı yaptırmayı reddeden kişi sayısı, 2017 yılında 23 bine çıktı. Esas tehlike çocukluk dönemi aşılarının yaptırılmamasında. Yoksa grip vb. gibi belirli hastalıklara yönelik aşılar zaten riskli gruplarda yapılıyor. Örneğin, günümüzde çocuk felcini (polio) görmüyoruz, difteri çok ender olarak görülebiliyor. Ama bu aşılara yönelik bir karşıtlık ilerlerse, vak’aların artışına tanık olacağız. Toplumsal bağışıklık oranlarının düşmesi, kökü kazınmış ya da kontrol altına alınmış verem, difteri, boğmaca, tetanos, kızamık ve çocuk felci gibi hastalıkların yeniden tehdit haline gelmesine neden olabilir.
Sağlık Bakanlığı’nın aşı karşıtlarına yönelik bir politikası var mı?
Sağlık Bakanlığı’nın Genişletilmiş Bağışıklama Programı kapsamında yer alan aşılar ve bunların ne zaman yapılacağına dair programlar var. Fakat yürürlükte olan 1930 tarihli Umumi Hıfzısıhha Kanunu’unda birtakım değişiklikler yapılarak çocukluk aşılarının zorunlu hale getirilmesi gerekiyor. Ama bu değişiklik yapılmıyor. Anayasa Mahkemesi’ne giden davalarda sadece çocuk felci için aşının zorunlu olduğu kararına varıldı ama diğer aşılar için böylesi bir karar çıkmadı. Sağlık Bakanlığı da aşı karşıtlığına karşı net, kararlı bir tutum almıyor.
Aşılarda ne tür maddeler var?
Aşının içinde, bakterilerin üremesini, aşının bozulmasını engelleyen thimerosal adlı bir madde var. Vücutta birikmeyen etil cıvalı bir madde. Aşının aktif içeriğinin yavaş salınmasına ve böylece bağışıklık sisteminin güçlenmesine katkısı olan alüminyum var. Bazı virüs aşılarında ısının artması gibi nedenlerle etkenin çoğalmasını önlemek için stabilizatör işlevi gören ve balık, tavuk gibi hayvanların kıkırdaklarından elde edilen jelatin, aşının içinde yer alan bir diğer madde. Bunlar her aşının içeriğinde olmayan, hem aşının etkinliği hem de güvenliği için kullanılan maddeler. Aşı karşıtları daha çok aşı içindeki bu tür maddeleri çeşitli hastalıklarla ilişkilendirerek iddialarını sunuyorlar.
Almanya’daki aşı karşıtları, toplumsal bağışıklığın sağlanması konusunda "Başkalarının çocuğu ısınsın diye, neden çocuğumu yakayım” diyormuş. Ama aşı karşıtları, aynı zamanda sürü bağışıklıktan da faydalanıyorlar. Yani başkalarının çocukları aşı olup da toplum bağışıklık kazandığında, kendi çocukları da korunmuş oluyor, değil mi?
Tam öyle olmuyor. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün yaptığı Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’na göre 2008 yılında yüzde 77 olan tam aşılı çocukların oranı, on sene sonra, 2018’de yüzde 67’ye inmiş durumda. Bakanlığın 2018 raporuna göre ise aşılama oranı yüzde 96 görünüyor. Tek tek aşıların yapılmasına yönelik olarak verilen bu oran, tam aşılı çocukların oranı ile uyuşmuyor. Üzerine gidilmesi ve açıklama getirilmesi gereken önemli bir konu bu. Günümüzde 30 binin üzerinde çocuğuna aşı yaptırmamış kişi olduğu tahmin ediliyor. Bu oran 50 bine çıktığında, salgınların başlaması kaçınılmaz. O yüzden Almanya’daki aşı karşıtlarının argümanı geçersiz.
Peki aşı karşıtlığının giderek kitleselleşme eğilimi gösterdiği söylenebilir mi?
Kitleselleşme demesek bile, yıllar içinde arttığını ve ciddiye alınması gereken boyutlara ulaştığını söyleyebiliriz. Bu konuda Sağlık Bakanlığı çalışma yapmalı. Mesela aşılarda bulunan alüminyum oranının çok düşük olduğunu, aşıların içinde yer alan maddelerin sağlığa zararlı olmadığını halka anlatabilir. Toplumun bir kesimi, aşılarda domuz jelatini olduğuna inandığı için aşı yaptırmak istemiyor. Oysa bu jelatinin birçok farklı hayvandan da elde edilebildiğini biliyoruz. Bakanlık bunu halka anlatarak bu tür kaygıları giderebilir.
Aşıların, çeşitli şirketlerin ticari hedefleri doğrultusunda işlevselleştirildiğine dair argümanı nasıl yorumluyorsunuz?
Aşıların ticari bir metaya dönüştürüldüğü bir gerçek ama bunlar aşı karşıtı olmamızı gerektirmez. Aksine, bu gerçek, aşıların kamusal olarak üretilmesi talebine dönüşebilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında biz aşı ihraç ediyorduk. 1996-97’ye kadar Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi’nde aşı üretiliyordu. 1996’da difteri, tetanos, boğmaca ve kuduz aşılarının, son olarak da 1997’de BCG (verem) aşısının üretimi durduruldu. Tekrar aşı üretimine başlamamız, aşıları getiren firmalar dolayısıyla yürütülen aşı karşıtlarının argümanlarını ellerinden alacağı gibi, kamusal olarak üretilmesi, aşının bir meta olarak kullanımını da engeller.
Bu niye yapılmıyor?
Sağlık Bakanı geçtiğimiz yıl aşıların ülkemizde üretilmeye başlanacağını, 5 yıl içinde tüm aşıları yerlileştirmek istediklerini söylemişti. Bu konuda bir adım atıldığına dair bir bilgi sahibi değiliz. Tabii ki, yerlileştirmek yeterli değil, aşılar ülkemizde kamusal olarak üretilmelidir.
Hurafelerin önüne geçmek için ne yapmalı?
Bu konuda Sağlık Bakanlığı’na önemli bir görev düşüyor. Ama maalesef orada tutarlı, kararlı, dirayetli, bilgilendirmeye dönük, hurafelerle bilimsel çerçevede mücadele eden, kendi verilerini ortaya koyarak toplumu bilimsellik yönünden ikna etmeye çalışan bir yaklaşım göremiyoruz. Bakın, her alanda olduğu gibi sağlıkta da biliminsanlarının değerlendirmeleri, araştırmaları, ortaya koyduğu sonuçlar dikkate alınmayınca, önemsizleştirilince, meydan bilim dışı uygulamalara, komplo teorilerine kalıyor. Bu tür uygulamaların alıcısı da çok oluyor. Sağlık otoritesi ortamı boş bıraktığında, biliminsanlarının sesleri kısıldığında, hurafeler, komplo teorileri öne çıkıyor ve kabul görmeye başlıyor. Her koşulda bilimi, bilimsel olanı savunmak önümüzde önemli bir görev ve sorumluluk olarak duruyor.