Üzerine konuşulan şeyden ziyade bir şeyin üzerine niçin
konuşulduğu ve konuşmayanların da konuşanları kıyasıya eleştirmesi
epey dikkat çekici değil mi? Çağımızın kıraathanesi sosyal medya
Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Bir Başkadır dizisi yorumlarıyla
dolup taşıyor bu günlerde. Dizinin konuşulup konuşulmamayı hak
etmesinden ziyade bu dizi bizim neremize denk geldi de herkes işini
gücünü bıraktı diziye kilitlendi ve dizi üzerinden birçok tartışma
sürüp gidiyor diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Şayet
sizlere diziyle ilgili yazı okumaktan gına gelmediyse ben de eksik
kalmayayım, birkaç kelam edeyim. Dizinin içeriğine pek değinmeden
dikkatimi çeken birkaç noktayı ifade edip kaçacağım.
Dizi Türkiye’nin politik geçmişiyle harmanlanan insan
hikayelerinin bugününü anlatıyor. Hem içimizdeki hem de dışımızdaki
iktidarlara dikkat çekiyor. O çok mustarip olduğumuz kutuplaşmanın
nasıl tüm hücrelerimize işlediğini ve ötekinde kabul edemediğimiz
şeyin başka biçimlerde de olsa kendi içimizde nasıl gezindiğini
anlatıyor. Dizinin mekânsal dolayısıyla da sınıfsal panoraması epey
çeşitli, İstanbul’un kırsalındaki bir köy evinden Nişantaşı’ndaki
bir psikoterapi merkezine, bir rezidanstan yalı dairesine, devlet
hastanesindeki bir psikiyatri ofisinden orta sınıf bir muhitte yer
alan apartman dairesine kadar birçok konumlanışla karşılaşıyoruz.
Farklı hayatların birbiriyle çarpışmasından doğan yüzleşmelere,
çağımızın tüketim odaklı kadın-erkek ilişkilerine tanık
oluyoruz.
Dizide Jung’un kulakları epey çınlatılıyor; kolektif
bilinçdışına ve insanın karanlık taraflarına yani gölge arketipine
rastlıyoruz. O hücrelerimize işleyen önyargının, etiketlerin, ideal
olanın izini kuşaklar arası, toplumsal aktarımlarda buluyoruz biraz
da… Yönetmenin karakterleri gölgeleriyle birlikte derinleştirmesi
bence dizinin güçlü taraflarından…
Son zamanlarda merkezine ya da çevresine psikoterapi meselesini
alan diziler/filmler her ne kadar birtakım yanlış uygulamaları
gözler önüne serip psikoterapistlerin sabrını zorlasa da -bu konuya
şu yazımda değinmiştim- yine de izleyenleri önemli bir noktaya
davet ediyor; geçmişin izini sürmenin, dinlemenin ve ifade
edebilmenin; acıyı, travmayı, öfkeyi aile içinde, toplum içinde,
terapi odasında dile getirebilmenin özgürleştiriciliğine… Dil
çözüldükçe duygular da çözülüyor, kendi duygumuza temas ettikçe
ötekinin duygusuna da temas edebiliyoruz.
Her türlü ilişkide, ailede, toplumda görünmeyen bağlarla
birbirimize bağlıyız, birilerinin semptomunu taşıyan başka birileri
mutlaka var sistemde. Sadece bireysel bir taşıyıcılıktan
bahsetmiyorum, toplumsal düzeyde de birilerinin semptomunu taşıyan
halklar, inançlar var. Dizide Meryem’in yengesi rolündeki
Ruhiye’nin gençken yaşadığı bir travmayla yüzleştikten sonra
konuş(a)mayan oğlunun konuşmaya başlaması bunun bir örneği. Dile
getirilemeyen hep bir başkası tarafından kapıyı zorlar. Psikoterapi
seanslarında o semptom taşıyıcıları çok sık görürüz. Annesinin,
babasının, bir üst kuşağın travmasını taşıyanları… Kırmızı Oda
dizisindeki Alya karakterini hatırlayın. Annesinin semptomunu nasıl
taşıdığını veya Masumlar Apartmanı’ndaki Safiye karakterini… Dile
getirilmeyen sırların, yüzleşilemeyen travmaların, yası tutulamayan
kayıpların kişiyi hem fiziksel hem de ruhsal olarak nasıl hasta
ettiğini görebiliyoruz. Konuşulmayan şeylerin konuşulmaya
başlandığında yani adı konulduğunda, sembolleştirildiğinde artık o
şeyin etkisinin nasıl azaldığını ve başka bir şeye dönüştüğünü
de…
Psikoterapiye temas eden dizilerde psikoterapistlerin de insan
olduğunu görmek sanırım birçoğumuzu rahatsız ediyor. Çünkü onları
tanrı mertebesine yükseltmeye epey meraklıyız. Psikoterapistleri
insani zaaflarından sıyrılmış, hayatın sırrını çözmüş, sihirli
değneği olan yaratıklar olarak görmeyince sinirimiz hopluyor. Bir
Başkadır dizisindeki psikoterapist olan Peri’ye sanki bu toplumun
bir parçası değilmiş gibi yaklaşıyoruz, kendisi Amerikalarda bilmem
nerelerde okusa da okumasa da bu coğrafyadan nasibini alıyor
elbette, psikoterapistler diğer insanlardan ayrı bir fanus içinde
yetişmiyor. Psikoterapist diye Mevlanacılık oynayacak değil
herhalde, kimse ne kadar Mevlana'ysa psikoterapist de o kadar
Mevlana. Ama elbette mesleğin, psikoterapi odasının sınırlarını
gözeterek… Bir Başkadır’da hoşuma giden ve sanırım yerli
psikoterapistli dizilerde ilk kez gördüğüm bir psikoterapistin
süpervizyon desteğine yer verilmesi. Yani dizideki psikoterapist,
ön yargılarının, danışanıyla olan zorlanmasının gayet farkında ve
bunları anlayabilmek, danışanına zarar vermemek, kendisine
dışarıdan birinin eşliğinde bakabilmek için süpervizyon alıyor. Ve
zaten danışanına geliştirdiği karşı-aktarım üzerine çalıştıkça dil
sürçmesini de (Bkz. Hazal), neyin neyden kaynaklandığını da
kavramaya başlıyor ve danışanıyla daha başka bir ilişki kurduğunu
izliyoruz.
Dizide bir diğer insani zaafı da hoca efendide görüyoruz. Hoca
eşini kaybettikten sonra eni konu acı çekiyor, ağlıyor, yas
tutuyor. Hatta evlat edindiği kızına gerçeği söylemediğini de
anlıyoruz. Allah korkusu yok mu hoca sende? Allah yar ve yardımcın
değil mi ki ağlıyorsun diyor muyuz? İçinden diyenler vardır tabii…
Velhasıl dizi neredeyse tanrı atfedilenlerin insan olduğu gerçeğini
seyirciye bir güzel gösteriyor. Sahnenin tüm ışıklarını yakıyor.
Gölge taraflarımızı da görebilmemizi sağlıyor.
Bir Başkadır’ın bence bu kadar konuşulmasını sağlayan şey sahici
bağ kurabilme meselesi. Sadece insan insana değil aynı zamanda
insanın kendisiyle, duygularıyla da sahici bağ kurabilmeye izin
vermesi… Kendimizi anlamaya sonra da birbirimizi anlamaya çok
ihtiyaç duyuyoruz. Vitrin hayatlarımızdan biraz olsun çıkıp kendi
hayatımıza ve ötekinin hayatına gerçekten temas etmeyi epey
unuttuk. Güdük bir bireysellik içerisinde güdük bir toplum
oluşturuyoruz. Psikoterapinin önem kazandığı ve dizilerde de rolünü
aldığı yer tam da bu bağ kurabilme meselesi. Psikoterapistle ve
onun eşliğinde de kişinin kendisiyle, geçmişiyle ve ötekiyle bağ
kurabilmesi.
Çağrışımın doğrusu yanlışı olmaz fakat Bir Başkadır’ı izlerken
ve bu sahicilik meselesini düşünürken neden bilmem zihnim sık sık
Oğuz Atay’ın “Babama Mektup”una gitti. Mektubu okumayanlara kısaca
özetleyecek olursam; babasıyla, bireysel ve toplumsal geçmişiyle
yüzleşen, o vitrin hayatından sıyrılıp samimiyet arayışında olan
okumuş etmiş, yüzünü Batı'ya dönmüş, babasının köylü tabiatını
eleştiren ancak bir yandan da ona öykünen bir adamın sesini
duyuyoruz mektupta. Oradan zihnime gelen bir paragrafı buraya
aktarıyorum;
“Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan
görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan sohbet etmek
istemiyorum. Balığa çıkmak bize göre değil babacığım. Ben senin
uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde
(çevrede belki bir iki ağaç olabilir) ahşap kirişli kerpiç bir evde
yaşamak istiyorum. Evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara
çizdirdim. (Gençlere güvenim artık kalmadı babacığım.) Sana
anlatması biraz zor ama, oraya gidişim bana haksızlık eden dünyaya
karşı bir başkaldırma hareketi olacak diyebilirim; yani ben orada
bulunmakla onlara, "İşte bütün 'terakkinizi' gördüm ve 'aslıma rücû
ediyorum' (yani Cemil Bey'e dönüyorum"), diyeceğim ve onlar da bunu
anlamayacak.”
Bazı beğeniler, bazı alkışlar, bazı niyetler dünyaya karşı bir
başkaldırma hareketi olabilir. Bir sahiciliği hatırlamaya ve onun
peşine düşmeye vesile de olabilir. Bırakın konuşulsun bu dizi,
insanlar tweet atsın, analiz yapsın. Bunu yaparak başka bir şey
yapılıyor belki de, yıllardır hasreti çekilen bir şeyin parçası
olunuyor. Ötekiyle, geçmişle, acımızla, yalnızlığımızla bağ
kurabilmenin bir parçası. “Ay bunu sekiz bölümlük bir dizi
üzerinden mi yapıyorlar?” Evet canım nereden yapsınlar, vahiy mi
inecek insanlara! Neyin nereden onarılmaya başlanacağı, neyin
nereyi yumuşatacağı hiç belli olmaz. Edebiyat, sinema, diziler,
şarkılar ne için var! Hem hep beraber dizi izlemenin tadını da
çıkarmak lazım ayrıca. Birçok kişi dizi üzerinden yoğun bir
katarsis yaşıyor. Belli ki ihtiyacımız var böyle şeylere… Sırf bunu
sağlaması açısından bile Berkun Oya ve ekibi çok kıymetli bir iş
yapmışlar. Bu katarsise ihtiyacı olmayanlar da sessizce izlemeyi,
durabilmeyi öğrenebilirler umarım.