Prof. Dr. Türker Kılıç: Esas devrimciler bilim insanlarıdır

Türker Kılıç'ın 'Yeni Bilim: Bağlantısallık-Yeni Kültür: Yaşamdaşlık' kitabı Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Kılıç, "Bağlantısallık yaşama yeni bir bakış açısı ile bakmamızı sağlıyor" dedi.

Abone ol

DUVAR -  1966 yılında Bursa'da doğan ve tıp eğitimini Hacettepe Üniversitesi'de 1991 yılında, uzmanlık eğitimini Marmara Üniversitesi Nöroşirürji Anabilim Dalı'nda 1997'de tamamlayan Prof. Dr. Türker Kılıç, kurucusu olduğu Nöroşirürji Araştırma Merkezi'nin başkanlığını yürütüyor. 

Bilimsel çalışmaları ve Moleküler Nöroşirürji Laboratuvarı birçok farklı kurumdan ödül kazanan Kılıç, 2015 yılında dünyanın en saygın akademilerinden biri olarak gösterilen Avrupa Bilim ve Sanat Akademisi’ne (Academia Scientiarum et Artium Europaea) üye olarak seçildi. Şu anda Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı olan ve beyin damar hastalıkları ve beyin tümörleri alanlarında çalışan Kılıç'ın 'Yeni Bilim: Bağlantısallık - Yeni Kültür: Yaşamdaşlık' kitabı Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Kılıç kitapta, “bağlantısallık” kavramıyla, evrene, doğaya ve insana yeni bir bakışla yaklaşıyor, kendi başına bir dünya olduğunu düşünen insanlığın önüne de “yaşamdaşlık” kültürünü koyuyor.

Prof. Dr. Türker Kılıç'la kitabını, sosyal medya kullanımını ve 'bağlantısallık' ve 'yaşamdaşlık' kavramlarını konuştuk. 

Kitabınıza da adını veren ‘Bağlantısallık’ ile başlayalım. Bağlantısallık kavramını açar mısınız? Matematik alanındaki yeni çalışmaların bağlantısallık üzerine olduğunu belirtiyorsunuz. Buradan yola çıkarak dünyada ve Türkiye’deki çalışmaları nasıl yorumluyorsunuz?

Bağlantısallığı yeni bilim metodolojisinin adı olarak kullanıyorum. Yaşamdaşlık kavramını ise bu bilim metodolojisinin ortaya çıkarma ihtimali olan bir yaşama biçimi, yaşama üslubu, yani yaşama kültürü olarak isimlendiriyorum. Bağlantısallık, dediğim gibi bir bilim metodolojisi. Yani malum herhangi bir belirsizliği anlayabilme çabamıza bilim adını veriyoruz özetle. Bu bilimsel çabanın bir yöntemi var. İnsanlık bu yöntemi yüzyıllar içerisinde geliştirmiş.

Özellikle ilk bilginin doğduğu dönemden Rönesans'a kadar olan dönemi daha çok tümdengelim metodunun hakim olduğu dönem olarak isimlendirmek mümkün. Ardından ortaya çıkan tümevarım yöntemini kullanmaktayız şu anda. Yani söylemeye çalıştığım şey şu: İsa'dan 400 sene önce Aristo çıkıyor diyor ki, benim bir elimde 10 kilogramlık bir demir, diğer elimde de 1 kilogramlık bir demir olsa, her ikisini aynı anda bıraksam 10 kilogramlık demir yere daha önce çarpar. İnsanlık bu varsayımı 2000 sene kabulleniyor. Tümdengelimin en önemli kavramı, varsayım ve varsayımın doğruluğunu kabullenme. Ancak Galileo, 1600'lü yıllarda gerçekten de Pisa Kulesi'ne çıkıp 1 kilogramlık demir ile 10 kilogramlık demiri aynı anda yere bırakıyor ve görüyor ki ikisi aynı anda yere çarpıyor. Galileo diyor ki, “Aristo yanılabilir”. Böylelikle insanlık tümevarımı keşfediyor. Yani varsayım artık hipotez adını alıyor ve hipotezler doğrulanana ya da yanlışlanana kadar yeterince kez test edilmesi gerekliliği yöntemi hakim kılınıyor. Ve biz bu 400-450 yıllık süre içerisinde tümdengelimin üzerine eklemlenmiş tümevarım yöntemini kullanıyoruz. Hipotez adına dönüşmüş varsayım hala araştırmanın en temel, belki de en önemli öğesi. Ama doğruluğu veya yanlışlığı, objektif bir şekilde test edilerek varılan bir sonuç niteliğini kazanmış durumda.

Bu bilim kavramsal kurgusunun bizim önümüze serdiği bir kültür var. Bu kültürün içinde doğmuş çocuklarız bizler. Ben bu kültüre Newton Bacon Descartes kültürü adını veriyorum. Bu adı, Newton Bacon Descartes biliminin sonucunda ortaya çıkan bu yaşama biçimini isimlendirmek için kullanıyorum. Tabii her kültür gibi bunun da yeni ihtiyaçlara göre dönüşmeye, farklılaşmaya ihtiyacı var. Özellikle içinde bulunduğumuz bu korona virüsü döneminde bunu çok yakınen yaşıyoruz. Bizim artık neoliberal kültür ya da neoliberal ekonomi adını verdiğimiz bu yeni dönem, uygarlığımızın yetmezlik alanları ile birlikte önümüze seriliyor. Buna daha sonraki sorularda belki tekrar değiniriz.

Bağlantısallık ise bizim şu anda özellikle nörobilim ve yapay zeka ortak ürünü olarak karşımıza çıkan bir yeni bilim metodolojisi. Yani tümdengelimin üzerine eklemlenmiş olan tümevarımın üzerine artık bir bağlantısallık katmanı eklemlenmekte. Bizim belirsizlikle verdiğimiz mücadelede önümüze yeni bir format koyuyor, yeni bir bilim paradigması, yeni bir bilimsel yöntem ortaya çıkartıyor. Bu bilimsel yöntemin var olan bilimsel yöntemle arasındaki en büyük fark şu: Biz herhangi bir bütünü tanımlayabilmek, onu anlayabilmek için o bütünlüğü oluşturan yapı taşlarını inceleyip, onları yeterince çalışarak onun hakkında elde ettiğimiz verileri bütünün kendisine atfetmeye, bütünün kendisini anlamaya kullanmaya eğilimli bir bilim metodolojisi kullanıyoruz. Yani herhangi bir biyolojik yapıyı inceliyorsak mesela, onun yapıtaşı olduğuna inandığımız hücreyi ya da maddeyi inceliyorsak, onun yapı taşı olduğunu kabullendiğimiz atomu inceliyoruz. Işık nedir sorusuna yanıt vermek istiyorsak mesela onun yapıtaşı olduğuna inandığımız foton, daha sonraki dönemlerde ışık dalgasını inceleyerek ışık hakkında bilgi elde etmeye çalışıyoruz. Ya da toplumu inceliyorsak eğer, toplumu oluşturan insanı inceleyerek toplum hakkında bilgi edinmeye çalışıyoruz. Yani bizlerin herhangi bir bütünü inceleyebilmek için önce onu oluşturan parçaları incelemeyi öne alan bir bilim metodolojimiz var.

Tabii bütünü incelemek, bütünü anlayabilmek onu oluşturan parçaları anlayabilmek ile esasında çok mümkün değil. Nörobilim bize bunu öğretti. Herhangi bir bütünü anlayabilmek için onu oluşturan parçaları incelememiz, o bütünü anlamak için yeterli değil. Çünkü o bütünün oluşmasında esas olan, onu oluşturan o parçaların kendisi değil, parçaların birbirleriyle olan ilişkileri. Dolayısıyla biz beyin nasıl zihin üretiyor sorusuna yanıt ararken, bunun beynin zihin oluşturma eyleminin esasında nöronların kendisinde değil, nöronların birbiriyle olan iletişiminde, etkileşiminde olduğunu anladık. Yani bizim beyin dediğimiz organımız yaklaşık 100 milyar nörondan oluşan ve 100 trilyon bağlantıdan oluşan bir biyolojik yapıya sahip. Yaklaşık 2012 yılından bu yana Avrupa'daki İnsan Beyin Projesi, ABD’deki İnsan Konnektom Projesi çerçevesinde zihin nasıl iletiyor sorusuna yanıt arıyoruz.

Artık bu soru ile ilgili elimizde matematiksel bir yöntem var. Bu matematiksel yöntem bir ikonik değere de sahip. Yani şöyle ki, matematikteki belli bazı formüllerin bir kültür değiştirici ikonik, sembolik önemi vardır. Mesela E = mc² ya da F = ma gibi. Şimdi de bağlantısallığın da böyle bir formülü var. Bu bağlantısallığın matematiksel yapılanma formülü başlangıçta zaten bilinmekte olan ama bugüne dek yeterince önem verilmemiş olduğunu söyleyebileceğimiz bir Bayezyen matematik çerçevesinde ilerlemişti. Başlangıçta böyle isimlendirilen bu matematik, artık öylesine yenilendi ve gelişti ki artık buna enformasyon matematiği adını veriyoruz.

2015'te Henry Markram’ın Cell dergisinde yayınlanan yazısından sonra (insan beyninin nasıl düşünce ürettiğine dair -şimdi geriye dönüp baktığımızda sadece 6 sene geçmiş olmasına rağmen ilkel bir çalışma gördüğümüz bu çalışmanın esasında nasıl bir paradigma değişikliğine neden olduğunu şimdi anlayabiliyoruz), 36 bin fare nöronunun nasıl karar verdiğini bize gösteren ve beyindeki bu 36 bin nöronun bağlantısallığını araştıran bir matematiksel değerlendirmeyi, modellemeyi bize sunan bir matematiksel çalışmadır. Böylelikle biz ilk defa beyin nasıl zihin oluşturuyor sorusuna matematiksel bir yanıt verebildik. Esas önemli olan ve bütünü anlayabilmek için gerekli olan öğenin aslında parçaların incelenmesinde değil de parçanın parça ile, parçanın bütün ile olan etkileşmesinde yattığını anladık. Yani şöyle örnek verebiliriz: Mesela ben bugün 1 yıl önce mezun ettiğim bir öğrencim ile yeniden karşılaştım. Bu doktor hanımı en son 12 ay önce görmüşüm. Biz onunla kaldığımız yerden, onunla olan sohbetimize, zihinsel birlikteliğimize bugün tekrar devam ettik. Halbuki bu 12 aylık süre içerisinde, mesela onun bedenindeki 37 trilyon hücreyi oluşturan bütün moleküller ve atomlar yaklaşık 3 kez tamamen değişmişti. Bende de öyle. Ama esas olan, bu bütünün parçaları ile ilişkisi olduğundan biz zihinsel ortaklığımıza 12 ay önce kaldığımız yerden tekrar devam ettik. Bu süre içerisinde benim beynimdeki ve onun beynindeki nöronları oluşturan bütün bu yapılar toplam neredeyse üç kez değişmiş olmasına rağmen. Dolayısıyla istikrarı sağlayan, esas olarak bütünü oluşturan parçalar değil, bu parçaların birbiriyle ilişkisi. İşte düşünceyi ya da zihni oluşturan şey de beyindeki nöronların birbiriyle etkileşimi.

Nöronların birbiriyle etkileşimi beyinde bilginin oluşmasını sağlıyor. Beynimizde bilgi, bu elektrokimyasal ırmakların oluşturduğu örüntüler, ağlar, biçemler olarak şekilleniyor. Bizler bu paternlere, örüntülere enformasyon/bilgi adı veriyoruz. Artık bu oluşması/gerçekleşmesi muhtemel enformasyon paternlerini ortaya koyabilecek bir matematiksel modellememiz var. Tabii beynimizdeki bu 100 milyar nöronun nasıl bir düşünce formasyonu içerisinde bir bağlantısallık kuracağını anlayabileceğimiz için esas ihtiyacımızın yeni bir matematik olduğunu 2015'te anladık. 2012'de ilk defa yola çıktığımızdaki esas endişemiz, bilgisayar teknolojimizin bu işi yapabilmek için yeterli olup olmadığıydı. Kısa sürede bilgisayar teknolojisinde, halihazırda ve öngörülebilir gelecekte de beynimizdeki bu modellemeyi bize bütünlüğü ile ortaya koyabilmenin çok uzağında olduğunu idrak ettik. Ama esas anladığımız şey, başlangıçta uymadığımız bir şeydi. İhtiyacımız olan şey, yeni bir matematikti. Bu esasında her yeni bilim paradigması değişiminde rastlanan bir şey. Mesela Leibniz, Elealı Zenon'un kendisine sorduğu meşhur paradoksal soruyu soruyor: Diyor ki bir tavşan kaplumbağanın 10 metre gerisinde yarışa başlasa ve hep ilk zaman içerisinde tavşan yolun yarısını kat etse, sonsuza kadar o zamanki paradigması olan kalkülüse göre, bu tavşanın kaplumbağayı geçememesi gerek. Halbuki biz doğaya baktığımız zaman görüyoruz ki her tavşan yarıştığı kaplumbağayı geçiyor. Öyleyse diyor ki Leibniz, "Bizim esas ihtiyacımız, bu varoluş paternini ortaya koyacak yeni bir matematik. İşte oradan türev ve integral ortaya çıkıyor. Bu örneklerin sayılarını artırabiliriz.

Şimdi beynin nasıl düşünce ürettiğine, beynin nasıl zihin ürettiğine dair yeni bir bilim paradigmasına sahibiz. Bu bilim paradigmasının adı bağlantısallık. Bu bilim paradigmasının sosyolojik karşılığı da var. Biz başlangıçta en yetkin bilgi işleme sisteminin insan beyni olduğunu düşünerek yola çıkmıştık. Halbuki artık biliyoruz ki en yetkin bilgi işleme sistemi yaşamın kendisi. Yaşam dediğimiz bu varoluş kodlamalarının en büyük kümesi. Yani iç içe geçmiş bu kodlama sistemlerinin ortak bütünlüğü, bu tüm ortak enformasyon kodlarının birlikteliğine yaşam diyebiliriz. Yaşam dediğimiz bu enformasyon kodlamaları, bütünü esasında bir çeşit insan beyninin zihin oluşturması şeklinde bir yapılanma gösteriyor ve bunun da bir matematiği var. Bizim insan beynini inceleyerek, insan beyninin nasıl zihin oluşturduğuna dair bu dönüşümü, yani biyolojik beynin, et olan beynin bir enformasyon ağı olan zihni ortaya koymak için yarattığımız matematik modellemenin bir çeşit madde ağı olarak varoluş paterni gösteren yaşamın, nasıl bir birliktelik ve ağsal yapı içerisinde varoluş gösterdiğini sezmeye başladık 2017-2018 gibi.

Buradan yola çıkarak esasında bu bağlantısallığın fiziği, kimyası, ekonomisi, eğitimi gibi diğer konular hakkında da çalışan bilim insanları artık sıkça görülmekte. İnsanlığın belirsizlikle verdiği mücadeleden her dönemde belli bazı bilim alanları buzkıranlık görevi üstleniyor. Mesela 1900'lerin başında bu, parçacık fiziği olmuş. Ya da 17. yüzyılda, 1600’lerde bu klasik fizik-Newton fiziği bu görevi üstlenmiş. Orada elde edilen bilgiler sadece o disiplini değil, onu takip eden insanlığın belirsizlikle verdiği mücadelede bu buzkıran gemisi rolünü üstlenen disiplin, diğer disiplinleri de değiştirmiş. Dolayısıyla bu görevi üstlenmiş alanlara buzkıran dememin sebebi bu. O nedenle buzkıran gemisi adını veriyorum. Çünkü bu gemi sadece kendi içindekileri değiştirmiyor, aynı zamanda onu takip eden diğer gemileri de değiştiriyor, onların ortaya koydukları ürünleri de etkiliyor.

İşte 21. yüzyılın ilk çeyreğinde insanlığın belirsizlikle verdiği bu mücadelede buzkıranlık gemiliği rolünü nörobilim ve yapay zeka üstlenmiş durumda. İnsan ya da herhangi bir nöronal sistemin/enformasyon ağın nasıl bir zeka ürettiğini, herhangi bir bilgi işleyen enformasyon sisteminin er ya da geç zeka ürettiğini, bilgi ürettiğini yani daha önce ortaya konulmamış bir bilgiyi varoluş alanına çektiğini artık biliyoruz. Bunun da en güzel örneği insan beyni. Fakat insan beynini anlamak çok zor olduğu için ve şu anda modellemeyi yapmakta kullanmakta olduğumuz bilgisayar sistemlerimiz bunun için yetersiz olduğundan, daha az kompleks olan canlıların beyinlerini ya da nöronal sistemlerini, yani yapay zeka sistemlerini kullanmaktayız. Dolayısıyla insan beyninin nasıl zihin yarattığı sorusuna yanıt bulabilmek için başladığınız serüven esnasında karşılaştığımız, önceden tahmin edemediğimiz, bizim kendimize, yanımızdakine, içinde bulunduğumuz topluma ve yaşamını kendisine bakışımızı değiştiren yeni bir bilim paradigmasının ortaya çıkmasına sebep olabilecek kadar önemli yeni bir matematiğin ortaya konulmasına sebep oldu.

Biliyorsunuz esasında her devrimi gerçekleştiren, her devrimin arkasındaki temel öğe bilimsel faaliyetlerdir. Esas devrimciler bilim insanlarıdır. Çoğu zaman siyasetçiler ya da bazen komutanlar bunu sahiplense de esasında toplumsal devrimleri, kültürel dönüşümleri yaratanlar bilim insanlarıdır. Yani matbaa olmasaydı Reform, Rönesans olmazdı veya Galileo'nun teleskobu, insanlığın sadece ayı ya da Jüpiter'i daha net görmesini sağlamadı; aynı zamanda Kopernik'in ortaya koyduğu gibi güneşin dünyanın çevresinde değil dünyanın güneşin çevresinde döndüğü hipotezinin gerçek olduğunu bize gösterdi. Yani teleskop bize sadece ayı göstermedi, aynı zamanda insanlığın evrenin içerisindeki yerini anlamasına katkı sağladı. Bu nedenle esas sosyolojik devrimleri insanın kendisine, yaşama bakışını değiştiren temel paradigma değişimlerine yol açanlar esasında bilim insanlarıdır. Bu bağlantısallık metodolojisinin de Galileo’nun teleskobu kadar önemli olduğuna inanıyorum.

Bağlantısallık biliminin ortaya çıkarma ihtimali olan kültürün adına da yaşamdaşlık adını veriyorum. Bu nedenle bu yeni kitabımın ismini 'Yeni Bilim: Bağlantısallık, Yeni Kültür: Yaşamdaşlık' olarak koymayı uygun gördüm. 2015 yılında Henry Markram’ın o önemli, devrim yaratabilecek kıvamdaki atılım gösterecek yazısından sonra, dediğim gibi matematik alanındaki bu bağlantısallık modellemeleri alanındaki gelişmeler birbiri ardına gerçekleşti. 2015’ten bu yana Nobel (Matematik Nobel'i yok ama matematikteki karşılığı Abel ve Fields Ödülleri'dir.) ve bütün önemli matematik ödüllerinin neredeyse tamamını bağlantısallık matematiği çalışan (artık matematikçiler buna enformasyon matematiği adını veriyorlar.) matematikçiler almakta. En son birkaç ay önce Norveç hükümetinin verdiği matematik ödülünü, bu alanda çalışan matematikçiler aldılar. Dolayısıyla, artık bu adı üzerinde bağlantısallık devriminden sonra, herhangi bir coğrafyanın ona özgü nitelikleri yavaş yavaş önemini kaybetmeye başlamakta.

Çalışmaları da aslında Türkiye'de, ABD’de ya da herhangi bir yerde çalışmalar diye değerlendirmemek lazım. Bu konuyla ilişkili çalışanlar aynı ağ üzerinde ve insanlık adına, hatta insanlık bile değil, yaşam adına bu gelişmeyi gerçekleştirmekteler. Çünkü bağlantısallık ve yaşamdaşlık alanına girdiğinizde, bu siyasi sınırlar yavaş yavaş eriyorlar. Şu anda bu konuyla ilişkili yeryüzünde çalışan herhalde 4-5 bin civarında insan vardır. Bunların arasında yaklaşık 200 civarı önemli ürünlerle karşımıza çıkıyorlar. Ben de bir beyin cerrahı olarak kendi ekibimle birlikte bu gelişmelere katkı sağlama çabası içerisindeyim. 

'BİLİM İNSANLARININ DÜŞÜNCELERİNİ ANLATMALARININ ÇOK ÖNEMLİ OLDUĞUNA İNANIYORUM'

Alanınızda öncü bir bilim insanısınız ve hayli zor bir alanda çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz. Kitabınızsa alanınızın zorluğunun aksine gündelik dili yakalıyor ve merak konusu oluyor. Burada nasıl bir anlatımı tercih ettiniz?

Beynin nasıl düşünce ürettiğine merakım, bir ölçüde 11-12 yaşlarında bir ilkokul piyesi ile birlikte başladı. Ben 4. sınıftayken, bu piyeste çok sevgili öğretmenim Mine Der, bana beyin rolünü verdi. Bu piyeste öğrenciler canlandırdıkları organı sakatatçıdan alıp okula da getiriyorlardı. Ben de ilk kez elime bir kuzu beynini o zaman aldım. Şunu merak ettim "Nasıl bu gri yumuşak, yoğurdumsu yapı, bu hayvanı hareket ettiriyor?" Diğer onlarca koyun arasında bu kuzu gidip kendi annesini nasıl bulabiliyor? O tarihten bu yana beynin nasıl düşünce ürettiğine karşı hep bir bilme isteğim oldu. Bu süre ilerledikçe beyin cerrahisini de seçmeye yönlenmem, tıp fakültesine esas beyin cerrahı olmak için girmem, bu merak nedeniyle gerçekleşti.

Şimdi aslında bazıları, nörobilim çok emek verilen, yoğun ve öğrenmesi teknik olarak yıllar gerektiren bir meslek olduğu için, bir ölçüde de uzun yıllar beyin cerrahisinde çalıştıktan sonra nörobilimle etkileşim kurmayı bir olumsuzluk olarak görüyorlar. Bunu bazen bana da soruyorlar, "Eğer beyin cerrahı olmayıp doğrudan nörobilimci olmak, zaman kaybetmeyi engelleyebilir miydi?" diye. Bu soruyu soranlara birçok açıdan hak veriyorum ama beyin cerrahlığının önemli bir avantajı var. Bu mucizevi yapıya dokunabiliyor olmak, bunun sorumluluğunu almak önemli bir şey. Elbette ki bu sorumluluk beraberinde uzun bir eğitim dönemini de getiriyor ama bu süreç içerisinde merak ettiğiniz konuyla da bir etkileşim içerisinde oluyorsunuz ve bu merakınız bir süre sonra mesleğiniz değil de aslında bir oyun alanınız haline geliyor. Ve biliyorsunuz, çocukların en ciddiyetle yaptığı şey oyun oynamaktır. Olaya ya da bilinmeze bu şekilde baktığınız zaman, onu meslek ya da yapılması gereken bir iş değil de sizin kendi oyun alanınız olarak görüyor olmak, sizin o konuya yaklaşımınızı ve onu kendi zihninizde ne şekilde işlediğinizi de değiştiriyor. Bu nedenle başkalarına herhangi bir konuyu en basitçe anlatabiliyor olmak, aslında o konuyla ilişkili olarak uzun yıllar bir zihinsel temas yapmış olmakla ilişkili. Bu nedenle ben zaten kendimden bildiğim için bu merak sürecinin nasıl olduğunu, aynı konuya meraklı olabilecek kişilerin de benimle aynı zihinsel yollardan geçmiş olabileceklerini düşünerek, buna göre kendi söz programımı yapıyorum.

İşin içinde biraz da hocalık var. Ben, evet beyin cerrahıyım ve beyin cerrahisine tabii ki çok zaman ayırıyorum -benim esas işim bu- ama diğer yandan bir tıp fakültesi dekanıyım ve bir tıp hocasıyım. Bu nedenle öğrencilerle hep iç içeyim ve onların soruları benim esasında bu anlatımı ne şekilde değiştirmem gerektiğini de bana öğretiyor. Yani herhangi bir konuyu anlatırken geri dönüş olarak konu sonunda aldığım sorular, benim anlatmak istediğimi tam olarak anlatıp anlatmadığımı bana öğretiyor Böylelikle bir sonraki sefer, yaptığım hata olduğunu düşündüğüm noktaları tekrarlamama gayreti içerisine de giriyorum. Zaten esasında gençlerle birlikte olmanın, akademinin en önemli yararı bu.

Yeni Bilim: Bağlantısallık - Yeni Kültür: Yaşamdaşlık, Türker Kılıç, 192 syf., Ayrıntı Yayınları, 2021.

Bir de işin popüler bilim tarafı var. Bakın biz buna popüler bilim diyoruz ama bu esasında toplumsal açıdan, toplum sosyolojisi açısından çok hassas, çok önemli bir nokta. Popüler bilim demek bu bilimin halka aktarılması çabalarının bir miktar kıymetini düşük gösteriyor bence. Schrödinger, hayatının en güzel 17 yılını Dublin’de geçirdiğini söyler. Dublin Bilim Akademisi Bilim Enstitüsü kurulduğunda, Schrödinger orada önemli bir fizikçi olarak o kadroya katılır ve onunla yapılan sözleşmede iki yılda bir halk konferansları verilmesi de vardır. Bu esasında Avrupa biliminde ta Galileo’dan beri var olan bir gerekliliktir. Mesela Galileo da her yıl Haziran ayında Padova’da halka açık konferanslar vermiş. Oraya gittiğiniz zaman orada Galileo’nun tahtadan yapılmış, halka açık konferanslarını sunduğu, derme çatma tahta kürsüsünü görebilirsiniz. Bunun çok önemli olduğunu, yani bilim insanlarının düşüncelerini ve elde ettikleri bulguları halka anlatmalarının çok önemli olduğuna inanıyorum. Şu anda biz buna popüler bilim adını veriyoruz. Bu tür yazıların yazılmasının, bu tür konferansların verilmesi gerektiğine inanıyorum. Esasında bilim insanını geliştirici rolü de var. Böylelikle bizler toplumun da ihtiyaçlarını görerek ona yönelik bir bilimsel yönlendirme yapabilme şansına da sahip olabiliyoruz.

Son olarak şunu da söyleyeyim, herkesin anlayabileceği bir dille anlatabilmemizi kolaylaştıran çok önemli bir avantaja sahibiz: Türkçemiz. Türkçe o kadar esnek ve hareketli, dinamik bir yapıya sahip ki, bize yeni sözcükler türetmek için çok uygun bir ortam sağlıyor. Mesela bağlantısallık bilimi ya da yaşamdaşlık kültürü. Yaşamdaşlık sözcüğü bence çok güzel bir sözcük. İnsanlık nasılsa karındaş-kardeş olmayı , arkadaş olmayı, Fransız Devrimi ile birlikte yurttaş olmayı, ABD’nin gelişimi ile vergi veren vatandaş olmayı ve bu yeni global ekonomik düzen içerisinde neoliberal bir tüketici olmayı öğrendiyse, şimdi de yaşamdaş olmayı öğrenme ihtimali var. Mesela yaşamdaş sözcüğünü şu ana kadar ben Almanca’da, İngilizce’de, Fransızca’da bir karşılığını, tam olarak buna karşılık gelen sözcüğü doğrusu bulamadım. Ama Türkçemiz buna bu imkanı bize sunuyor. Dolayısıyla bu sorunuza Türkçenin bu kavramsal ifadeyi kolaylaştırıcı yapısıdır diyebilirim.

'SOSYAL MEDYA KULLANIMI ÖĞRENİLMESİ GEREKEN BİR UĞRAŞI ALANI'

Bilimin popüler alanlarda varlığını ispatlaması ve günlük tartışmalarda yer alması teknolojiyle birlikte ilerledi. YouTube yayınları milyonlar izlenen bir cerrahsınız. Yeni iletişim araçlarını kullanmanın negatif ve pozitif yönleri nelerdir?

Esasında bu yeni iletişim imkanları ve ortaya çıkan bilginin dönüşümü ya da değişimindeki bu kolaylıklar, bağlantısallık adını verdiğimiz bu bilgi işleme sisteminin ne şekilde gerçekleştiğini anlamamızda da temel rolü üstlenmekte. Toplumsal değişimin önemli bir parçası aslında bu teknolojik devrim. En başta da söylediğim gibi, zaten esas sosyolojik devrimlerin yaşanmasını sağlayanlar bilim insanlarıdır.

Ben de başlangıçta birçok meslektaşım gibi sosyal medya kanallarını kullanmakta tereddüt ettim. Bu tereddüt esasında birkaç sebepten kaynaklanıyordu. Bunlardan birincisi, akademinin çoğu zaman sosyal medyanın kullanımına karşı olumsuz bakışı oldu. İkincisi sebep de, benim kendi kişilik özelliğimden kaynaklandı. Maalesef biraz fazla mükemmeliyetçi olduğum için herhangi bir tweet'ime, örneğin olumsuz bir yanıt verilmesi ya da o tweet'in anlaşılamaması sonucu oluşan bir polemiğin beni aşırı rahatsız edeceğini tahmin ettiğimden hiç sosyal medyaya girmemenin başlangıçta belki de daha üst derece bir zihin rahatlığı yaratabileceğini düşünmekteydim. Ama özellikle 2012-2013 döneminden sonra sosyal medya kullanımının da öğrenilmesi gereken bir beceri olduğunu idrak ettim ve “akademisyenler için sosyal medya kullanımı” diye, üst ihtisasımı yaptığım Harvard Üniversitesi'nde böyle bir program olduğunu gördüm ve bu programa katıldım, 2013'te yanılmıyorsam. Bu programda sosyal medya, özellikle Twitter, YouTube, o dönemde Pinterest vardı -halen hiç kullanmadım ama o dönemde öğrenmiştim-, bir de LinkedIn; bu dördünün orada nasıl kullanılacağı hakkında bir bilgi sahibi olduk ama burada önemli olan şey teknik bilgi değil, sosyal medyanın nasıl kullanılacağına dair bir üslup geliştirme becerisi. Şimdi artık sosyal medya kanallarını kullanmaya çalışıyorum, özellikle Twitter ve YouTube kullanma gayreti içerisindeyim. Giderek bu konudaki değişen teknolojiyi yakalamaya da gayret ediyorum. Bu nedenle mesela, özellikle YouTube kullanmasam da konuşmalarımın oradan takip edildiğini biliyorum ve bundan da memnunum, bunun daha üst kalitede olabilmesi için mümkün olduğunca çaba gösteriyorum.

Sosyal medya bir yandan bilimsel iletişimi de değiştirdi Ben mesela özellikle Twitter üzerinden daha önce tanımadığım, ismini bilip de tanışmadığım kişilerle bir araya gelebilme, konuşabilme, etkileşme imkânını buldum. O nedenle özellikle Twitter kullanımının bilimsel etkileşimi kolaylaştırdığı düşüncesindeyim ve buna önem veriyorum. Tabii ki sosyal medya kullanımı da belirttiğim gibi öğrenilmesi gereken ve beceri isteyen bir uğraşı alanı. Ama bunu da en başta söylediğim oyunun bir parçası olarak gördüğünüz zaman ve içinde bulunduğunuz bu zihinsel bağlantısallık oyununun bir yöntemi, bir aracı olarak gördüğümüzde esasında iş kolaylaşıyor. Burada amaç düşündüğümüzün geliştirilmesi. Yani kendimizin ya da karşımızdakinin değil de fikrin geliştirilmesi. Ortaya koyduğumuz bu zihinsel ağın geliştirilmesini ana konu olarak ele aldığımızda, o zaman herhangi bir olumsuzluğa ya da bir polemiğe kapılmadan, o sosyal medyanın kendi içine çektiği girdaba kanmadan, net bir şekilde kendi düşüncelerimizi aktarabilme imkanı bulabileceğimizi görüyorum.

Diğer yandan bilim medyası da değişiyor. Yani önceden hakemli dergilerde yayımladığımız ve böylelikle bir akademik değere kavuşan araştırmalarımızın artık bu hakemli dergilerden ziyade hakemli internet ortamlarında kabul edilirliği ön plana geçti. Hatta bu kabul edilirlik sadece 3-4 tane hakemin değerlendirmesinden sonra yazının basılması ile değil, çalışmanın internet ortamına konulup herkese aynı anda açık olması ile zaten ilerleyen bir süreç haline gelmekte. Artık bilimsel çalışmaları da esas yönlendirenlerin üniversiteler değil önemli inovasyon şirketleri olduğunu da düşünürsek bilimin yayılması, bilim etkileşmesi, bilim iletişiminde de önemli bir dönüşüm yaşamaktayız. Akademi de buna ayak uydurmakta zorluk çekse de bu gerekliliği fark etmiş durumda.

'FELSEFE İLE BİLİM, YAZI TURA GİBİ AYNI ŞEYİN FARKLI YÜZLERİ'

Kitabınızda insan zihnindeki bağlantısallığı bilim ve felsefe ile ilişkilendiriyorsunuz. Aralarındaki ilişkiden kısaca bahseder misiniz?

Bilimle felsefe, esasında dediğim gibi insanlığın belirsizlikle verdiği mücadeledeki çeşitli aşamalar. Ben felsefeyi henüz matematikselleştirilmemiş bilim olarak değerlendiriyorum. Bilim, bizim belirsizliği anlamamızı, felsefe ise anlamlandırmamızı sağlıyor. Çoğu zaman anlamlandırmadığımız şeyi zaten anlayamıyoruz ya da anlamadığımız şeyi anlamlandıramıyoruz. Dolayısıyla felsefe ile bilim, aslında yazı tura gibi aynı şeyin farklı yüzleri. Hipotezi oluşturma aşamasında felsefenin çok önemli olduğuna inanıyorum. Çünkü hipotezi oluşturma aşamasında ister istemez sezgisel bir aşamadan geçiyorsunuz. Neyi araştırayım, hangi soruya yanıt vereyim, işte burada merak ön plana geçiyor. Bu merakın yönlendirilmesinde sizin içinde bulunduğunuz zihin ağının temel etkisi var. Bu zihinsel ağı bir örümcek ağına benzetirsek örümcek ağının iplikçiğidir merak. Örümcek ağının iplikçiği nasıl büyük bir form oluşturuyorsa, bizim merakımız da böylesine bir zihinsel bilgi ağı meydana getiriyor. Bunun bir üslubu var. Bu üsluba felsefe adını veriyoruz.

Ben dinleri de bu felsefe grubunun içerisine koyuyorum. Hepsi bir çeşit yaşama üslubu veriyor bize. Felsefenin doğruluğunun, yanlışlığının ya da genişlemesinin en önemli yolu da doğru bilimsel metodoloji. Yani bizim yaşamın, olanın zaten kendiliğinden olağanüstü olduğunu anlamamızı sağlayabilen tek yöntemdir bilimsel metot. Yani ben sizinle mesela şu anda tanışmıyorum ama bu iletişimi sizinle kurguluyorum, sözgelimi bundan 50 sene önce zamanın şu anında 2001 yılının 3 Haziran'ının 10.30’unda bizim en azından zihinsel bir ortaklık içerisine girebilmemizin olasılığını hesaplasaydık, bu muhtemelen “1/sonsuz”du. Ama işte “1/sonsuz”, 0 demek değil. “1/sonsuz”un 0 olmadığının sahne alanıdır bu yaşam dediğimiz enformasyon işleme süreci. Bunu bize öğreten tek şey bilimdir. Dolayısı ile bilimle felsefeyi ben birbirinden çok farklı zihin alanları olarak görmüyorum. Birini anlama, diğerini anlamlandırma çabası olarak görüyorum. Dolayısıyla sizin ortaya koyduğunuz her formülün aslında arkasında bir felsefik, yani bir zihin paterni /örüntüsü/zihin ağı olduğunu zaten söyleyebiliriz.

Tabii şunu da belirtmek lazım, bağlantısallığı bir bilim metodolojisi olarak görünce ve bağlantısallığın bir matematiği olduğunu anlayınca, bu matematiğin sadece insan beyninin nasıl zihin oluşturduğunu değil, aslında yaşamın nasıl yeni enformasyon modelleri meydana getirdiğini anladıkça ve bu varoluş gerçekliğinin arkasında bir enformasyon modellemesinin/kodlamasının olduğunu sezdikçe burada ister istemez geçmişte bunu sezmiş olan düşünürlere bakıyorsunuz. Bunların başında mesela Spinoza var. Spinoza, “bağlantısallık” değil de “karşılaşmalar” lafını kullanıyor. Tabii hiçbir şey kendiliğinden, bir öncülü olmadan ortaya çıkmıyor. Her şey belirli bir bilgi ağının sonucunda vücut buluyor. Biz bugün bu bağlantısallıktan ve yaşamdaşlıktan söz ediyorsak, esasında onun arkasında biz bilsek de bilmesek de yüzlerce, binlerce zihnin emeği var. Bunlar yavaş yavaş felsefe dediğimiz zihin ağını oluşturuyor ve bu en sonunda bir bilim konusu haline geliyor. Bilim konusu haline geldiği zaman o felsefe alanının da gücü artıyor.

Şunu demek istiyorum: Mesela Newton fiziğini ele alalım. Biliyorsunuz, Newton fiziği bir bilardo topları matematiğidir. Yani ister kütleçekim kanunu olsun gezegenleri içine alan, ister yerçekimi olsun kendisine yere düşen bir elmayı referans alan, ister ışığı oluşturan fotonları incelemek olsun, fark etmez. Bütün sistem sanki bir bilardo toplarının birbiriyle olan etkileşimi matematiği üzerine kurgulanmıştır. Ama bu kavramsal alanın arkasında bir matematik ortaya koyuyor Newton. Newton matematiği nedeniyle ortaya koymuş olduğu bu felsefe, “bütünü oluşturan parçalar esastır” düşüncesi, bir matematikle destekleniyor. Bu matematik mutlak doğru mu? Tabii ki hayır. Bilimde hiçbir şey mutlak doğru değil. Nitekim Newton Bacon Descartes bilimi, artık büyük oranda daha iyisiyle, daha yetkiniyle yer değiştirme dönüşme aşamasında. Ama ne olursa olsun, bu matematik bizi aya götürdü getirdi, bu matematik bizim nasıl bir evren içerisinde olduğumuzu anlamamıza katkı sağladı. Ama tam olarak gerçeği vurgulayamadığını zaten biliyoruz.

Newton’un 'Principia Matematica'si, yani doğa felsefesinin kitabı bir matematik içerdiği için bu 400 yıldır bizim içinde yaşadığımız bu uygarlığın matematik kolonlarını/temellerini sağladı. Halbuki Spinoza'nın yazdığı 'Etika', ki Newton’un yazdığı 'Principia'dan 10 yıl öncedir, yeni yeni yeniden önem kazanmaya başladı. Çünkü 'Etika' bu “karşılaştırmalar” teriminin üzerinden “bağlantısallığı” işler ama bir matematiği yoktur. O yüzden bir matematik temelden yoksundur. İşte ilk defa nörobilim sayesinde ortaya çıkan bu yeni bağlantısallık matematiği, 'Etika'nın Newton’un 'Principia Matematica'sı karşısında yeniden ayaklarının üzerinde doğrulmasını sağladı. Yani burada bu örnekten anlatmaya çalıştığım şey, felsefe ile bilim ayrı ayrı şeyler değil. Bunlar insanlığın kolektif zihninin oluşturduğu bu bilgi ağları/enformasyon ağlarının adıdır. 

'ZİHİN BEYNE AİT BİR ŞEY AMA BİLİNÇ YAŞAMA AİT OLAN BİR SÜREÇ'

Yine önemli meselelerden biri de bilinçlilik ve zihin arasındaki ilişki. Bu ilişkiyi nasıl ele alıyorsunuz?

Özellikle bilinç hakkında konuşmaktan çekiniyorum. Çünkü bilinç dediğimiz zaman herkesin farklı bir şey anladığını biliyorum. Bilinç tabii ki benim de çok özel ilgi alanlarımdan bir tanesi ve bu konuyla ilişkili olarak emek vermeye, anlamaya gayret ediyorum. Ama şu anda bilincin bir akademik çalışma alanı olmaktan bir ölçüde uzak olduğunu görüyorum. Bu nedenle eğer zihin sözcüğü, benim bilinç kelimesini kullandığım o cümle içerisinde bilinç tanımını karşılıyorsa eğer, orada zihin kullanmaya gayret ediyorum.

Şimdi zihin dediğimiz şey, et olan beyinde doğuyor. Yani bizim biyolojik beynimiz zihni yaratıyor. Zihin, et olan beyinden kaynaklanıyor ama sınırlılığı yaşamın içerisinde. Yani zihin yaşamın içerisinde var oluyor. Ve tabii burada bilinç derken kastettiğimiz şeyin uyanıklık olmadığını biliyorum. Mesela az önce hastaneden asistanım beni aradı, “Hocam az önce ameliyat ettiğimiz hasta uyandı, bilinci açık” dedi. Bizim konuştuğumuz bilincin, asistanın haber verdiği hastanın o bilinç durumu olmadığını biliyorum. Bunu Chalmers “zor problem - kolay problem” diye ayırıyor, belki biliyorsunuzdur. Bizim şu anda esas bilinçle kastettiğimizin zor problemle ilişkili, bir uyanıklığın ötesindeki bir bilinç kavramı olduğunun farkındayım. Burada bildiğim şey şu: Zihin benden kaynaklanıyor ama muhtemelen bilinç, beyne değil de yaşama ait olan bir süreç. Tabii ki bilincin olabilmesi için bizim onunla etkileşmemizi sağlayan beynin olması lazım, daha doğrusu bir beynin yarattığı bir zihnin olması lazım. Ama bilinç, yani zihin nasıl beyne ait bir şeyse, bilincin yaşama ait olduğunu düşünüyorum.

Dolayısıyla bilinçle ilişkili Amerika'daki İnsan Connectome Projesi sonuçlandı ve geçtiğimiz sene İnsan Bilinç Projesi yürürlüğe konuldu. Onun da takipçisiyim, bunun da içinde olmaya çaba sarf ediyoruz. Ama ben İnsan Bilinç Projesi'nin İnsan Konnektom Projesi kadar net ve belirleyici temellere oturmadığı görüşündeyim, o yüzden bilinç ile ilişkili çok fazla konuşmaktan kaçınıyorum. Burada sezgisel olarak söylemeliyim ki, zihin nasıl beyinden kaynaklanıyorsa bilincin de yaşamın kendisinden kaynaklanan bir süreç olduğunu düşünüyorum. 

'BAĞLANTISALLIK BİLİMİ YAŞAMIN KENDİSİNE YENİ BİR BAKIŞ AÇISI İLE BAKMAMIZI SAĞLIYOR'

Kitabınızın bir diğer başlığı da Yaşamdaşlık… Burada neoliberal politikalardan da bahsederek yeni bireye varıyorsunuz. Yaşamdaşlığın tanımını nasıl yaparsınız? Covid-19 ile birlikte değişen bir yaşam pratiğimiz oldu. İnsan beyninde bunun etkilerinin neler olmasını bekliyorsunuz?

Yeni bilimin, bağlantısallığın, ortaya koyma ihtimali olan yeni yaşam kültürüne “Yaşamdaşlık” adını veriyorum. Bağlantısallık biliminin ve bunun bir matematikle destekleniyor olmasının getirdiği bu yeni bilim metodolojisinin yeni bir zihin formatlama potansiyeli olduğunu görüyorum. Bunun bir başka gerekliliği de esasında şu: Bizim 1600'lü yıllardan beri içinde olduğumuz bu Newton Bacon Descartes kültürü, -ki bu uygarlığa hakkını veriyorum, bu insanlığın yaratabildiği en üst düzey uygarlık- her ne kadar 400 yıldır, bizim 1600’lerde yaşam süremiz 38 yılken bugün artık 90'lı yaşlara kadar uzadı, çok önemli gelişmeler sağladı yeryüzünde. Ancak her şey gibi bu uygarlığımızın da artık bir sınırı olabilir. Ekolojik olarak en azından bu uygarlığımızın bugün geldiği noktada sürdürülebilirliğinin tartışıldığını hep beraber yaşıyoruz, görüyoruz. Dolayısıyla bu yarattığımız bugünkü uygarlık modellememiz içerisinde en önemli problemimizin, “nasıl daha iyi bir dünya yaratabiliriz?” sorusu olduğuna inanıyorum.

Yani tabii ki bir Covid-19 problemimiz var, tabii ki ekonomik zorluk problemlerimiz var, tabii ki bir iklim problemimiz var, tabii ki ekolojik zenginliğin azalması problemimiz var. Bunların her biri, tek başına ayrı ayrı problemler. Ama bu problemlere artık bağlantısallık anlayışı ve bilimi ile yaklaşabilme şansımız var. Bu bize yeni bir zihin üslubu ve yeni bir düşünce biçimi yaratabilmemizi ve bu problemlere bugün yaklaşımların ötesinde bir bakış açısıyla bakabilmemizi de sağlayabilir. Bağlantısallığın, bu yeni bilimin bize öğrettiği ilk şey, her şeyin içinde bulunduğu ağ ile anlamlı olması. Dolayısıyla bu bilim bize, kendimize, yanımızdakine, içinde bulunduğumuz topluma ve yaşamın kendisine yeni bir bakış açısı ile bakmamızı sağlıyor.

Şu anda var olduğumuz bu sistemde biz yaşamın insan için var olduğunu zannediyoruz. Halbuki bu bağlantısallık bilimi bize, “yaşamın insan için” değil de “insanın yaşam için” olduğunu ortaya koyuyor. Yani bunu bir yaprak orman analojisi ile size anlatmaya çalışayım. Bizler bu ormanın içerisindeki, bu uygarlık ormanımızın içerisindeki, birer yaprak olarak yanımızdaki yaprağın bizden çok farklı olduğu sanrısı içerisinde yaşıyoruz. Bakın, 1914'te ABD’de liselerde yapılan bir çalışma var. Bu çalışmada öğrencilere soruluyor: “Kendinizin benzersiz olduğunu düşünüyor musunuz?” diye. Öğrencilerin sadece yüzde 6'sı “Tabii ki benzersizim” yanıtını veriyor. Aynı soru 2014'te sorulduğunda öğrencilerin yüzde 96'sı "Tabii ki benzersizim” yanıtını veriyor. Yani bizler bütün bu ormanın yaprak için olduğunu zannediyoruz ve böyle bir zihin akışı içerisinde, böyle bir kültür algoritması içerisinde yaşamlarımızı sürdürüyoruz. Halbuki orman yaprak için değil, yaprak orman için. Bu nedenle de zaten önemli bir ölüm problemimiz var. Bağlantısallık formatının/bağlantısallık biliminin önümüze bir seçenek olarak yeni ortaya koyduğu bir düşünce algoritmasıyla eğer yaşamı insan için değil de, insanı yaşam için olarak alırsak o zaman bazı sorunlarımıza yanıt bulabileceğimizi de görüyoruz.

Yaşamın insan için olduğu anlayışta en önemli değer, malum, sahip olmak. Sahip olmak şu anda kutsanmış değer. Sahip olmak için bize, zeki olmak, çalışkan olmak en önemli kişisel özellikler olarak sunulmakta. Eğitim bunu amaçlamakta. Halbuki bu yeni düşünce biçimi/yeni kültür paradigması içerisinde, sahip olmak yani “yaşamın insan için hale getirilmesi” sistemi yerine “insanın yaşam için” olduğunun anlaşılması ve buna uygun bir yaşam sürülmesi ilkesi aslında sahip olmak yerine, anlamaktan doğan sevinç ya da merakla doğan (bu arada son 3-4 yıldır merakın, bizim ona tanıdığımız önemden çok daha büyük bir öneme sahip olduğunu anlamış bulunuyorum), merakla başlayan, iyilikle ve yaratıcılıkla devam eden ve anlamakla sonuçlanan bir zihin algoritması yaratabileceği düşüncesindeyim. Yani sahip olmak yerine anlamak esasında bu yeni düşünce algoritmasının da ödülü. Tabii ki çalışkan olmak ve zeki olmak önemsizdir demiyorum Ben sadece çalışkanlığın ve zeki olmanın üzerine eklemlenen, iyilikten ve yaratıcılıktan bahsediyorum. Nasıl ki tümdengelimin üzerine tümevarım eklemlenip, reform ve Rönesans, yeni bir insan modeli yarattıysa, şimdi de bağlantısallık metodunun var olan bilim metodolojisinin üzerine eklemlenmesi de bize, sahip olmak için çalışkan, zeki olmayı öğrenmeye çalışan insan modeli yerine, anlamak için ve anlamaktan doğan sevinçle ödüllendirilmek için yaratıcılığı ve iyiliği öğrenen ve merakla başlayan bu süreç içerisinde bu zihin ağını geliştiren bir insan modeli yaratmamıza yardımcı olacak bir sistem olduğuna inanıyorum.

Tabii ki insanlık mutlaka yaşamdaşlığı seçecek diye bir kural yok. Mesela dinozorlar 150 milyon yıl yeryüzünde yaşamışlar ve ortadan kaybolmuşlar. İnsanlık sadece 1-2 milyon yıldır yeryüzünde. Dinozorlar bile nasıl kayboldularsa yaşamın içerisinde küçük bir parça olduğumuzu korona salgını esnasında da daha iyi anladığımız gibi, insanlığın da bu ekolojik sistem içerisinde yok olma riski var. İnsanlığın gelecekteki bu sürecin nereye gideceği, yine insanlığın yapacağı seçimlere bağlı. Az önce söylediğim gibi, insanlık nasıl karındaş, arkadaş, yurttaş, vatandaş olmayı öğrendiyse, belki yaşamdaş olmayı da öğrenebilir. Şu anda var olan bu neoliberal kültür, insanlığı bir global tüketici haline getirdi. İnsanlık, bu sistem içerisinde sahip olmak için varlık bulan bir bilgi formları şeklinde algılanıyor. Halbuki orman, bu yaprak için değil ve bu yaprak ne zaman zihnini yaprak olmaktan çıkarıp ormanın geneline yayabilirse, işte o zaman yaşamdaşlık dediğimiz ve yaşamın insan için değil de insanın yaşam için olduğu bir zihin algoritması gerçeklik haline dönüşebilir. Bu da insanlığın daha güzel ve daha iyi bir dünya yaratmasına yardımcı olabilir.

Tabii bu durumun esasında Covid-19 salgınıyla ile bir ölçüde bir zihin egzersizi yaptırdığını aslında görüyoruz. Bakın mesela geçen sene, Mart, Nisan,Mayıs aylarını hatırlayın; korona virüsü salgının ilk başladığı zamanlarda herkes evlerine girdiğinde, Haziran ayında o zaman için söylenen “yeni normale” döndüğümüzü zannettiğimiz zamanlarda, evlerden doğaya tekrar baktığımızda, çıktığımızda ilk gördüğümüz, ilk anladığımız şey şu oldu: Doğanın, yaşamın var olmak için bize ihtiyacı yok. Yani insanlığın tür olarak yaşama katkısı muhtemelen bir arı canlısı kadar değil. İnsanlık o dönemde evlerden sokaklara tekrar çıktığı zaman gördü ki, yaşam insansız da var olabiliyor. Hatta insansız kendini daha hızlı onarıyor ve zenginleşiyor. Yani yaşam için insan olmazsa olmaz değil. Esasında yaşamdaşlık düşüncesinde var olan hiyerarşik yapının olmaması anlayışının güzel bir yaşantı olmuş hali olarak görebiliriz.

Tabii diğer yandan korona virüsü de bir enformasyon, 30 nükleotitli bir RNA enformasyonundan bahsediyoruz. Bu enformasyon kendisinden neredeyse 100 bin kat büyük olan bir insan genomunu etkileyebiliyor ve buradan yayılım tarzında tüm dünyayı etkileyen 8 milyar insanın hemen hemen benzer dönemlerde ölüm korkusu yaşadığı bir ayine dönüşebiliyor. Korona virüsünün yayılması, aynen beyindeki bir epileptik atağın yayılmasının matematiği ile tam olarak aynıdır. Benzer matematiği o 2008'deki ekonomik krizde ya da 2001'deki 11 Eylül olaylarından sonra gelişen krizde, bütün bu sosyolojik dönüşümlerde görebiliyoruz. Dolayısıyla bizim beyinde elde ettiğimiz bu veriler, sadece biyolojik olayları değil, aynı zamanda sosyolojik olayları anlamakta da bizim işimize yaramakta. Tabii buna bir enformasyon matematiği açısından bakarsak, kaos teorisinin önemli bir örneği vardır: Brezilya'daki bir kelebeğin kanatlarının çıkmasının başka bir kıtada kasırga olasılığı. Meteorolojik olarak böyle bir olasılık var mıdır? Elbette ki vardır ama olasılık olarak çok azdır. Biz Wuhan'daki bir yarasanın bedeninde normalde patojen olmayan bir korona virüsünün mutasyona uğrayarak patojen haline gelip orada hayvan pazarından tüm dünyaya yayılma olasılığının, Brezilya'daki bir kelebeğin başka bir kıtada kasırga oluşturma olasılığından daha düşük olduğunu biliyoruz. Ama işte yaşam dediğimiz şey, o 1/sonsuz ihtimallerin gerçekleştiği bir sahne. İşte bunun ortaya çıkması enformasyon matematiği ile anlaşılabilir durumda. Ya da bunun ne şekilde olduğunun matematiğini artık biliyoruz.

Beyinde düşüncenin oluşması biçimiyle, herhangi bir enformasyonun sosyolojik olarak bir varoluş modeline kavuşması, esasında benzer. Covid-19 aslında bize yaşamdaşlık egzersizini zorunlu olarak yaptırdı. En azından başkalarının hastalanmasını engellemek için maske kullandık mesela. Kendimizin gelişmesi için en uygun yolun yanımızdakinin gelişmesini sağlamak ilkesi olduğunu öğrendik, her şeyin içinde bulunduğu ağ ile anlamlı olduğunu anladığımız zaman. Yani kendinizi geliştirmek istiyorsanız yapacağınız en akıllı iş, yanınızdakini geliştirmek. Korona virüsü salgını bunu bize başka bir açıdan öğretti: Hastalanmak istemiyorsanız yapacağınız en iyi şey, yanınızdakilerin hastalanmasını engellemek. Dolayısıyla korona virüsü salgını nasıl eğitim sistemini ya da bankacılık sistemini, bu sektörlerdeki beklenen 30 yıllık gelişiminin neredeyse bir yıl içerisinde gerçekleşmesine yol açtıysa, bizim neo-liberal kültürden bir yaşamdaşlık kültürüne geçişimizi de belki bir 30 yıl hızlandırmış olabilir. Dolayısıyla bu bilim, yani bağlantısallık bilimi ve yaşamdaşlık kültürü bize “nasıl daha iyi bir yaşam yaratabiliriz, sürebiliriz?” sorusuna, yeni bir güçlü bir alternatif matematiği olan bir alternatif sunabilmekte.

'MERAK KONUSUNU ÖNCELEYEN YENİ BİR EĞİTİM SİSTEMİNE İHTİYAÇ VAR'

Son olarak nörobilimin geleceğine ve okurlarla buluşacak yeni çalışmalarınıza dair neler söylersiniz?

Nörobilim kocaman bir alan. Nörobilimin “beyin nasıl zihin üretiyor?” sorusuna yanıt arayan bölümüyle çalışmamın yanı sıra esas mesleki alanım beyin tümörleri ve beyin damarı cerrahisi. Dolayısıyla yapay zekanın ve biyoenformasyon teknolojisinin bu alanda kullanılması gibi teknolojik gelişmelerin sağlayacağı yararları şu anki yanıta katmıyorum, bunları ayrı tutuyorum.

Ama bilişsel anlamda, özellikle insan beyninin nasıl düşünce, zihin ürettiğine ve yaşamla etkileşime girerek nasıl bilinç oluşturduğuna dair verilerimizin önümüzdeki dönemde artacağını görüyorum. Ben de buna tabii ki “zihin nasıl oluşuyor?” sorusuna bir nörobilimci olarak daha fazla katkıda bulunmayı elbette amaçlıyorum. Buradaki en önemli noktalardan birinin merak konusu yani merakın kendisi olduğuna inanıyorum. "Yaşamdaşlık zihin yapısı" içerisinde olan bir insanın, yeni insan modelinin, esasında düşüncesinin merakla başladığını görüyorum. Merak, herhangi bir alanda cevap bulmak demek değil, soru sormak demektir. Bu nedenle merak önceleyen yeni bir eğitim sistemine ihtiyacımız olduğunu görüyorum.

İnsan Konnektom Projesi içerisinde artık merakın MR’da görüntülenmesi aşamasına yavaş yavaş geliyoruz. Dolayısıyla merak, matematiksel olarak da incelenebilen bir zihin algoritması haline gelmekte. Yaşamdaşlık içerisindeki insanın belirsizliğe bakışı, yaşama bakışı, merakla başlıyor. Bu süreç, zihinsel bilgi ağını geliştirme metodolojisi üzerinden yürüyor. Sadece çalışkan ve zeki olmanın ötesinde, yaratıcılık ve iyilikle ilerleyen bir süreç olarak, insanın yaşama ait ve yaşam için olduğu üslubu üzerinden ilerliyor. Bu zihinsel algoritma neticede merakla başlayan bu döngünün kapanması ve yeni merak alanlarının doğması ile devam ediyor. Biz buna “anlamak” diyoruz. Bizim bilmediğimiz ve eğitim sistemimizin buna katkı sağlamadığı, hatta bunun yitirilmesine sebep olduğu duygunun anlamaktan doğan sevinç olduğunu da görüyorum. Merakla başlayan, iyilik ve yaratıcılıkla devam eden ve anlamakla sonuçlanan ve anlamaktan doğan sevinç ile ödüllendirilen bir düşünce ağından bahsediyorum. Buna ait bir eğitimin var olması gerektiğinden ve böylelikle buna da yaşamdaşlık kültürü içerisindeki bir varoluş modeli olabileceğinden bahsediyorum.

Benim nörobilim alanında beyin cerrahisindeki mesleki çabalarımın dışında -ki bunlar beyin tümörü tedavisi, bundan önceki yıllarda özellikle beyin tümörlerinin tedavisine katkı sağlamak için önemli çalışmaları, ilaç buluşları ya da teknolojik gelişmeler var ama bunlar başka alanlarda konuşulması gereken konular- bugünkü konu ile alakalı olarak ve 'Yeni Bilim Bağlantısallık ve Yeni Kültür Yaşamdaşlık' kitabının bir sonraki evresi olarak incelemeye gayret edeceğim kolunun, merak konusu olduğu ve merakla başlayıp anlamaktan doğan sevinç ile sona eren bu zihin yapısının nörobilim açısından nasıl değerlendirilebileceği, desteklenebileceği ve ölçülebileceği konusundaki çalışmalar üzerine eğilmek istediğimi belirtebilirim.